Autumn | Yoonmin

By agustd_park

773 132 121

"Gerçek değilsin diyorlar sevgilim. Ama ben alıyorum ya senin sonbahar kokunu. Görüyor, dokunuyorum ya sana... More

1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
13
14
15 -FİNAL-

12

46 7 2
By agustd_park


-Beni neden sevmedin?

Çocukluk. Ne kadar basit ve tanıdık bir kelime değil mi? Kimileri için sadece diğerleri gibi bir kelime iken bazı kimseler için çok derin anlamlar içeren o basit kelime. Çünkü çocukluk öyle bir zamandır ki: hiçbir şeyin farkında olmadığın, hayatın tospembe göründüğü ve hiçbir şeyi kafana takmak zorunda olmadığın masum zamanlardır. Ama kimileri için o çocukluk hiçbir zaman gelmemiştir. Yaşayamamıştır o masum dönemleri ve bir anda büyüyüvermiştir. Hiç yaşamamış o etrafına bakıp ta annesine "bu ne" diye soran kimseler, babasının sırtında merdiven çıkmayanlar vede rastgele bir yerde uyuyup kendi yatağında uyananlar... Pardon. Uyanamayanlar.

İşte bir çok insana o yüzden ağır gelir bu üç hecelik kelime. Bir Yoongi vardı mesela. Hiç babasından iyi bir şey duymamış, annesinin kucağında bir kez uyumamış, evinde huzur bulmamıştı zira. Bir kez başını okşayıpta "bir şeye ihtiyacın var mı?" Dememiş. Daha kendi ihtiyaçlarını karşılayamayan adam neden çocuğunun ihtiyacını sorsun? Daha doğrusu daha evinde sabit oturup evinin başında duramayan adam neden baba olmuş? Çok acı değil mi? İnsanların sırf aptal bir zevk için çocuk getirip birde bakamamaları. Herkes anne, baba olmamalıydı. Zaten sadece çocuğu dünyaya getirerek anne, baba olunmazdı.

Bir tane de Jimin vardı zira. Babasıyla düzgün bir diyalog bile kurmamış, sadece ondan işkence görmüş ve sesini çıkaramamış. Keza annesi de engel olmamış. Göz yummuş herşeye ve kocası ölünce oğlunu öylece ortada bırakmış, hayat kadını olmuş. Hiç sevmedi oğlunu, zira bu zamana kadar görmedi biel doğru düzgün. Sokaklarda büyüdü oğlu. Otobüs duraklarında, rastgele bir kartonun üzerinde veya köprü altında. Hiç gerçek bir evi olmadı Park Jimin'in zira. Şu an yaşadığı yer evdi ama yuva değildi. Tek istediği güzel bir yuvaydı bu ikilinin. Çok mu şey istediler?

Günlerden pazar, saatler 14:45 i gösterirken camdan başını çıkarttı Park Jimin. Sevdiğini göremedi camdan o yüzden etrafa bakmaya başladı. Canı bir yere gitmek istemiyordu ama enerjisi çokça yerindeydi. Bir çocuk gibi oyun oynamak, gülmek istiyordu o gün sebepsizce. Yoongi'yi gorebilse evine çağıracaktı ama Yoongi cama çıkmıyordu. İç geçirip parmaklarını camın pervazına koydu ve biraz daha aşağıya baktı. Hava soğuktu ama birşey yağmıyordu. Kışa gireli birkaç gün olmuştu ama kış soğuğu yoktu açıkçası. Sokağa, geçenlere bakıyordu Park Jimin. Pek tanıdık gelmeyen bir kadın girdi sokağa. Siyah renk dizlerinin altına gelen bir elbise, siyah renk topuklu ayakkabı ve ellerinde siyah deri eldivenler vardı. Açık kahverengi saçlarının büyük çoğunluğu beyaza dönmüş, yaşlı ama bir o kadar da genç gibi görünen bir kadın. Yüzü net görünmüyordu ama Park Jimin onun burada yaşamadığını anladı. Muhtemelen misafirdi.

