𝚅𝙴𝚁𝙸̇𝚃𝙰𝚂

By matenoya

3K 542 400

Ölü ruhum şuan bir çöplüğe yaslıydı ve terkedilmişti. Ev sıcaktı. Bakışlarım bir anda salonun her köşesinde d... More

Giriş.
IVV1:
IVV2
IVV3
IVV4
IVV5
IVV6
IVV7
IVV8
IVV9
IVV10
IVV11
IVV12
IVV13
IVV14
IVV15
IVV16
IVV17
IVV18
IVV19
IVV20
IVV21
IVV22
IVV23
IVV24
IVV25
IVV26
IVV27
IVV28
IVV30
IVV31
IVV32
IVV33
IVV34
IVV35

IVV29

37 9 7
By matenoya

                Bir noktada anlamalısın ki; bazı insanlar kalbinde kalabilir                                                                                                                                                                                                                      ama hayatında kalamaz. 




Uzandığım yerden artık sırtımın tutulduğunu hissettiğimde uyanıp acı dolan gözlerimi güne açtım lakin bu uğraşım kısa sürmüş, göz kapaklarım bildiğini yaparak tekrar kapanmıştı. Ellerim ensemle sırtım arasında gideceği yere kararsız kalırken sola dönüp gelişi güzel arkaya uzattım ve belime hafiften parmaklarımı bastırdım, neredeyse ağrıyla inleyecektim. Yerde uyumak- özellikle sadece bir halı üzerinde uyumak yapılması en yanlış işti.

Acıyla kasılan yüzümü, elimi belimden çektiğim anda büyük bir solukla düzelttim. Parkeye sertçe çarpan adımlar ve kulağıma dolan bir tür uçan böcek sesini idrak ederek; gözlerimi sıkı sıkıya kapattığım yerden açtım ve hemen kafamı koyduğum halının üzerine konmuş yusufçuğu gördüm. Nefesim rutinliğini bozuyor ve irislerimde yüzen bulanıklılığın yerini netlik alıyordu.

"Noluyor lan burada!" Duyduğum sesle yerimden kalktığımda odanın içinde hemen hemen her yerde uçuşan yusufçukları gördüm. Kaçtığı ve kendince güvenli bulduğu duvar dibiyle, kitaplığın arasına sıkışık kalan Vefa ellerini kafasının iki tarafına koyup şokla- hayret etmenin ortasından etrafa bakıyordu. Yüzümü teğet geçen bir yusufçukla tekrar etrafta uçuşan diğerlerine baktım. Neler oluyordu?

"Lanet olsun! İçeride de varlar, evin her yerindeler." omuzlarıma bir iki çift yusufçuk çoktan soluklanmak adına konmuştu. Vefa'nın korkuya bulanmış kehribarları ona her yaklaşan yusufçuğa avazı çıkana kadar bağırıp kovacakmış gibi bakıyordu.

"Onları.. görüyor musun?" Bende ki şaşkınlık evin içinde ki yusufçuklardan ziyade, Vefa'nın onları görebiliyor olmasıydı. Yusufçukları ilk gördüğüm ve bir daha görmediğim zamandan sonra aklımın oyunu sanıyordum lakin gerçekti. Benden başka biri daha görebiliyorsa, bu yusufçuklar en başından beri vardı. Ama neden şimdi kafeslerinden firar etmiş, etrafımızdaydı? Odanın ortasında durmuş mavi- mor bedenlere sahip, inanılmaz hızlı uçan böceklerin arasındaydım. Vefa sorduğum soruya bir başka hayretini düşürüp; "Şaka mı yapıyorsun lan sen? Tabii ki görüyorum. Nerden çıktı bunlar?" Tekrar şöyle gelişi güzel etrafa baktığımda asıl sorun olan duruma dikkat kesilmem gerektiğini anladım. Odanın penceresine gidip tek hamlede açtığım camdan, rüzgarın rehberliğine güvenen yusufçuklar dışarı uçmaya başlamıştı.

"Sana Mısra'nın bir kafes dolusu yusufçuk sakladığından bahsetmiştim." Bana inanmadığı için sesim kadar sert bakışlarıma maruz kalan Vefa daha çok etrafında ki yusufçukların dokunmaması adına verdiği savaşın içinde cebelleşiyordu. Masanın üzerinde ki telefonumu alıp direkt Mısra'yı aradım. Üç gündür ortada yoktu ayrıca sakladığı yusufçuklar bir anda tepemde uçuşmaya başlamıştı. Neydi işin aslı bilmiyorum ama artık canımı sıkıyordu.

Aramam henüz gerçekleşmeden kapanmıştı. Bir kez daha numarasını çevirip aradığımda hat anında düşmüştü.

"Açmıyor. Kadın evine dahi gelmedi ve şimdi telefona bile bakmıyor." Vefa hızla yanıma gelip; "Başına bir iş gelmiş olmasın?" Dedi ama ben daha çok onun benim başıma bir iş açacağının kanaatindeydim. "Sen ara bir de." Vefa'ya henüz yumşatmadığım bakışları atarken o çoktan telefonunu çıkarıp aramasını yapmıştı lakin karşılaştığı sonuç benimkinden farksız değildi. Bariz bir şekilde diğerlerine oranla küçük bedene sahip yusufçuk aniden gelip Vefa'nın omuzuna konmuş ve uzun ayaklarını, kazağın yüzeyinde hareket ettirdi.

"O üzerimde mi şuan? Üzerim de mi Milhan? Al lütfen," Derince solup kendini sakinleştirmeye çalışırken kaskatı kestiği bedenini çeviremeden kafasını bana doğru döndürdü ve ekşittiği yüzüyle olduğu duruma karşın rahatsızlığını belirtti. Elimi uzatıp yusufçuğu tutmaya yeltendim lakin benden önce davranıp uçarak uzaklaştı. Odada artık daha az kalmış, çoğu açık pencereden girmişti. Vefa baştan ayağı tüylerini ürperterek titremişti. Küçücük böcekten korkarken yaşından da mı utanmıyordu bu adam?

