ELIYS (+18)

By nursenturanli

154K 9.2K 4.2K

Asırların içerisinde daha kaç kez öldürecekti kendisini? Kaç yüzyıl daha acı çekecekti? Bir yandan ölesiye ne... More

UYUYAN GÜZEL
ÇİLEKLİ PASTA
KABUS
UYANIŞ
ŞİZOFREN
KIZIL VAZO
GİRDAP
KAPI
SİS
SANDIK
KÜKÜRT
AYNADA Kİ YANSIMA
DERİN KORKU
KAYIP TABLO
BİLİNÇ
HİÇLİK
NEFRETİN İLK TOHUMU
BEDEL
BROŞ
Sızı
KARANLIK YÜZ
İLK ADIM
DÜĞÜN 1.
DÜĞÜN. 2
IZDIRAP
AMADEOS MOZART
1.KISIM SIR SARMALI
2. KISIM BASKI
3.KISIM UÇURUM
ŞAH VE MAT
HASAT VAKTİ
Dönüş 1
Ölüme Çeyrek Kala
Yalanlar Ve Gerçekler
ANAHTAR
Geçmişin Tozları
SON ELIYS
Elyıs Başlangıç
İlk Ateş
Güç Oyunları
Ayrılık
Savaş
Madalyon
İNANÇ
KADER AĞI
KİM SİN SEN?
Zehirli Elmalar
YILAN OTU
ZEHRİ AŞK
Mecuz
LANET
DÜĞÜN

EFİRUS

3K 227 32
By nursenturanli

Zamanda kayboluyordum. Bilincime hızla yerleşen anılar kime ait.?

Kendime gelip arkamı döndüğüm sırada salonda derin bir sessizlik hakimdi. İnsanlar demin anlattığım olayın derin etkisi altındaydı hala.
Profesörler yanıma yaklaşarak:
"Anlattığınız olay araştırmalarımızla örtüşüyor. Siz bütün bunları nasıl ve nereden bilebilirsiniz? Kimsiniz siz? "

Tuğrul içeri girdiğinde yanımdaki kalabalığa bakarak neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Profesör Tuğrul'a:
"Hanımefendi tarihe yeni bir ışık yaktı. Genç yaşına rağmen anlattıklarıyla bizi aydınlattı." Diye hayranlığını ve şaşkınlığını ifade etti.

Profesör elimi sıkarak, benimle görüşmek istediklerini konuşmamız gereken çok şey olduğunu dile getirdi.

Tuğrul anlamlı bir halde bana bakıyordu. Yüzü düşmüş, gergin hali anlaşılıyordu. Utandırmış mıydım acaba onu? Bana mı kızmıştı? O akşam sandık, müzayede deki tüm parçalardan en yüksek fiyata satıldı. Tabi anlattığım hikayenin, bu satışta büyük rolü vardı.

Şatoya geri dönmüştük. Tuğrul o akşamdan sonra bana karşı soğuk ve mesafeliydi. Üzülüyor ve nedenini bir türlü çözemiyordum. Onu artık çok nadir görüyordum. Genelde erkenden çıkar, geldiğini bile bilmezdim. Kimse bana bir şey söylemezdi.