Tekrar karşı binaya baktı. Hala bakmıyordu sevdiği. Evde olduğuna emindi ama neden bakmıyordu? Normalde hep o camın önündeki koltukta otururdu. Muhtemelen duştaydı. Sonra ayağa kalkıp mutfağa gitti. Aç değildi ama yinede açıp baktı dolaba. Aşırı can sıkıntısı çekiyordu ve uyumak yada dışarıya çıkmak ta istemiyordu. Kitap ta okumak istemiyordu zira ilk defa. Canı kitapların kapağını açmak bile istemiyordu,piyano çalmak istemiyordu. O sadece sohbet edecek birini arıyordu. O kişi de şuan aktif değildi. Jungkook'u çağırabilirdi ama numarasını almayı unutmuştu. Sevdiğinin telefon numarası bile kayıtlı değildi henüz telefonuna. Zira telefonla çok vakit geçiren biri olmadığından, numaraları almayı akıl edememişti.

Dolaptan çıkarttığı kiviyi eline alıp çekmeceden bir bıçak almaya yöneldiğinde kapı çaldı. Sevinçle elindeki kiviyi tezgaha bırakıp kapıya doğru gitti. Yoongi'nin geldiğini düşündü ve o güler yüzüyle, gözlerinde hemen parlamaya başlayan siyah incilerle kapıyı açtı Park Jimin. O inci gibi dişlerini göstererek gülüyor, sevdiğini görmeyi bekliyordu. Bugünden çok ümitliydi. Bugün ulaşacakti sevdigi adama. Kavuşacaktı o dudaklar ve beline kilitlenecekti sevdiğinin kolu. Ama beklediği kişiyi göremeyince anında düşen yüzü ve siyah inciler aniden kömüre dönüp dehşetle bakmaya başlarken kalbi hızlandı, sinirleri patlayacak derecede attı, elleri ve ayakları titremeye başladı ve aynı hızla elleri de düştü tuttuğu kapıdan. Gözleri hiç beklemeden dolarken O sadece karşısındaki kadına bakıyor, ne diyeceğini bilemeden ayakta durmaya, hayatta kalmaya çalışıyordu. Bu pek kolay olmasa bile.
"Anne?"

Ağzından zar zor çıkan kelimeyi kendisi bile sindirememişken, elleri, ayakları titrerken, ayakta durmaya zorluk çekerken ve yutkunamıyor, nefesi gırtlağına takılmışken çatık kaşlarıyla karşısındaki siyah giyimli kadına bakıyor, önceden onu görürse söylemek istediği şeyler bir bir siliniyordu kafasından. "Oğlum" diyordu orta yaşlı kadın. Gülümseyerek elini uzatıp Park Jimin'in omuzuna koyacakken geri çekildi Park. Neden müsade etsin ki? Karşısındaki kadın sadece onun biyolojik annesiydi. Ona bir kere bile oğlum demeyen kadın şimdi gelipte karşısında duruyor, oğlum diyordu. O çocukken çok istediği hitabı şimdi istemiyordu Park Jimin. Artık geçti çünkü. Artık aptal bir çocuk değildi. Elini sıkarak geriye çekti kadın. Hala gülümseyen yüzüyle ona bakıyor çökmüş gözleriyle. "Oğlum" dedi tekrardan. "Kocaman adam olmuşsun. Ne kadar da yakışıklı bir oğlum varmış. Seninle gurur duyuyorum güzel oğlum."

Park Jimin güldü dişlerinin arasından tıslar gibi. Eş zamanlı olarak aşağıya süzülen gözyaşlarını takmayarak "neden geldin?" Diyordu. Yani demeye çalışıyordu. Ne kadar zor çıksa da sesi söylemişti bunu. "Aşk olsun" dedi kadın o masum bakan yüzüyle. Zira masum bakıyordu şuan ama değildi. Hiç değildi. Oğlunun tüm hayatından sorumlu kişi o ve onun eski kocasıydı. Ne kadar kabullenmese de. "Bak işte; annen geldi. İyileşip kendi evine yerleştiğini duyunca çok mutlu oldum. Bir ziyaret edeyim dedim. Oğlum bana ters davranmaz değil mi?"