Daha fazla oyalanmadan bir iki kez daha Mısra'yı aradım lakin ulaşmak mümkün değildi. Salondan geçip montumu askıdan aldığım gibi üstüme giyindiğimde Vefa hararetle; "Nereye gidiyorsun?" Diye sordu, aslında dönüp benim ona; 'Asıl sen niye hâlâ gitmiyorsun?' Diye sormam gerekiyordu lakin zamanımı Vefa'nın telaşeleriyle harcayamazdım. "Doktoruma." Arkamı dönüp ayakkabılıktan spor ayakkabılarımı aldığım sıra Vefa, bu ayak üstü konuşmamıza dahi saygısından ötürü hemen arkamdan dolanıp karşıma geçti ve hafiften eğilip göz temasımızı kurarak, "Ne demek doktoruma? Bak," Bedenini bükmek meşakkatli olunca direkt tek dizi üzerinde yere oturdu ve o şekilde devam etti, "Bak ben şu an neler oluyor gerçekten anlamıyorum. Uyandığımda evde sayamadığım kadar yusufçuk vardı," Göz ucuyla ona baktığımda aldığı o küçük karşılıkla hemen pür kesilmiş ona bir açıklama yapacağımı sanmıştı, aksine; "Sana Mısra'nın yusufçukları var demiştim." Diyerek tekrar o güne dönerek bana inanmayışına sitem ettim. Elleri pes eder gibi iki yanına düştü.

"Milhan," ayakkabımı giyinme işim hallolduğunda dikelip montumu son kez omuzlarımdan silktim. "Mısra'ya ne oldu? Neden o kadın ortada yok ve sen Allah aşkına nereye gidiyorsun?" Kafamı çok eğmeden göz kapaklarımı indirip aşağıdan bakan bedene çevirdim irislerimi.

"Yusufçukları bildiğimi anlamış olmalı ama inan şuan neden hepsinin evin içinde serbest bırakıldığını bilmiyorum. Daha önce hatırladığım kadarıyla abisinin bedeninde ki tek işlenmiş leke bir yusufçuk dövmesiydi. En başından belliydi Deniz'le olan bağlantısı. " Elimi kaldırıp parmaklarımı açarak avucumu işaret ettim, Vefa'nın az çok kafasında Deniz'in avuç içinde ki yusufçuk dövmesini canlandırmasını umarak. "Tam avuç içinde." Omuzlarım aniden düştüğünde bilinmezliğin ortasındaydım. "İnan bende bilmiyorum Vefa. Yusufçukları saklayan Mısra'ydı şüphesiz onları evin içinde serbest bırakanda o." Ne kadar düşünürsem düşüneyim pek dolu sonuca ulaşamıyordum. "Mısra'nın bana anlatamadığı bir şey var. Bunlarda bir işaret, bir mesaj ama ben çözemiyorum." 

Sıkıntıyla iç çekip, "Neden her şeyin bu kadar karmaşık?" Dedi, bilek içimi çevirip saate baktığımda daha fazla geç kalmamak adına kapıya adımladım.

"Her şey bu yüzden benim suçum ya Vefa. Eğer önemli olan şeyleri hatırlıyor olsaydım bugün bu halde olmazdım." Kapıyı açtığım da tekrar arkama dönüp, "Bundan sonrasını ben dahi kestiremiyorum, o yüzden beni dikkate al; git ve kendi çizdiğin hayatı yaşa. Uzakta kal yoksa senin içinde bir şeylere geç kalınmış olabilir." Holün ortasında ne yapacağını şaşırmış adamın o parlayan gözlerine son kez baktım ardından sırtımı ona doğru döndüğümde, "Anlaşma bitti. Bir daha gelme." Dedim ve kapıdan çıktım. Henüz yüzüme çarpan sert rüzgar ellerime ulaşmadan ceplerime yerleştirdim, hava kırılmamış bir türlü ilkbahara geçememiştik. Gök yalancı baharını sürdürse de gören gözle, yaşayan beden bir olmuyordu. Buradan hastane yürüyerek yirmi beş dakikaya tekabül ediyordu ve o kadar zamanım olmadığını bildiğim için arkamdan gelecek her arabaya baktım. Kafam montumun yakaları arasına sinmiş, yüzüm artık hissedilemez hale gelmişti. Ne kadar süre gittim bilmiyorum ama yanımda bir ara durduğunda bakışlarım anında, yavaşça açılan cama kaymıştı.

"Milhan bey, merhaba. Nereye böyle?" Stresli nefesim görünür bir halde soğuk havaya karışırken camdan kolunu uzatıp kafasını yukarı kaldıran kadına baktım. "Hastaneye." İsmi gibi zümrüt gözlerini hafiften kısarken "Merkeze kadar size eşlik edebilirim." Şöyle kafamı kaldırıp ne kadar yol kat ettiğime baktığımda henüz yarısına bile gelemediğimi anlayınca "Olur, sağ olun." Dedim arabanın yanından dolanıp hemen ön koltukta yerimi alırken. Bu defa yalnızdı ve yanında ki adam yoktu. Araba hareket ettiğinde dikiz aynasından boş olan arka koltuğa ve oradan da arka camın gösterdiği kadarıyla kimsenin geçmediği yola baktım.

"Vefa bey yok mu?" Soğuk çıkan sesini bir türlü yakıştıramadığım o yapmacık gülümsemesiyle örtbas etti. "Yok, şehir dışında." Kafasını salladığında bu defa onu tek yakaladığım için sorma sırası bendeydi. "Eşiniz de sizi yalnız bırakmış gibi." Tekrar gülümsedi ve kısa bakışını üzerime değdirip yeniden yola çevirdi.

"Bugün ikimiz de yalnızız anlaşılan." Direksiyonu profesyonelce tutuşu ve her kaviste dikkatli geçişine kadar incelemem bir türlü son bulmadı. Bir kadına oranla farklılıkları var olduğu kadar yok gibiydi.

"Daha önce sorma şansım olmadı," Bedenimi yana çevirip, yola dikkatini vermiş kadına baktım. "O gün, ormanda ne işiniz vardı?" Bir an tam olarak neden bahsettiğimi düşündü ardından aklına gelince kısa bir bakışın ardından, "Eşimle eve dönüyordum ve sizin ormana doğru koştuğunuzu gördük bir sorun olduğunu düşünerek peşinizden geldik. Bizde endişelenmiştik çünkü garip bir hararetlenmeydi."