Tüm gün odamda oturur onun gelişini beklerdim. Bol bol Pervin ve de annemle konuşur her detayı tek tek anlatırdım onlara. Arada da şatoyu gezinirdim.
Her taraf yemyeşil, sessiz, huzur doluydu. Gün boyu kuşların cıvıltılı şarkılarını  dinlerdim.
Şatonun her köşesini dolaşır, Türk çalışanlarla sohbet edip zaman doldururdum.
Mutfaklarını çok merak etmiştim. Çünkü bana hep Türk yemekleri gelirdi. Mutfağa girdiğimde birçok bayan hummalı bir halde yemek yapıyordu. Mutfak farklı bir mimariye sahipti. Tavanı oval geliyor ve uzunca taşlardan oluşan tezgâhları vardı. Pencereleri ise oldukça büyüktü. Bir süre ellerimi arkadan bağlayarak öylece izledim.
Aşçı bayan hünkâr beğendi yapıyormuş, çalışan Türk kızlarından anladığım buydu. Fazlasıyla İlgimi çekmiş ve kendi kültürüme ait bu yemeğin yapımını izlemeye koyuldum. Kadın İngiliz'di. Yıllardır restoranlarda çalıştığımdan yemek deneyimim iyiydi.
Kadına yaklaşarak, yardım etmek istediğimi söyledim. O da isteğimi kibarca kabul etti. En azından oyalanacak bir şeyler yaparım düşüncesiyle işe koyuldum. Patlıcanları alıp közlü ateşin üstüne koydum ve ardından dolaptan kaşar peynirini çıkardım. Usta aşçılardan kazandığım deneyimleri burada sergilemek istiyordum. Kadın meraklı gözlerle izliyordu beni. Keyfim azda olsa yerine gelmişti, ta ki o gelene dek.
Meri hemen arkamdaydı. Bunu çalışanların aniden suskunluğundan anlamıştım. Herkesin ondan çekindiğini bilirdim.
Ellerini arkadan bağlamış, yuvarlak çerçeveli gözlükleriyle bana bakıyor ters ters.

"Burada ne işiniz var?"

"Yardım etmek istedim"
Şöyle bir beni süzüp:
"Bakın hanımefendi. Anlıyorum yerinizi yadırgıyorsunuz. Herkes ait olduğu yerde olmalı, ama burada değil. Burada misafirsiniz ve öyle davranın lütfen."

Vayy be, kadın birkaç kelimeyle beni yerin dibine sokmuştu. Resmen beni gömmüştü.
Elimdekileri bırakıp dışarı çıktım. Mis gibi bir hava vardı. Ama yapacak bir şey yok. Çok sıkılıyordum. Dışarıda dolaşırken bir araba yanaştı kapıya. İçinden çıkan kişi Mete idi. Onu gördüğüme o kadar çok sevinmiştim ki beni görür görmez yine o sıcak gülüşüyle el sallayıp hemen yanıma geldi.

"Esin, seni görmek ne güzel."
"Seni de hoş geldin Mete."
"Teşekkür ederim. Yakında büyük bir parti var asla kaçıramam."
Biz ayak üstü sohbet ederken Meri ve Nenci yanımıza gelerek, Mete'yle sohbet ettiler. Nenci benimle hiç konuşmazdı. Yokmuşum gibi davranırdı hep. İkisi de benden nefret ediyordu. Mete bana bakıp:

"Ee Esin, hadi gel kahve içelim. Hadi Meri, bize iki tane okkalı kahve ateşle"
Bu adamın tavrı çok hoşuma gidiyor. Lakayt, şakacı hali çok komik. Ohh geldiğine cidden sevinmiştim. Kendimi çok yalnız hissediyordum.

Oturup kahvelerimizden birer yudum aldık.
"Nasıl buldun buraları?"
"Yani nasıl desem? İlginç."
Kahkahayı patlattı.
"İlginç, soğuk, ürkütücü... Bunu demek istedin aslında Esin"

"Hayır, hayır!"
"Biliyorum Esin, aramızda kalsın ama bende burada hep tedirgin olurum, rahat ol. Canın mı sıkkın senin?"

"Hayır, iyiyim. Ama geldiğinize sevindim, yani burada kimseyle konuşamıyorum tüm gün odamdayım belki o yüzden"

"Tamam o halde, bundan sonra burada birlikte vakit geçiririz. Kafa dengi kimse yok. Nenci var sadece, oda tıpkı mermer bir taştan ibaret. Güldüğünü hiç görmedim sıkıntıdan öldürür adamı."

O günden sonra Mete'yle vakit geçirmeye başladık hep. Kahvaltı, yemek her zaman bir aradaydık. Öylesine güzel akıcı bir sohbeti vardı ki, beni çok eğlendiriyor ve güldürüyordu. Peki ya Tuğrul, o nerelerdeydi? Neden gelmiyor? Mete ye sık sık Tuğrul'u sorardım. Onun çok meşgul biri olduğunu, işleri için sürekli gezdiğini söylerdi.
İçten içe bana da üzülüyor, acıyordu Mete.
Benimle çok ilgiliydi. Bazen dalardı yüzüme, ben ona bakınca hemen gözlerini kaçırırdı benden. Her saat birlikteydik. Eski komik anılarını anlatıyor, beni kahkahaya boğuyordu. Sadece Tuğrul hakkında konuşmazdı. Hep susardı söz konusu o olunca.