Park Jimin ise hala gülüyordu. Yerinden oynayan sinirleri onun mantıklı cevaplar vermesini engelliyordu ve sadece o tıslar gibi sesiyle "defol git" diyip kapıyı ittirebildi. Hızla kapıdan uzaklaşıp salona doğru giderken tam kapatamadığı kapıdan içeriye gelen kadının topuklu ayakkabı sesi yankılanırken Park Jimin ise sinirden deliye dönmüş, ne yapacağını bilmiyorken omuzunda hissettiği elle geriye çekilip bağırdı. "Dokunma bana!"

Gülümsemeye çalışan kadın dolu gözleriyle oğluna bakarak ağlamamak için zor duruyordu. Pişmandı. Son derece pişmandı. Oğluna sahip çıkmayıp gittiği, kötü yollardan yürüdüğü için çok pişmandı. Ama fayda etmiyordu son pişmanlık. Zararın neresinden dönersen dön kardır derler ama bir süre sonra sağlam bir iş yapacağın kişiyi kaybedersin. En başından o kişiyi elinde tutman gerekir. Tabii bunu akıl edebilirsen. "Anlıyorum oğlum, çok yalnız kaldın, çok acı çektin ve sana sahip çıkamadım. Özür dilerim. Ve sen delirip hastaneye yattın ve... Ve bu bizim suçumuz değildi tamam mı? Sen herşeyin üzerinde çok düşündüğün için-"

"Delirdim mi?" Diyerek kahkahalar atıyordu Park Jimin. Delirmek üzereydi ve eğer bu kadın biraz daha susmazsa yaslandığı piyanoyu paramparça edebilirdi. Gözlerinde durmadan dökülen yaşlara aldırmadan bağırıyor, en dehşet dolu bakışlarını sunuyordu kadına. "Delirdim öyle mi? Bir kez başımı okşayıp 'oğlum' demedin bana. Bir kez bile 'neden ağlıyorsun' yada ne bileyim anneler her ne yapıyorsa işte yapmadın. Eve darmadağın geldiğim günler 'neyin var' demedin. Diğer çocuklar beni döverken sen sesini bile çıkartmadın ve babam bana kemerle işkence ederken sen ona 'dur' bile demedin. Hangi yüzle kapıma geliyorsun ha?"

Ne söylediğini duymuyordu bile o an. Sadece sanki uçurumdan düşüyor gibi hissediyor, el ve ayaklarını hissetmiyordu bile. Sadece avazının çıktığı kadar bağırıyor, karşısındaki kadını öldürmemek için zor tutuyordu kendini. "Beni hiç dinlemiyorsun ve anlamıyorsun da. Bak işte;hala zayıf bir çocuksun. Ben senin güçlü yetişmen için seninle çok konuşmadım ve sen şimdi gelip annene bağırıyorsun."

"Anneme mi bağırıyorum?" Hissetmediği ellerini goğüsüne bastırmış o dehşet bakışlarını sunuyordu annesine. "Annem beni bırakıp gidip orusbu olsun ama ben sesimi cıkartmayayım öyle m-" sesini kesen ise yediği ani tokat oldu.

Yaptıkları yetmezmiş gibi birde şimdi evine gelip ona tokat atıyordu o kadın. Ne yaptığının farkına sonradan vardı ve özür dilemeye başladı. "Çok özür dilerim oğlum. Yemin ederim aniden oldu ve gerçekten elimde değildi. Sen bana öyle deyince aniden oldu özür dilerim."

Oğlu ise gülüyordu. Başını eğmiş, kahkahalarla gülerken en derin duygularıyla; acıyordu annesine. Böylesine düşük bir seviyeye ulaşmış olduğu için acıyordu. Daha ne kadar düşebilirdi? Ama kaldırdı kafasını ve akan burnunu çekip baktı anne demeye bin şahit isteyen kadına. "Hiç değişmemişsin anne." Diyordu o normal tondaki sesiyle. "Ama sana sadece birşey sormak istiyorum." Dizlerini tutuyor, düşmemek için direnirken kömür gibi bakan gözleri ve mosmor olmuş dudaklarıyla dik durmaya çalışıyordu. "Beni neden sevmedin anne?"