"Silahlarınız?" Alnına düşen perçemini kulağının arkasına atıp sakince direksiyonu çevirdi ve kaliden sola tarafa dönüp merkeze açılan yola geçti. "Korunmak amaçlı yanımızda taşıyoruz, malum geceleri pek işlek oluyor kasaba." Tekrar önüme döndüm lakin zerre inancımı kazanmadım. "İnsanlara hep böyle şüpheli mi yaklaşırsınız Milhan bey?" Şimdi sorgu sırası ondaydı. "Şüpheli tutumum sizi neden rahatsız etti?" 

''Size yardımcı olduk lakin bize karşı yenemediğiniz bir şüpheniz var halihazırda.'' Pek istekli olmasam da kurduğu cümleyi alay yerine koymak amaçlı güldüm. ''Hakkınız da hiç bir şey bilmesem de sık sık denk gelmemiz ve sizden yana karşılıksız sunmaya can attığınız o yardım eline de güvenim yok,'' Kafamı çevirip yolu baktım ''Zümrüt Hanım, bana asıl gayenizi söyleyin. Nedir tam olarak bizden istediğiniz?'' Araba müsait bir köşede durdu ve el freni yukarı çekildi. Şimdi tamamen birbirimize bakıyorduk. Yüzünden katman katman yalancı ifadesi sıyrıldı ve gözlerine dek kendisi gibi oldu.

"İyi birer komşu olalım," diyerek söze başladı. "Mısra hanımla daha önce konuşma şansım olmasa dahi bilgim var, kendisi uzun zamandır tek yaşayan bir kadın." Hafiften dudakları gerildi ve yutkundu. "Siz onun eskiden beri tanıdığı bir hastasıymışsınız." Dedikodu ağzıyla dizdiği olay örgüsüne karşın tek kaşımı hafiften kaldırıp indirdim, "Asıl sorunuza gelin." Dedim. Omuzunu koltuğa yaslayıp kısa bir an yüzümü inceledi.

"Sizin güzel sanatlarda akademisyen olduğunuzu biliyorum, belki de Vefa beyle bu sanat anlayışıyla karşılaşıp tanıştınız." Gözlerimin içine neden böyle bakıyorsun kadın?  

"Çevrenize bakıldığında herkes birbirinden çok bağımsız ama hepsinin ortak noktası sizsiniz." Bende neyi bulmayı çalışıyorsun?

"Buna basitçe ortak arkadaş ve bu aracılıkla diğerlerinin de tanışmasına vesile olan kişi deniliyor." Yutkundum, arabanın kliması ihtiyacım olan ısıyı veriyordu ama ben az önceye nazaran şakaklarıma kadar terliyordum. İnanmadığı daha doğrusu yeterli görmediği cevabıma karşın kafasını iki yana belli belirsiz salladı.

"Yanlış anlamazsanız eğer, üçünüzün tam olarak ilişkisi ne?" Zoraki dudağım büküldü ve silinmek üzere bir gülümseme belirdi.

"Eski tanışıklığı olan birer arkadaşız, peki siz neden bu kadar çok irdeliyorsunuz bu basit durumu?" Yine sessizlik ve yeniden bir bakışma serüveni. ''Öğrenmek istediğiniz her neyse haddiniz olmadığını belirtmek istiyorum.'' Kafasını eğip bir süre düşündü.

"Buraya kadar getirdiğiniz için teşekkür ederim," elimi kapının mandalına attığım anda diğer elimin üzerinde eş zamanlı bir baskı hissettim. Konuşmanın bu noktada yarı kalıp bitmesini istemiyordu. Hemen kafamı çevirip anlamsızca Zümrüt'ün yüzüne baktığımda söze dahil oldu.

"Milhan, psikolojik bir tedavi sürecinde olduğun için bazen yani belki de etrafında olanları seçemiyorsundur." Kaşlarım çatılırken elimi tutan eli sıkılaştı "Kimseye güvenme, en yakınında bir dostun olduğunu düşünsen de güvenme." Durdu ve elini çekmeden hemen önce, "Yakınında olanlara dikkat et." Dedi. Neredeyse damarlarımdan kanım oluk oluk çekildi.

"Bu ne demek şimdi?" Bu kadını daha iyi tanıyor olabilseydim şuan yüzüne taktığı o çözümsüz ifadesini okuyabilirdim lakin başkasıydı, yabancıydı ve bana hayatımı biliyormuş gibi öğüt veriyordu. Etrafım da yalnızca üç kişi vardı; Vefa, Özdemir ve bir de Mısra. Onların nasıl bir yanlışına denk gelmiş olabilir ki beni muhafaza ediyordu? Tam ağzını açıp konuşacağı vakit telefonundan çınlayan müzikle arabanın içindeki hava anında değişti. Eline aldığı telefonun ekranında geçen ismi okuduğunda o ara hali de değişmişti. "Telefona cevap vermem gerekiyor, daha sonra tekrar konuşalım." Dedi, tek kelime etmeden emniyet kemerimi açtığım gibi arabadan hızla çıktım. Araba gürültülü bir şekilde yanımdan uzaklaşırken aklıma kırmızı ipliğe mandalla tutturulmuş başka şüphe dalgası iliştirildi. Özdemir'le iletişimim kesilmişti, Mısra ise çoktan ortadan kaybolmuştu lakin geriye bir kişi kalıyordu ki o kişi ansızın hayatıma dahil olandı; Vefa. Vefa'ya neden güvenmemeliydim? Bu kadın onun hakkında ne biliyordu da beni muhafaza etmeye çalışıyordu?

Dikilip bedenime soğuğu yediğim kaldırım köşesinde sorgumu kısa kesip kafamı ileride bir iki ek binasının yüksek olduğu hastaneye baktım. Adımlarım yolunda, aklım neredeyse yıllar önceki mevzuda ilerledi. Öyle çok avuç dolusu- hatta taşıran sorularım vardı ki ucunu sonunu kestiremiyordum.

Bir süre sadece Mısra hakkında doktoruma kuracağım cümleleri dizdim zihin defterime, sonra aklımda Zümrüt'ün dediklerinden ötürü Vefa'yla kavga ettim.