Birgün Meri yanıma gelip:

"Neden sizin için hazırladığımız giysileri giymiyorsunuz?"

O kadar sıkılmıştım ki artık, rahat giyinmeyi özlemiş ağır giysilerden bunalmıştım.

"Giymek istemedim. Bugün kendi zevkime göre giyinmeyi uygun gördüm."

"Bunu yapamazsınız? Buranın kurallarına uyacaksın!"

Evet bana sesini yükseltmişti emir kipiyle ve sen diye hitap etmişti. O esnada Mete'nin sesini duydum.

"Meri! Haddini bil kendine gel. Sen kim oluyorsun da Tuğrul beyin misafiriyle bu tonda konuşuyorsun?"

Meri öylece kalakaldı.
"Ama efendim"
"Kes! İstediğini giyer"
"Hadi Esin, çıkalım."
Beni koruması ve savunması çok hoşuma gitmişti.

Mete beni o gün İngiltere'nin en gözde yerlerine götürdü. Her şey muhteşemdi. Bol bol resimler çekip, yiyip içtik. Cadde ve sokaklarında çocuklar gibi pervasızca gezip eğlendik. Harika bir gündü benim için. Mete görünüşümle; Saçımla, giysilerimle, konumumla hiç ilgilenmezdi. Sadece benimle kişiliğimle ilgiliydi.

Tuğrul'la yıllar önce tanışmışlar. Anne ve babasını küçükken kaybetmiş. Hiç akrabası yokmuş. Çok üzülmüştüm onun adına. İyi bir eğitim almış tam bir beyefendi idi. Zamane gençlere hiç benzemiyordu. Olgun ve de akıllı biriydi. Hukuk okumuş bunu öğrenince çok şaşırmıştım. Tabi ki birde Tuğrul'a olan sadakatini, bağlılığını, sevgi ve saygısını, her fırsatta dile getirirdi.
Oldukça da yakışıklıydı. Gittiğimiz her yerde kızların odak noktası olur, bunu da hoş bir espriyle kendini överek dile getirirdi. İyi ki vardı. Geç saatlere kadar gezer sabahın köründe de şatoya geri dönerdik.

Bir sabah gürültüyle uyandım. Sesler dışarıdan geliyordu. Neler olduğunu anlamak için pencere yöneldim. Atların gezindiği büyük alanda birçok işçi ve birkaç büyük kamyon hummalı bir çalışma içerisindeydiler. Hemen kotumu ve beyaz tişörtümü üstüme geçirip alelacele aşağıya koştum. Mete işçilerle konuşurken hemen yanına gittim.

İki elimi arka ceplerime koyup:
"Neler oluyor burada?"
"Turnuva için, parkur hazırlanıyor."
"Turnuva mı?

"Evet at yarışları. Her yıl Tuğrul burada özel bir turnuva düzenler. Soylu asilzadeler, soylu atlarıyla yarışmaya katılırlar. Kazanana Tuğrul en iyi atını hediye eder. Ha! Bu arada dünyanın en iyi atları Tuğrul'a aittir. Ve her yıl turnuvayı Tuğrul kazanır. Kimse onun kadar iyi at binemez. Namağluptur bu konuda.
Sen at bindin mi hiç?"

"Hayır hiç binmedim."

"Gel benimle, sana atlarımızı göstereyim."

Atlar için inşa edilmiş büyük ahıra gittik. Ahır değil de tavla deniliyormuş. Mete den öğrendim bunu. Her yer sağlı sollu atlarla doluydu. Hepsi birbirinden güzel, soylu, asil, muhteşem atlar. Onlarca seyis tarafından her birine ayrı ayrı büyük özen ve titizlikle bakılıyordu.

"Çok güzeller, hayran olmamak mümkün değil"
"Evet öyleler ve çok ama çok değerliler. Genelde ise İngiliz ve de Arap atlarıdır. Gel, sana Tuğrul'un atını göstereyim. Onun yeri en sonda. Adı Lord ve genelde kendisi ilgilenir onunla. Bir eşi daha yok dünyada biliyor musun?"