Sesi titredi, nefesi kesildi son cümlede. Annesinin ise tam kalbine bir taş oturmuş, boğazı düğümlenmiş ti. Ne diyeceğini bilemiyorken mahçup olduğu oğluna bakıp daha fazla gözyaşlarını tutamıyorken "sevemedim" diyordu. "Sevemedim oğlum. Benim hatam."

Gülüşu kaybolmuş yüzünden dökülen gözyaşları ve ter durmuyorken bağırdı. Avazının çıktığı kadar bağırdı ve karşı binada koltuğun üzerinde uyuyakalmış sevdiğinin dikkatini çekebildi. "Neden o zaman?" Diyordu tüm sokağın duyabileceği bir tonda. Yırtılacak gibi oldu boğazı ama umursamadan bağırmaya devam etti. "Neden anne oluyorsun? Neden getiriyorsun beni bu siktiğim dünyasına?" Derken yanındaki rafta duran kitapları, süs eşyalarını ve piyanonun üzerindeki nota kağıtlarını savurdu her tarafa. Tek sayfasını kırıştırmaya kıyamadığı kitapları duvarlara fırlatıyor, avazının çıktığı kadar bağırıyor ve gözyaşları ve bağırışının etkisiyle ağzından püsküren tükürüğün karışmasına, gozyaşlarının ağzına girmesine izin veriyordu. "Neden evlendin o zaman? Neden anne oldun? Dizlerinin üzerine çöküp başını eğerken bağırmaya devam ediyordu. "Annem değilsin sen benim." Derin ve zor bir nefes alıp haykırmaya devam ederken "hayatımın içine sıçtın" diyordu. "Mutlu musun?"

Kadın ise hıçkıra hıçkıra ağlıyor, oğluna yaklaşmaya çalısıyordu ama korkuyordu. Zira sinir anında onu öldürebilirdi. Yani yine kendini düşündü bayan Park. Her zamanki gibi.

Koşarak içeriye giren adam ise kadının dikkatini üzerine çekerken onu hiç umursamadan sevdiğinin yanına gitti. Sırtına koydu elini, saçlarını geriye çekerken "Jimin?" Diyordu. "İyi misin? Noldu? Kim bu kadın?"

Ağlamaya devam eden adam ise başını hızla iki yana salladı. Hıçkırıklarını tutmaya çalışırken bağırdı; "annem falan değil o benim. Gitmesini söyle." Kadın ise elini uzatıp oğluna dokunmaya yeltendiği an siyah saçlı adam engel oldu. Ayağa kalkıp baktı kadına. Zira istemiyordu ki ağlamaya devam etsin sevdiği. Dökülmesin daha fazla o güzel inciler, solmasın gözyaşlarıyla o yeni filizlenmiş güzel kardelen çiçeği. "Çıkar mısınız?" Dedi sert bakışlarıyla. "Ben sadece oğlumu görmek istemiştim." Diyordu orta yaşlı kadın. Kalbinde hissettigi o büyük vicdan azabıyla baş başa kalıp pişman hissetmek istemiyordu. O yüzden gelmişti oğlunun yanına. Kendi vicdanını rahatlatmak için. Ve bir kez daha kendini düşündü bayan Park. Oğlunu değil.

"Sevmedin beni, annelik yapmadın bana. Değilsin benim annem. Olmayacakşın da. Git burdan" diye cırtlak boğazıyla bağıra bildiği kadar bağırdı küçük olan ama çokta çıkmadı sesi. Sadece evin içindeyken duyulabilecek bir haykırıştı bu zira bitmişti sesi. Patlamıştı boğazı ve düğümlenmişti ses telleri. Omuzları düşmüş, dik durmaya bile takati yokken "oğlunuz sizi görmek istemiyor" diyordu siyah saçlı adam. "Lütfen zorluk çıkartmadan çıkar mısınız?" Kapıyı kadına gösterirken, annesi ağzını tutarak bakıyordı oğluna. En azından yaşadığını görmüştü. Tam kapıdan çıkacakken bir kez daha baktı oğluna. Zira bir daha göremeyecek olduğundan dolayı iyice baktı, geride bıraktığı tabloya iyice baktı. Ve bu hiç iç açıcı bir tablo değildi.