Ayak altımda ki bozuk yolun yerini nizami yumuşak taşlar aldığında hastanenin bahçesine vardığımı anladım. Hiç durmadan beyaz mermer taşlı merdivenleri tırmanıp ikinci katta kalan doktorumun odasına çıktım. Önünde üç beş kişinin beklediği kapıyı tıklatma gereği duymadan içeri girdiğimde, Eylül hanım hastasını koltuğa uzatmış önemli bir seansını gerçekleştiriyordu.

"Nefes alışına dikkat e- Milhan?" Odanın ortasında iki elimi hafiften kaldırıp, disiplin kuramı yutmuş kadına anında açıklama yapmak için yutkundum, "Kusura bakma, bölüyorum biliyorum ama, ama önemli bir durum var." Gözlüğünü burun ucundan hırsla çekip çıkardığında boynuna asılı olan ip sayesinde gözlük yalnızca göğsüne çarpıp sallandı ama düşmedi. Çatık kaşları, hışımla gelen adımlarıyla; "Derhal çık odamdan!" Diye azarladı. Ayaklarım geri adımlaması gerekirken bir adım daha ileri attı ve Eylül hanımla burun buruna getirdi beni.

"Konuşmamız lazım." Eğer kesik soluklarım olmasaydı kesinlikle kontrollü sakinliğe sahiptim. İnce kemikli elleri dirseğimi kavrayıp beni geriye çekiştirdiğinde kolumu hızla elinden kurtardım.

"Milhan hemen çık diyorum sana! Hastamı kötü yönde etkiliyorsun!" Tam ağzımı açacağım sıra tekrar aynı tavırla "Çık!" Dedi. Arkada koltukta uzanmış ve yarı uyur halde olan adamdan belli belirsiz mırıltılar çıkmaya başladığında pes edip geri döndüm ve sertçe açtığım kapıyı ardımdan çarparak kapattım. Koridora çıktığımda tüm gözlerin hedefi olmuştum lakin çokta umurumda olan bir durum değildi. Gerilmiş yüzüme ellerimi kapatıp sıvazlarken koridorun başına kadar yürüdüm ardından tabanım üstünde dönüp koridorun sonuna gittim.

Ne kadar bekledim bilmiyorum ama yürümekten ağrılar giren ayağım, kapı açıldığı anda durmuş tüm bedenim kalp atışımla sarsılmaya başlamıştı. Eylül hanım hastasını güler yüzle uğurlayıp bir iki son önemli şeyleri tembihledikten sonra irisleri beni gördüğünde o gülümsemesi de son bulmuştu. Pek keyifsizce, "Gel içeri," dediğinde bozuntuya vermeden tüm o koridordaki meraklı bakışları arkamdan bırakıp tekrar odaya girdim.

"Kapıyı kapat." Anlaşılan tavrı keskin olduğu kadar uzunda sürecekti. Söylediği gibi yaptığımda kalan sabrımla; "Önemli olmasa kapına kadar gelmezdim," gözleri kısılıp üzerimde gezindiğinde devam ettim "Mısra yok, üç gündür kayıp. Bu sabah uyandığımda evde sayamadığım kadar yusufçuk vardı."

"Ne demek Mısra yok?" Kavislenen kaşları göz kapaklarına baskı uygulayıp daha da ufalmasına sebep oldu.

"Bilmiyorum. Arıyorum ulaşılmıyor, hastaneye de gelmemiş." Eli masasının köşesinde duran antika süslü telefona gitti ve tuşladığı dahili numaranın ucunda bağlanan kişiye "Doktor Mısra Metin odasında mı?" Diye sordu ardından ne cevap aldıysa hiç bir şey söylemeden ahizeyi kulağından uzaklaştırıp telefonu yerine bırakıp kapattı.

"İlaçlarını kullanıyor musun?" Hışımla ilerleyip iki elimi masanın üzerine sertçe vurdum.

"Bana bak doktor, sakın beni bu konudan zan altında tutma. Sakın." Burnumdan solarken sanki sol tarafımda acılı bir sızlama baş gösteriyordu. "Mısra ortada yok diyorum. İnanmıyor musun?" Koltuğunda hafiften dik oturdu ve o irisleri yüzümde bir makine gibi irdeleyerek gezindi.

"Mısra üç gündür hastaneye de gelmemiş." Masadan güç alıp eğildiğim yerden kalktım ve bu defa parmaklarımı şakağıma taşırken sıkıntıyla iç çektim. "Nerede olabilir? Başına bir iş gelmez değil mi?"

"Senelik iznine çıkmış," boğazını temizledi ve olabildiğince ciddi bakıp, "İdare öyle bilgisini verdi, lakin sen ortada olmadığını iddia ediyorsun. Aynı evde yaşadığın kişiye ne olmuş olabilir? Daha doğrusu onun kaybolduğuna ne kadar eminsin?" Şaşkınlıktan yerinde fal taşına dönmüş gözlerim ve duyduklarıma inanma sürecim beni ciddi anlamda alt üst etmişti. Kısa bir an bana karşı bu cümleleri gerçekten kurdu mu diye düşündüm. Yanılgısız, doktor benim herhangi bir eyleme tabii olduğumu öne sürüyordu.

"Eylül, öncesinde bana öyle bakmaktan vazgeç." İşaret parmağım ona yöneldiğinde ayağı kalkıp yanıma geldi ve tam karşımda durdu. "Mısra hangi cehennem de bilmiyorum ama bu sabah o yusufçuklar kesinlikle onun işiydi." Hangi birinden bahsedip hangi konuyu kanıtlayacağımı şaşırmıştım. Toparlayamadığım afallama sürecinin içinde- ağa takılı bir sinek gibiydim.

"Sakinleşmen gerekiyor." Ne olduğunu anlamadan hemen önce elime bir bardak su tutuşturulmuş ve omuzlarımı kavrayan elleri yanımda duran sandalyeye oturtmuştu beni. Tepeme dikilen kadın derin bakışlarıyla ifademi alırken hemen karşıma oturdu.