"Merhaba Lord. Ben Esin. Ne kadar da güzel ve sağlıklı görünüyor."

"Evet öyle. Bak! Şu beyaz olan at Nenci'nin. Beyaz şimşek. Bu arada Nenci de çok iyi at biner. Turnuvaya oda katılıyor."

"Ya senin? Senin atın nerede Mete?"
"Yoo, at binemem bunu hiç beceremedim. Benim alanım arabalar."

Sohbet ederken tüm atlardan ayrı bir yerden gelen ses dikkatimi çekmişti. Her yeri tamamen kapalı, kırk metrekarelik bir yerdi burası. Kapısı demir sürgüyle kilitliydi. Oraya doğru ilerlerken Mete birden kolumu tuttu.

"Hayır!, hayır! Sakın oraya gitme"
"Neden? Ne var orada?"
"Şöyle söyleyeyim. Bir canavar"
"Ne! Ne canavarı?"

"Buraya kapatılan at bir köylü ve seyisimizi sakat bıraktı. Birini de neredeyse öldürüyordu."

"İyide asil bir at değil mi? Ehlileştirilmiş olması gerekmez mi?"

"Hayır değil. Bu at birden ortaya çıktı"

"Nasıl yani?"

"Anlatayım. Bundan yaklaşık 6,7 ay önce köylüler, bu atın birden ortaya çıktığını söylediler. Dağın eteğinde öylece duruyormuş. Böyle güzel bir atı daha önce hiç görmemişlerdi. Simsiyah kömür gibi. Tüylerinin parlaklığı göz alıyormuş. Oldukça iri, uzun ve güçlü bir at idi. Tabi böyle bir atı köylüler yakalamaya çalışırken iki tanesi feci şekilde yaralanmıştı. Yine de bir şekilde yakalayıp buraya getirdiler.
Tuğrul ata hayran kalmıştı. Ama kimse ona bırak binmeyi dokunamıyordu. O kadar vahşiydi ki Tuğrul ne kadar çaba sarf etse de onu bir türlü ehlîleştiremedi.
Tabi bu arada, atın güzelliğinden camiadaki herkes haberdar olmuştu.
Atın namını duyan tüm asilzadeler buraya akın etti. Ama hayır, kimse dokunamıyordu. At için Tuğrul'a fahiş fiyatlar sunulmasına rağmen satmadı. Artık vazgeçmişti onu elde etmekten. Sadece özel zamanlarda dışarı çıkartılıp, özel konuklara gösteriliyor. Herkesin sahip olmak isteyeceği bir at ama kimse ona sahip olamaz. Burada tutuluyor çünkü, insan sesine bile reaksiyon gösterip her yeri parçalıyor. Bulunduğu yer ışık almıyor, buda sakin kalmasını sağlıyor. Sana canavar derken şaka yapmadım. Ondan uzak dur lütfen."

"Peki. Görebilecek miyim?"
"Evet tabi. Turnuvada konuklara gösterilecek. Birçoğu bu at için geliyor zaten."

Görmeden sevmiştim bu atı ve onu görmek için sabırsızlanıyorum.

Mete'nin telefonu çaldı o sıra, ben ise atlara bakıyordum. Telefonu kapattıktan sonra yüzü düşmüş gibiydi.
"Tuğrul gelmiş."
"Gelmiş mi?" Birden içim içime sığmaz oldu. Belli ettirmemeliyim hemen gidip Tuğrul'u görmeliydim. İyi de ne bahane bulabilirim.
"Şey Mete, ben gitsem iyi olacak artık. Çok teşekkür ederim her şey için."

Bana bakıp başını yere eğerek:
"Peki, git hadi"

Koşar adımlarla yürüdüm şatoya doğru. Onu öylesine özlemiştim ki hemen Tuğrul'u sordum. Bana çalışma odasında olduğunu söylediler.
Koridorun sonundaydı odası. Büyük adımlarla ilerledim, tam kapıyı çalacakken
Meri, "giremezsiniz misafirleri var" diye beni uyardı.
Ben kapıda beklerken Meri içeri girdi. Kapı açıktı ve boynumu hafifce içeri doğru uzattığımda, Nancy olmak üzere iki kadın daha vardı odanın içinde.  Kahkaha seslerini duyabiliyordum. Meri özellikle kapıyı açık bırakmıştı. Ben bakarken, Meri kapıyı yüzüme yavaş yavaş kapattı sinsi gülüşüyle.