Kadın çıkıp arkasından kapıyı kapatırken direk sevdiğine koştu Min Yoongi. Önünda oturup bir eliyle yüzüne kapattığı kolunu, diğeriyle yüzünün önüne gelen saçlarını tutuyordu. İçi giderken sevdiğini ağlarken gorüyor oluşuna, ; "Jimin" diyordu. "Noldu neden gelmiş o kadın? Sana birşey yaptı mı? Ne istiyor?"

Ağlamaktan açamadığı gözleriyle Min'e bakarken "annem falan değil o" diyordu. "Pişman da değil, sadece kendi vicdani için gelmiş buraya. Değil annem falan."

Saçlarını okşarken "annen falan değil" diyordu Min. "Annen olamaz zaten. Onu siktir et tamam mı? Sakin ol. Hiç kimse değildi o tamam mı? Rüya gördün sen." Yüzündeki yaşları siliyor iyi eliyle; "hayır" diyor, "Ağlama." Sevdiğinin içi gide gide ağladığını görüyor, kendi gözlerinin de dolmasına sebep oluyordu. "Lütfen" diyordu. "Ağlama."

"Benim delirdiğimi ve hastaneye yattığımı söyledi Yoongi" dedi küçük olan o yüksek çıkan, aynı zamanda titreyen sesiyle. "Onlar beni şizofren etti ve suçu da bana atıyorlar. Hiç sevmedi beni. Sevmediler. Kimse sevmedi beni ve ben hataydım hep. Dünyaya gelmiş en büyük hata benim. Kimse sevmedi beni." Büyük olan ise bıkmadan sildiği gözyaşlarını silmeye devam ederken "ama iyileştin" diyordu sakinleştirici sesiyle. "Bak, artık onlara ihtiyacın yok ve.. ve artık ben varım bak. Ben varım yanında, seviyorum seni, sarılıyorum sana. Onlara ihtiyacın yok. Yanında ben varım. Ben seviyorum seni, hep te seveceğim. Yeter ki sen ağlama."

Burnunu çekip ağlamasını durdurmaya çalıştı küçük olan. "Sende sevmiyorsun" diyordu bağırıp ağlarken. "Sevseydin bir kez olsun öperdin beni, sarılırdın bana. Ben seni yıllardır bekliyorken bir kez bile öpmedin beni. Sarıldım ama karşılık bile vermedin. Sende sevmiyorsun işte beni. Sadece komşun olarak görüyorsun. Sevmiyorsun."

Sonra duraksadı Min Yoongi. Karşısında ağlayan güzeller güzeli adama baktı güzelce. Kendi de çok istiyordu o güzel dudakları öpmek, bu güzeller güzeli adama sahip olmak ama korkuyordu. Ya canını acıtır sam diye korkuyordu. Bu ona bir izin gibi gekmişti ve gülümsedi hafifçe. Onu ilk gordugunden beri yapmak istediği şeye izin kazanmıştı. Mutluydu. Saçlarını geriye çekti, gözyaşlarını güzelce sildi ve yutkundu. İşte tam o an bilrleşti yıllardır birbirine hasret kalmış dudaklar. Büyük olan küçüğünün ensesini tutup kendine çekmiş, kendisi de o iki dolgun et parçasını dudakları arasına almışen kendini daha çok veriyordu küçüğünün üzerine. Küçük olan ani bir şok etkisiyle duraksamış, ne yapacağını şaşırmışken siyah saçlı ise bir eli ensesinde, bir eli yerden destek alırken karşılık almadığı için kendi dudakları arasındaki dudakları bırakmaya yeltendi. Korktuğu başına gelmişti ve uyançla geri çekilduği anda ensesinde soğuk parmaklar hissetti. Park Jimin ellerini büyüğünün boynuna sarıp, tam bıracakacağı esnada kenine çekip sırtını yere yaslamış, öpücüğü daha da derinleştirirken birbirini adeta ezmekte olan iki dudak yanıyordu adeta daha fazlasını isterken. Min Yoongi istemeden küçüğünün üst dudağını aniden ısırmasıyla duyulan o boğuk inleme daha da etkilemişti onu. Aynı zamanda korkmasına neden oldu. İncitmek istemiyordu bu zarif dudakları. Daha da iyi tutundu o kalın dudaklara, ısırmamaya özen gösterirken. Park Jimin ise hasret kaldığı o tada, o kokuya, o dudaklara adeta kaptırmıştı kendini. Şu anda Park Jimin sırtını yere yaslamış, Min Yoongi de üzerine eğilmiş ve bacakları arasında hareketlenen bacaklara aldırmadan öpüyordu küçüğünü. Park o güzel dudakları bir kedi gibi emerken, Min ise ısırıp canını acıtmaktan korktuğu dudakları itinayla sömürüyor, diliyle okşuyordu küçüğünün alt dudağını. Ne kadar da özlem ve şehvet dolu bir öpücüktü bu. Tam Park Jimin'in istediği gibi.