"Mısra'yı en son nerede gördün?" Hatırlamak adına bir iki gün öncesine gittim ardından beklemeden, "Burada, koridorda sizinle seansım sonrasında. Üç gün önce." Titreyen ellerim birbirine dolandı, boğazım her yutkunuşumda kurudu. "Vefa'yı göndermiş, yanımda kalması adına mesaj atmış ona. Vefa da yanımda kaldı bir gece. O da aradı ama yoktu." Gözüm bir noktaya ilişip sabit kaldı, "Her yerde yusufçuklar vardı, kafesin içindeydiler normalde ama biri- ki bu Mısra haricinde başka biri olamaz- onu evin ortasında açmıştı. Her yerdelerdi.." Avuçlarım kafamın iki tarafından şakaklarıma baskı uygularken artık ruhen bir şeylerin ağır geldiğini hissettim.

"Milhan, Mısra neden bir anda ortadan kaybolsun? Bak en son burada gördüğünü ifade ettiğin gün Mısra imza atarak bizzat yönetimden arz ederek senelik iznine çıkmış." Kafamı hızla kaldırıp karşımda ki kadına baktım. "Nereden bileyim?" Dedim, artık bu oda dahi dar gelmeye başlamıştı. "Bekle," Aklıma düşen fikirle devam ettim, "Zümrüt yaptı. Onlar evimizin etrafındaydılar, bir saat önce bana dedi ki etrafındakilere  güvenme. Kendileri bir şey yaptı ve benimde Vefa'dan şüphelenmemi istediler." Tüm damarlarımın çekildiğini hissediyordum.

"Zümrüt kim Milhan?" Hâlâ sesi sakin ve dikkatli çıkan kadına göz ucuyla baktım. "Sözde komşumuz? Kadının silahı var, kocasının da öyle. Asla güvenmedim o ikisine. Polise haber vereceğim." Hızla ayağı kalktığımda benim aksime sükunetle yerinden kıpırdamadan; "Milhan rica ediyorum sakin ol ve otur." İşaret parmağımı kaldırıp onu durdurduğumda bir kez daha ikazda bulundu.

"Milhan." Kapıya doğru ilerlediğimde artık duyduğum ses kesinlikle tehdit doluydu. "Biraz daha tutarsız davranırsan bu kadar anlayışlı olmayacağım sana."

"Ne yaptığını sanıyorsun sen?" Sinirleniyordum ve gözümün kararması an meselesiydi.

"Buraya ne için geldin Milhan?" Başıma ağrılar sokan açık uçlu sorular tekrar gün yüzüne çıktığında arkamda kalan pencereyi açıp hiç tereddüt etmeden oradan bedenimi aşağı atmak istedim. Kendime en azından düşünmem adına küçük bir an yakalayıp sakinliğime sinerek karşımda ki kadına baktım. Ona kanıtlamam, en azından güvenmesini sağlamak adına bir kez daha olayı yaşadığım güne döndüm.

"Abimi gördüğüm gün, onun peşinden çıkıp gittim lakin Vefa engel oldu. Ormanın ortasında düşüp kaldım, ne oldu nasıl oldu pek emin değilim ama Zümrüt diye bir kadın çıkageldi ve elinde- kendisine ait olduğu hatta bir çok kez kullanmış gibi tuttuğu silahını direkt Vefa'ya yönlendirdi." Bir kez daha nefesimi düzende tutarak bekledim ardından, "Orada kısa bir açıklama döndü ve ben o sırada kendimden geçmiştim. Uyandığımda Mısra'larla birlikte o kadın ve eşi salondaydı. Bir samimiyet kurulmuştu ama ben tamamen uyanana kadar gittiler." Sırtım arkamdaki koltuğa yaslandı ve ciddiyetle karşımda beni dinleyen kadının kaçırabileceği herhangi bir jesti yakalamak adına dikkatle yüzünü inceledim.

"Evin etrafında bir kaç kez gördüm onları. Nasıl denk getiriyorlarsa artık bir anı yakalayıp bizimle iletişime geçiyorlar. Ayrıca sürekli arabanın içindeler. Onların Mısra'nın evine yakın bir yerde oturacaklarını sanmıyorum." Bu defa sıkıntıyla iç çekme sırası doktorumdaydı. Çam yeşili kemik gözlüğünü burun ucundan kaydırıp yüzünden çekti.

"Milhan, Mısra senin adına benimle konuşmaya geldiğinde tanıyıp tanımayacağın toplam iki kişiden bahsetti. Bunlardan biri abin Alçun ve üniversiteden arkadaşın Özdemir.'' O kadar sakin konuşuyordu ki tek temennisi bana bir şeyleri fark ettirmekti. ''Tedavi sürecinde Mısra'nın abisi olabileceğini öne sürdüğün bir adamdan bahsettin ve bu adam aynı zamanda abin Alçun'la yakın itibarda olan Deniz isimli biri, buraya kadar doğru mu?'' Kafamı sabırsızlıkla sallarken dişlerim tırnak kenarlarımı kemirmekle meşguldü. ''Deniz ve Alçun'un polis olan arkadaşları vardı lakin sen pek bir şey hatırlamıyorsun o kişiye dair. Bunlar tamamen geçmişinde var olan kişiler. Ayrıca varlıkları kabul edilebilinir.'' Durakladı ve doğru kelimeyi seçmek için bekledi ardından; ''Mısra'yı bir şeyler hakkında zan altında bırakman faslını geçersek, şimdide eviniz etrafında gezinen evli bir çiftten bahsediyorsun. Ama sence de bir yerde kopukluk yok mu Milhan? Mantıklı açısından bak sende ne olur. Her geldiğinde bir başka şahsı anlatıyorsun ve hepsi olaylı bir şekilde hayatına dahil oluyor."

"Size yalan söylemiyorum. Aklımın da kurduğu insanlar değil. Vefa en büyük şahidim." Keyifsizce bakışlarını üzerimde sabit tuttu. "Mısra üç gündür evde değil ve sen şimdi mi etrafta onu arıyorsun?" Artık konuşmaya pek istekli değildim. Çözüm bulmak adına geldiğim yerde kendimi kanıtlamaktan başka halt edemiyordum. Ne söylersem söyleyeyim, dediklerime temini olmayacaktı anlaşılan.

"Zümrüt bu sabah bana Vefa'ya güvenmememi ima etti." Belli belirsiz kafasını salladı ama bunu ne için onaylamaya niyet etti bilmiyorum.