Doğruca odama çıktım. İçimden ağlamak geliyordu. Ağladım ve de üzgündüm benden sıkılmış olmalı. Burada olmamın anlamı yoktu artık. Gitmeliyim. Türkiye ye dönmeliyim. O gün hiç yanıma gelmedi. Merak dahi etmedi beni.

Ertesi gün bahçeye kahvaltı için indiğimde, Tuğrul birkaç bayanla ve bir beyle kahvaltı yapıyordu. Yanlarına gittiğimde, Tuğrul oturduğu yerden ciddi bir ifadeyle: "Hoşgeldin Esin. Otur lütfen arkadaşlarımla tanış. Yarınki turnuva için buradalar."
Umurumda bile değildi. Sadece şu soru vardı aklımda: Neden birdenbire bana bu kadar yabancılaşmıştı. Yine de onu kırmamak adına mecburen tanışmıştım konuklarıyla. Tuğrul üstümdeki kıyafeti süzdükten sonra ayağı kalkarak koluma girdi ve biraz geriye alarak beni:

"Neden senin için verilen kıyafetleri giymediğini sorabilir miyim?"
İnanamıyorum derdi bu mu yani? Ne giydiğim mi?
"Çok rahatsız kıyafetler. Her dakika o resmi kıyafetlerle gezmek istemiyorum."

"Neyse, bu konuyu daha sonra konuşuruz Esin. Şimdi lütfen bize katıl."

Oturdum masaya, konudan uzaktım. Ne konuştukları hakkında da en ufak bir fikrim yoktu zaten. Dediğim gibi umurumda da değildi. Masadan izin isteyerek erkenden kalktım. Yalnız başıma geziniyordum kafamın içindeki sorularla. Turnuvadan sonra gitmeliyim. Artık beni burada istemediği açıktı. Belli ki sıkılmıştı artık benden. İçimdeki hüzün beni çok derin üzüyordu. Henüz aramızda adı konulan bir şey olmamasına rağmen onun bu tavrı bedenimi, zihnimi, ruhumu fazlasıyla yoruyor ve yıpratıyordu. Dayanmak çok zordu ona. Şatonun derinliklerinde kaybolmuştum farkında dahi olmadan.

Bu da ne? Şatonun en ücra yerinde neden bir oda yapma gereği duyulmuştu acaba? Burası mahzeni andıran; boğucu, karanlık, kasvetli ve de tavanı oldukça alçak bir yerdi. Kim burada kalmak isterdi ki? Kükürt benzeri bir koku vardı havada. Koku buranın tüm atmosferini kaplamıştı neredeyse.

Oldukça da nemliydi. Rutubet yüzünden duvarları yeşilimsi bir renk almış ve çürümüş olduğundan duvardaki taneler pür pür yere dökülüyordu. Odanın, ahşap koyu renkteki çürümeye yüz tutmuş kapısı dikkatimi çekti. Çünkü üstünde; büyük paslı siyah asmalı kilit ve yine paslı kalın halkaları olan bir zincirle sıkı sıkıya bağlanmıştı. Peki ama bu odayı neden bu denli muhafaza etme gereği duyulmuştu. Birkaç saniye sonra kapının ardındaki odanın içinden sesler duyduğuma yemin edebilirim. Kulağımı yavaşça kapıya dayadım. İçeri de birileri mi var acaba? Belli belirsiz bir ses, anlamaya çalışsam da çok zordu. İnilti ve hırıltı benzeri bir ses duyuyordum sürekli. Saçlarımın hafiften uçuşmasından hafif bir esinti olduğunu hissettim. Ve aniden arkamda bir şeylerin dolandığını görmesem de anlıyor ve hissedebiliyordum. Yüzüme birinin derin derin soluduğunu, görünmez bir varlığın buralarda olduğunu düşünüyordum. Nefesini duyuyor gibiydim. Korku tüm bedenime sirayet etmişti. Bacaklarım titremeye, ellerim terlemeye başladı. Kalbimin deli gibi çarpan sesini çok net bir şekilde duyabiliyordum. Gözlerimle her tarafı süzüyordum. Buradan hemen gitmeliyim.