İkilinin nefesi bitene kadar devam etti bu çok beğendikleri an. Park Jimin'in gemisi karaya oturmuştu ve ona bir koli dolusu su vermişti. Belki haddinden fazla beklemişti bu anı ama en sonunda bulmuştu o güzel dudakları. Öpücük istemişti; en derininden güzel bir öpücüğü almıştı. Çok ağlasa da, çok beklese de, çok acı çekse de sonunda ulaşmıştı. Atık ölebilirdi keyifle. Çünkü artık amacına ulaşmıştı.

Ve sonunda.

Artık birbirine ait iki beden, birbirine ait iki dudak ve bir olmuş bir fizik vardı. Artık onlar ayrı bedenlerde tek kişilerdi. Birbirinin dillerinden hiç tiksinmeden birbirini saatlerce öpebilecek belki de daha fazlasını yapabilecek aşık bir cift olmuşlardı.

Park Jimin yıllardır beklediği ana gelmişti. Mutluydu. Hiç bırakmamak isterdi o güzel dudakları. Dudakları bırakmak zorunda kalsa da, sevmeyi hiç bırakmayacaktı sonbaharını.

Ve tamda o gün çiçek açtı o beyaz kardelen. Straftaki o güzel kar nede güzel geliyordu güzeller güzeli kardelene. Tıpkı... Bir içim su gibi.


***


Ehehehehehehehehe

Ya eskiden çok çekinirdim öpüşme yeri yazmaktan ama şimdi nasıl daha iyisini, derinini yazabilirim diye düşünüyorum sanırım Wattpad beni imandan çıkarttı...

Neyse dün gece böyle yatıyorum tamam mı. Düşünüyorum ne yazsam diye. Aslında normal bir gün yazacaktım ama çok mutlu ve aynı olmasınlar dedim biraz gözyaşı, tıpkı sonbahar yağmuru gibi.
ehehe 😈😈

Birden aklıma o kişi doğdu

🌟PARK JİMİN'İN ANNESİ🌟

Ve kaos yaratıcısı olarak gönderdim ama pek kaos olmadı öpüşmelerine vesile oldu. Sağol Yoongi ciğimin kaynanası😘😘😘

Neyse çok uzatmiyim aşağıdaki fanartlara da ruhumu teslim ettim, bakmanızı tavsiye ederim.

Blood, sweat & tears +kiss deyip bölümü sonlandırıyorum o zaman.

Sizleri çoooooooookkkkk seviyorum sizde Autumn'u çok sevin <3333



Bu azcık jikooka benziyo ama no problem biz yoonmin diyorsak yoonmindir çünkü Yoonmin best çift 👩‍⚖️🎶





Aha bu karı da Jiminie nin annesi
(Sadece yüzü temsili kıyafet olarak anlattıklarımı düşünün)


01.02.2023

Continue Reading

You'll Also Like

5.1K 274 8
Sınıfın ortasında kız gibi !nleyen jungkook bir daha !nlersen s!kərim seni diyen taehyung
2.6K 279 5
beni bekliyor şiirimin son satırında, hissediyorum
2.9K 366 12
En yakın arkadaşına süreli yakın temaslarda bulunan Jungkook en yakın arkadaşı Taehyung'un ondan hoşlandığını bilmiyordu...
740 436 6
Öldüğüm gün arkadaşlarımın ve ailemin beni ne kadar sevdiğini anlamıştım. Neden öldürüldüğümü bilmiyordum. Geride bıraktıklarım için üzülüyordum. Hay...