"Sende zaten Vefa'ya hiç güvenmiyordun değil mi Milhan? Zor durumda kaldığında baş vurduğun bir kaçış yolun oldu artık bu durum. Lütfen düşün, mantıklı düşünen bir adamsın sen, neden sizi yeni tanımış bir kadın sana Vefa hakkında uyarıda bulunsun?" Dişlerimi sıktım lakin ona bunu belli etmek istemiyordum. "Senin için bir önerim var, ikinci katta odalarımızdan birinde istirahat et sana vitamin serumu takalım birazda olsa rahatlarsın ve ben de Mısra'yı bulayım. Olur mu? Endişelendiğin için yorgunsun, biraz dinlenmek senin için iyi gelecek."

"Sana güvenebileceğimi düşünüyordum, çünkü sen buna inandırdın beni." Hayal kırıklığıyla karşımdaki kadına baktım. ''Etrafımda dönen hadiseler hayal ürünüm mü? Bu mu senin gördüğün tedavi çözümün? Hiç şüphesiz yanılmadım, sen ve senin gibilerden medet umulmaz.'' Çenem hafiften kasıldı ve ellerim sakince oturduğum koltuğun ahşaptan işlenmiş kollarını kavradı.

"Milhan, yeni reaksiyonların olduğunu seziyorum." Kafamı olumsuz anlamda salladım.

"Benim tek sorunum, geçmişimin silik olması. Başka eksiğim yok." Kendimi biliyordum, insanlardan çok kendimle konuşuyordum ve ben nasıl biri olduğumu gayet iyi bilip tanıyordum. "Bence sen kendine bitki çayı söyle Eylül Hanım, sana ayak uyduracak hastalarınla ilgilen. Ben kendi işimi kendim hallederim." Yerimden aynı sakinlikle kalktım.

"Farkında olmadan Mısra'ya zarar vermiş olabilirsin." Soğuk kanlılıkla kurduğu cümle etime lime lime battı. "Bana en azından anlat. Kavga mı ettiniz? Seni sinirlendirdi mi, ne yaşandı aranızda." Sevinmeli miydim bilmiyorum çünkü az önce Mısra'nın kayıp olması ihtimalime dahi inanmıyordu, şimdiyse zoraki inandığı şeyi üzerime yamalıyordu. Aslında şuan dozu atmış bir sinirin ortasındaydım ve kesinlikle kolayca dinecek gibi değildi.

"Aramızda hiç bir şey yaşanmadı!" Bağırdığım anda sesim o kireç beyazı duvarlarda yankılandı, nedensizce burnuma doldu acı hastane kokusu ve bu daha çok gerilmeme sebebiyet verdi "Bu konuda nasıl," cümlelerim tamdı hatta tavrımda öyle lakin nefesimi kesip kelimemi yarıda bırakan bir şey vardı; zoruma gitmişti. O an kabullenemedim bu çirkin cümlenin bana yakıştırılıyor olmasına. Kaşlarım çatılırken defalarca kez yutkunarak, "Beni nasıl böyle bir zan altında tutarsınız Eylül Hanım? Ben, kendimi kaybetsem bile kimseye zarar vermem." Tekrar yutkunduğumda aklıma Vefa'ya uğrattığım hasar geldi. "Ben," yumruk olmuş ellerim zihnime dolan görsellerle kaskatı kesildi. Hiç bu kadar söylediğim cümlelerle çelişmemiştim. İnancımın yettiği kadarıyla birine zarar verme ihtimalim dahi söz bahis olamazken zihnimde ki kirli görüntülerde boğazladığım bedenler vardı. Yine de Mısra'ya zarar vermedim. 

Toprağı hissediyordum. Avuç içlerim karıncalanıyordu ve bedenim içten içe sallantıdaydı. Dış dünyaya kapanmış kapılarım hatırıma acımasızca gerçekleri seriyordu. Burnuma dolan deniz kokusuyla gözlerimi kapadım.  Aceleyle eşeliyordum toprağı, sonra bir deniz kenarı akıyordu zihnime. Kumu ıslatan kan. Yanan odun parçaları. Gözlerimin içine bakan bakışlar. Anlamlandıramadığım bir çok görüntü şakaklarımı sızlatarak giriyordu hatırıma. "Ben kimseye zarar vermedim." Diyebildim, gerçi dilim damağıma çarpıp dişlerim arasında zorla dönse de ağzımdan çıkmıştı işte. Gözlerimi aniden açtım ve aynı paralellikle açıldı dış dünyaya kapılarım.

"Mısra'yı bulmam gerekiyor." Eylül Hanım'a değil de daha çok kendime hatırlattım. Hareketsiz kalan kadın sadece tüm bu süreç boyunca nasıl bir tutumda bulunduğumu inceledi ve odasını terk edip çıktığımda da yalnızca o sus pus olduğu koltuğunda arkamdan bakmakla yetindi. Zor değildi, o kadının yaptığı tek şey böyle etkisiz kalmaktı.

Nereye gittiğimi bilmeyen adımlarım altımda kayan yeri emin bir şekilde sertçe vurarak ilerledi. Büyük binadan çıktığımda bahçeye geçip boş banklardan birine oturdum. Dirseklerimi yasladığım dizlerim artık ağrımaya başlamıştı. Kafamı eğip ellerim arasına aldım, nefesim hâlâ normaldi ve bu soluklanmayı dinlemem bir nebzede olsa düşünmeme yardımcı oluyordu. Telefonuma mesaj bildirimi geldiğinde montumun cebinden çıkarıp açtığım ekrana baktım, Mısra'dan olmasını umuyordum lakin okuduğum isim başkaydı. Geriye yalnız o kalmış gibiydi. Herkesi tek tek yitirirken, onu kazanıyordum sanki. Az önceki sinirden kasılmış ellerimi açıp kapayarak kan dolaşımını düzene soktum ardından mesaj kutusunu açtım.