Tüm cesaretimi toplayıp, panikle kapıya yapıştım. Daha da yoğunlaşan kükürt katmanı ciğerlerime kadar işliyordu. Hemen kaçarak uzaklaştım oradan. Odama geldim. Yatağıma girip yorganı kafama çektim. Titriyor sadece titriyordum.

Ertesi güne kadar uyumuşum. Sabahın erken saatleri, güneş yüzüme yüzüme vuruyor. Gözlerimi açıp yatakta oturdum bir süre. Ne vardı o kapının ardında? Tüylerimi bu derece ürpertende neydi?
Ve kapının sesiyle çıktım bu düşüncelerden.

Yine hizmetli kızlar beni giydirmek için gelmişler.

"Efendim bugün özel bir gün biliyorsunuz. Bugüne özel giyinmeniz gerekiyor."
Bezgin bir halde "peki" diye cevap verdim.

Siyah bir tayt, üstüme ise boyun kısmı dantelle işlenmiş beyaz gömlek ve siyah kısa dar kesim bir ceket giydirdiler. En son kombini tamamlayan hafif topuklu uzun çizmeleri giydirdiler.

Pencereden baktım bir süre. Şatonun ön meydanı insanlarla dolup taşmıştı. Zengin aristokratlar, kendileri için hazırlanmış şık masalarda oturup sohbet ederken, bir kısmı ise kendi eşsiz güzellikteki atlarını dostlarına sergileyerek birbirlerine meydan okurcasına nispet yapıyorlardı. İtinayla süslenmiş atlarıyla gövde gösterisi yapılıyordu adeta. Kadınların birçoğu benim gibi giyinmiş, ilk gözüme çarpan kişi ise Nency'di. Beyaz atına binmiş neşe içinde turlarken etrafına gülücükler dağıtıyordu. İlk defa onu gülerken görüyordum. At üstünde selam veriyordu. Kime, diye baktığımda Tuğrul'un ona gülümseyerek başını salladığını gördüm. Aralarındaki ilişkiyi hala anlamış değilim. Yanındaki dostlarıyla sohbet edip bazı atları gösteriyorken bir an başını kaldırıp penceremden bana baktı.

Birbirimize kilitlenip bakıştık.
İçimdeki heves gitgide sönüyordu. Bu adamın bana olan ilgisi asla sevgi değildi. Mutsuzum yine... Sonrasında arkadaşlarına dönüp sohbetine devam etti.

Yılgın bir halde saçlarımı at kuyruğu yapıp aşağıya indim. Kalabalığın arasına karıştım. Mete yanıma gelip:
"Günaydın. Söylemeyi unuttum. Çok erken saatte başlar turnuva."

"Çok kalabalık."

Yüzümdeki mutsuzluğu anlamış olmalı ki beni mutlu etmek için sürekli bir şeyler yapıyordu.

"Hiç at binmemiştin değil mi?"
"Hayır"
Seyisin birine işaret ederek bir şeyler söyledi. Sonra bana dönüp,
"Peki denemek ister misin?"
"Hayır! Bunu yapamam."
"Hadii yaparsın. Çok uysal bir atımız var. Korkma, yanında olacağız."
Seyis bir atla geri döndü. Atı bana yaklaştırarak:
"Korkmanıza hiç gerek yok hanımefendi. Bu çok uysal bir at tır."
O sırada Nency yanımıza geldi. At üstünde kibirli tavrıyla sırıtarak:
"Bence bir midilli getirin, bu at sana üç boy büyük."
Alaycı söylemi beni kızdırmıştı. Yapabilirim dedim kendime. Hırs yapmıştım. "Tamam" deyip seyise yardımcı olmasını istedim. Ne kadar zor olabilir? Mete ve seyisin yardımıyla anca oturabilmiştim. At yerinde durmuyor, ben ise korkudan bayılacak haldeydim. Ama Nancy'nin alaycı tavrına karşılık vermeli, korkak olmadığımı ispatlamalıydım. Birkaç dakika durdum atın üstünde. At aniden huysuzlandı. Dengemi bir türlü sağlayamıyordum. Bir iki kendi etrafında dolanarak beni hızla yere fırlattı. Mete hemen yardım etmek isterken, Tuğrul birden atıldı panik halde yere.