"Yaraların, ışığın içeri girdiği yerdir. Seni acıtan, üzen, yara açan her şey seni aynı zamanda kutsar. Karanlık, senin aydınlatıcı mumundur. Yıkımın olduğu yerde hazine bulunur." Gözlerimin takip ettiği her kelimede kısa duraklamalarla geçtim. Onun en iyi yaptığı şey işte buydu. Vefa, tanıdığım kadarıyla elini ancak bu şekilde uzatıp tutuyordu. Geçmişime benziyordu, iyi biri olmaya çalışıyordu tıpkı eskiden olduğum gibi. Bu yüzden.. hayatımdan en çabuk şekilde yalnızca onun çıkmasını istiyordum. Daha fazla ileri gitmeden, bağ kurmadan. Vazgeçemeyecek raddeye gelmeden, abimin beni etkisi altına aldığı gibi onu etkim altına almadan hemen öncesinde kurtulup gitmesini istiyordum. Zaten bir süre sonra onu da unutabilirdim. "Yaralarından kaçma. Yaraların, ışığın içine nüfuz edeceği yerdir." Kafamı kaldırıp bahçedeki insanlara baktım. Mesajın son kısımlarındaydım ve bu teselli dolu mesajın sonunu tahmin edebiliyordum. Daha öncesinde yitirdiğim birini anımsıyordum. İçimde başa gelen bir özlem vardı; Özdemir'i özlediğimi hissediyorum. Hemen peşinden bir telaşe geliyor, kadim dostum kim bilir nerede, ne işle uğraş veriyordu? Onsuz günlere bu kadar çabuk alışmış olmam ne kadar acınasıydı.

Bu hissi biliyordum.

Tekrar kafamı eğip mesajın son mısralarını okudum, "Hüzünlerin olduğu zaman şefkatin artar. Yeter ki açık kalpli ol. Acının, şefkate dönüşmesine izin ver."

Bir kez daha aynı durumla karşı karşıyaydım.

"Milhan Ziyad, üstüm de ki hakkını ödeyemeyecek olmanın ağırlığı var, isterdim ki en azından yanında kalıp tesellin olabilseydim. Olmadı, olmuyormuş." Ekranda kayan parmağım durdu ve aşağı inemedi bir süre. Biraz sonra okuyacağım şeyi biliyordum. Vedalar, kayıplar benim alışagelmiş yeganemdi. Tepemden göğe yükselen iri çınarların savurduğu yapraklarının kokusunu çektim sert esen rüzgarın eşliğinde. Bu sürede kendimi hazırda tuttum, ardından parmağım tekrar ekranda yukarı kaydı ve son cümleler görüş alanıma geldi.

"Bana gururumu kazandırdığın için minnettarım. İyi ol. Kendini hiç bir şey adına suçlama." Telefonu kapatıp tekrar cebime koydum. Ayağı kalktım ve ağaç dallarında yeniden can bulan tomurcukların altından ağır adımlarımla yürüdüm. Bir şeylerin devam etmesinden ziyade bittiğini bilmek daha iyi geliyordu. İnsan bir; biri öldüğünde biliyordu nerede olduğunu bir de bağını bitirdiği anda. Derin bilinmezlikler yerine en kötüsüyle dahi bilmek doyuruyordu tabiri caizse. En büyük yük de sevgiydi, insanı kedere de boğan; toz pembeye de bulayan. Şimdi omuzlarımda ki tüm o yükler az önce adımlarken arkamda bıraktığım banktaydı. Ciğerlerim dahi, aldığı nefesin tadına varıyordu artık.

Hastane yolundan çıkıp nasıl olduğunu boş kafayla düşünemediğim o uzunca yolu geçip Mısra'nın evine gelmiştim. Bir umut içeri girdiğimde yine boş odalardan başka karşılayanım olmamıştı. O nereye gitti bilmiyorum ama kaçtığı şeyden kurtulması şerefine bir nebze içim rahatlayabilirdi. Yatak odasına girip orta boyuttaki çantama tüm eşyalarımı koydum. Defterlerimi toparladım ve sabah açık bıraktığım pencereyi sıkıca kapattım. Bu sürede iç sesimle derin bir sohbetteydim, bana bir evi terk etmenin ağır gelip gelemeyeceğini soruyordu bense ona; ait olmadığım evin üzerimde hiç bir duyguya değinmeyeceğini iletiyordum.

Gözlerim neredeyse hiç değmedi duvarlara, çiftli koltuğa hatta mutfağın girişine. Adımlarım dış kapıda son bulduğunda boğazımda ağırlık hissettim. Bir şeyler zoruma gidiyordu ama bunu kimselere açıklayamıyordum. Oysaki hayatıma kimseyi dahil etmiyorken, nasıl bu kadar insanı kaybettiğime mantığımı erdiremiyorum. Dünyevi cezam, küçümsenmeyecek kadar acı doluydu.

Evden çıkıp, merkeze kadar ayaklarım sızlayana dek yürüdüm. Otogara giden bir otobüse binerken hiç alışamadığım ani telefon çalışıyla duraklayıp ekranımda uzun zamandır görmediğim isimi bekletmeden cevapladım.

"Merhaba Milhan, müsait misin?" Özdemir..

Kafamı belli belirsiz sallayıp kısaca "Evet." Diyebildim. Sakince boş bir koltuğa oturduğumda karşı taraftan iç çekişi duydum. "Rahatsız ettim kusura bakma, Mısra'ya ulaşamıyorum, o yanında mı?" Bu defa kafamı eğip dizlerimi sıkan elime baktım. Neden suçlu hissediyorum? Neden.. ben bir şey yapmışım gibi korkuyla geriliyor yüreğim?

"Bende bilmiyorum Özdemir. İki üç gündür ulaşamıyorum. Nerede, ne halde bilmiyorum." Defalarca kez yutkundum ve donuk bakışlarımı süretle devam eden arabanın camına çevirdim.

"Ne diyorsun sen Milhan? Ne demek bilmiyorum? Kız üç gündür ortada yok ve sen hiç bir halt yapmadın mı?" Kaşlarım çatılırken bir kez daha gırtlağım yutkunuşu karşılamaya çalıştı ama daha da ağırlaşıyordu. "Elimden geleni yaptım ama geri dönüş olmadı."

"Allah kahretsin kızın başına bir iş mi geldi?" Özdemir endişe ettikçe içimde büyüyen siniri dizginleyemiyordum.

"Bilmiyorum!" Yükselen sesimle birlikte etrafımda ki gözlerin hedefi olduğumu fark etmiştim ama bunu belli etmemeye çalıştım. Hiç bir şey demeden telefon bir anda suratıma kapatıldı.

Yüzümü cama doğru tamamen çevirip hırstan yanak içimi kopararak az önce yaşadığım konuşmanın üstesinden gelmeyi bekledim. Bir bilinmezliğin kıyısındaydım lakin kimse bunu anlamıyordu.