"İyi misin!? Bir şeyin yok ya. Doktor çağırın! Kimin fikriydi bu!?"

Benimle ilgilenmişti hem de kendini kaybetmiş şekilde. Resmen çılgına dönmüş tavrı kimsenin dikkatinden kaçmamıştı.
"İyim yok bir şeyim" desem de beni dinlemiyordu.
Beni kaldırıp sandalyeye oturttu. Önüme eğilerek telaşla çatlak kırık var mı diye ayaklarıma, bacaklarıma, kollarıma her yerime dokunup duruyordu. Neden bu kadar endişelenmişti ki? Doktor gelip muayene ettikten sonra:

"Yok bir şey efendim. Hafif bir burukluk hepsi bu"

Dediği anda Tuğrul kendine gelip etrafına bakındı. Yine eski haline bürünerek:

"Dinlen biraz. Kalkma yerinden"
Neden? Bu kadar korktu ki?

Mete yanıma gelerek mahcup bir halde özür diledi. Tuğrul ona bağırmıştı. Kendini kötü hissediyordu. Ve Nency.
"Söylemiştim, midilliye binmelisin. At binmek herkesin harcı değil"
Kızıyordum ama haklıydı. Aptal gibi hissetmiştim.
Öylece oturduğum yerden izliyordum insanları, atları ...

Tuğrul'un sesi yankılanmaya başladı. Elindeki mikrofonla konuşmaya başladı.

"Evet! Şimdi büyük an. Neyi beklediğinizi biliyorum. Turnuvadan önce sizlere kara şeytanı sunacağım. O ehlîleştirilemez bir canavar. Sadece bakmakla yetineceğiz. Lütfen uzak durun."

Mete'ye baktım başını salladı.
Bahsettiği atı getireceklermiş çok heyecanlıydım.
Birkaç dakika sonra 5 seyis atı getirmeye başladılar. Özel bir yöntemle uzaktan kumanda edilen bir mekanizma kurulmuş çitlerle kaplı alana. Atın gözleri tamamen kapalıydı. Çok ağırca içeri sokulduktan hemen sonra gözlerini açtılar ve demir kapıyı hızla kapatıp sürgüsünü çektiler.

O an büyülendim.
Eşsiz, muhteşem atı ifade edecek kelime yoktu. Bu kadarını beklemiyordum. Anlatılanlardan da fazlasıydı. İnsanlar hayranlık belirtilerini sesli olarak dile getiriyor ve herkes ayakta nefessiz izliyordu. Kameralar, flaşlar patlıyor, herkes elindeki telefonlarla kareler almaya çalışıyordu.
Kuyruğu; zift gibi kara, yere kadar uzun ve gürdü. Öylesine büyüktü ki, tüm atların neredeyse iki katıydı. Ön ayak kasları nasıl güçlü bir at olduğunun göstergesiydi. Tüyleri güneşin ışıklarıyla yanıp sönüyor, parlak, canlı ve sağlıklı görünüyordu. Şahlanarak koşuyor çitlerin içinde.

Bu ilahi bir at olmalı...
Daha yakından görmeliyim.  Yerimden kalkıp ufaktan aksayarak insanların arasından süzüldüm. Ve tam karşımdaydı, tüm görkemi ve heybetiyle...

Yazarın dilinden:

Şarkı.:yasmin levy
Mano suave.

Kız öylesine büyülenmişti ki, ayağının acısını dahi unutmuştu. Gözlerini muhteşem güzellikteki ata kilitledi. Kafasının içinde flaş gibi patlayıp sönen anılar...
Bildik tanıdık anılar bunlar. Ama nereden? Başını sağa sola sallarken, içindeki onu çağıran yabancının sesine "gel gel" diye kulak veriyordu. Olduğu yerde dondu adeta. Gözlerini kapayıp kaldı bir süre...

Vee...

Birden açıverdi turkuaz renkteki eşsiz gözlerini. Gözlerinde ki ifade tamamen değişmişti. O Esin değildi artık bambaşka biriydi. O gözlerde Esin'e ait hiçbir şey yoktu artık. Bakışları; soğuk, net, cesur ve de ürkütücüydü...
Kulakları atın nal seslerinden başka hiçbir şey duymuyordu. Yavaşça ilerledi çitlere doğru. Herkes öylesine dalmıştı ki atın görkemine, kimse kızın demir sürgüyü çektiğini bile fark edememişti. Ta ki kız kapıyı açana dek.
İçeri girip kapının sürgüsünü çekerek kilitledi arkadan.
Bir anda büyük bir panik sardı ortalığı. Seyisler sağa sola koşturuyor, bağırıp duruyorlardı. "Hanımefendi! Hanımefendi!" diye.
Tuğrul delirmişçesine süratle o yana doğru koşmaya başladı.

Konuklar şaşkınlık, korku ve endişeyle bakıyorlardı kıza. Öyle ya, at'ın tek bir hamlesi onu öldürebilirdi.

Kız yürümeye devam etti. Ne duyuyor ne de görüyordu... Sadece at'ın olduğu noktaya ilerliyordu. Kendini kaybetmişçesine çitlerin içinde ağır ağır ilerlerken, at birden huysuzlanmaya başladı. İki ön ayaklarını havaya kaldırıp, uğultuyla şahlanıyordu kişneyerek. Kız korkusuzca duruyordu atın tam da yanında. Öylece bu muhteşem at'a bakıyordu, taş gibi tüm duyguları ölmüşçesine. Bir iki at şahlandı. Devasa atın önünde küçücük kalıyordu kız. Yavaşça at'a sokulup korkusuzca dokundu yüzüne. O an at aniden durdu. Yüzünü atın yüzüne kapatıp, gözlerini yumdu.

Atı okşayarak fısıldamaya başladı:

"Şşştt sakin, sakin ol"

Ve garip ürkütücü bir şarkı mırıldandı kız, sessizce at ın kulağına.
İnanılmaz bir şekilde at tamamen sakinleşmişti. Arka ayaklarını geri geri sürtmeye başladı.
İnsanlar merakla ve hayretle izliyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bağırışların yerini sessizlik almış, çıt dahi çıkmıyordu.
At, iyiden iyiye sakinleşmişti.
Kız yüzünü okşarken, tekrardan fısıldadı At'a.

"Şşşt sakin, sakin"

"Hoş geldin dostum, seni çok özledim EFİRUS..."

Ve at ön ayaklarını yere kırıp, kızın önünde eğildi.

Kız yavaşça yana geçerek, devasa büyüklükteki at'a bindi. At kişneyerek ayaklandı ve tekrardan şahlanarak koca gövdesi ile büyüdü.
Kız eğersiz atın üstünde tıpkı bir Tanrıçaya benziyordu. Bu çağa ait değildi. Bu manzaraya şahit olan herkes, bunu anlayabiliyordu.

İpek saçları rüzgarın esintisi ile savruluyor, beyaz tenini örtüyordu. Korkusuz, gururlu, mağrur ve güçlü hali, onu emsalsiz biri haline büründürürken, Tuğrul sadece izliyordu...

Continue Reading

You'll Also Like

637K 1.3K 1
Bir aşkın büyü üzerinden lanete dönüşmesi...
AHZA |gay| By 🦩

Mystery / Thriller

119K 6.3K 33
"Ehline denk gelmeyen her şey ziyan olur. Can da, inci mercan da..."
374K 11.8K 38
Bebeğine bakamayacağını düşünen bir anne bebeği gizlice babasına bırakıp kaçarsa? Bir kapı zili ile hayatı alt üst olan bir mafya ? Sizce bu ikisini...
KURALSIZ By Kristal

Teen Fiction

10.6M 258K 24
"Bu gece kapılarını iyi kilitle." Kalbim göğüs kafesimi delip geçecek derecede atarken kulaklarımda söyledikleri yankılanıyordu. Korkarak yutkundum...