Yol boyunca sadece dışarıyı izleyerek ve olabildiğince boğazıma yapışan sorulardan arınarak geçirdim. Dört saatin ardından yumuşak esen rüzgarıyla burada yaşayan insanları mest eden şehre gelmiştim. Artık o yoğun bakışlarımdan arınmış irislerim ayakkabımın ucundan yukarı kalkmıyor, dudaklarım bir şey söylememesine rağmen hareket ediyordu. Şehrin akan trafiği ve yine de sabırsız olan sakinleri gürültü çıkarıyordu.

Okul çıkış saatiydi, genç ruhlar tutsak edildiği yerden firar ediyor ve özgürce sokağı dolduruyordu. Birbirlerine anlatacak ne çok konuları var, ne çok açlık çekiyorlar parlak fikirlerini dışarı vurmak için. Çığlıklı gülüşler, hırslı temaslar ve yorgun omuzlar. İnsanlar kitapları akıllarında değil de sırtlarında taşıdıkça daha çok yorulurlardı.

Bir grup öğrenci önümden karşı yola geçtiğinde duraklayıp onlara izin verdim ve kafamı kaldırıp tüm o genç insanlara baktım. Sanırım kendi öğrencilerimi özlemiştim, onların açık ufuklarını, boyalı ellerini ve dünyayı farklı gören gözlerini. Hâlâ bir noktada dünyanın rengarenk oluşuna inancım vardı. Benden yana kasırgalar kopsa da, karanlık çökse de dünyanın diğer ucu güneşi görmeye devam edecekti.

Genç grup gittiğinde adımlarım öne atıldı ve tam o anda arkamdan gelen ses bir kez daha mıh gibi tabanlarımı çaktı kaldırıma.

"Alçun?" Nefesim hızlandı, göğsüm derince gerildi ve aynı süratle daraldı. "Alçun Ziyad?" Çenem kadar kasılırken bir süre sonra arkamdan seslenen kişi bana yetişmiş ve önüme geçmişti. Eli koluma dokunduğunda ne ara eğdiğimi bilmediğim kafamı ağır ağır kaldırdım ardından karşımda ki kadınla göz göze geldim.

Ne olduğunu anlayamadan kadın elini kolumdan çekip korkuyla yerinden sarsılırken nutku tutulmuş haliyle bakmaya devam etti. Kır saçları ensesinde toplu, epeyce kilolu ve baktıkça hatırıma düşen simasıyla o kadını tekrar görmenin şaşkınlığıyla neredeyse ağzım açıkta kalacaktı.

"Hanzade?" Endişeyle karışık şaşkınlığını gayet açık ifade eden kadın iç çekmeden önce ağzına kapattığı ellerini yavaşça aşağı indirdi. "Milhan.. sen misin?" Onun aksine neşem yerine gelirken bir kolumu hafiften koluna sarıp sarıldım lakin pek karşılık alamadım. "Evet, benim tabii ki." Geri çekildiğimde ancak o zaman yanında küçük bir kızın var olduğunu fark ettim. Durumu pek anlamadığı için bana ve tişörtüne tutunduğu Hanzade'ye bakıyordu.

"Seni Alçun sandım. Ne kadar çok.." Adımını geri atıp atmamak içinde uğraş verirken sanki benimle karşılaştığına pek memnun olmamış gibiydi. "Ona ne kadar çok benziyorsun. Sen, yani." Yüzü gerildiğinde elini yanındaki kızın küçük eline sardı. İstemsizce ifadem düşerken neden onun böyle davrandığını çözmeye çalışıyordum.

"Seni gördüğüme sevindim Hanzade." Avuçlarım ceplerimde sıkı sıkıya dururken şimdi karşımda ki kadına karşın çekingendim. Beni abim sanana kadar gayet neşeli olan kadın şimdi görünür bir halde memnuniyetsizdi.

Kurduğum cümlemi yoksa benimle hala karşılaşıyor olmak mı onu şaşırtıyordu bilmiyorum ama şöyle hafiften kafasını eğip yüzümü süzdü. "Değişmişsin." Dönüp küçük kıza sonra etrafına kısa bakış attı.

"Sende öyle, saçlarında tek bir beyaz sayılmazdı şimdi yılları çoktan ardında bırakmış gibisin." Kaşları hayretle yukarı kalktı ardından dudakları aralandı ama söyleyecek sözleri yoktu.

"Anne kusuruma bakma ya." Aniden yanımıza gelen kadın bir anda Hanze'deyle olan garip bakışmamı yarıda kesmişti.

"Sorun değil, sen al çocuğu benim biraz işim var." Dedi Hanzade ve küçük kızın elini bırakıp orta yaşlarda olan kadına doğru yöneltti. Kadın şöyle gelişi güzel bana baktıktan sonra çok irdelemeden küçük kızı aldığı gibi yanımızdan ayrıldı.

Kısa bir an daha aramızda açıklanmaz bakışmamız süregeldiğinde artık ayakta duramayacağımı anlayıp sokaktaki küçük kafeye doğru baktım.

"Zamanın varsa eğer biraz konuşabilir miyiz?" Çekinmeme rağmen büyük bir istekle karşımda ki kadının gözlerinin içine baktım. Yalnızca kafasını salladı ve baktığım yöne dönüp kafeye ilerledi bende hemen ardından gittim. Onu aylar önce hastanede gördüğümü sandığım anları hatırladım oysaki uzunca bir zaman hiç denk gelmemiştik bilhassa onun bu kadar yaşlandığını ilk görüşümdü. Hatırladığım kadarıyla bana nazik davranan samimi bir kadındı lakin şimdi karşılaştığım hali iç ürpertecek kadar yabancıydı.

Karşılıklı oturduk. Boncuk bilezikli ellerini masanın üzerinde birleştirdiğinde bende yalnızca sırtımı sandalyeye yasladım.

"İyi görünüyorsun." Konuşma faslını bana bırakmadığı için minnet duyuyordum çünkü oturduğum yerden kabuğuma sığınmışken dilim söze cümleye dönmeyecek haldeydi. Belli belirsiz kafamı salladığım da o hiç sonlandıramadığı irdeleyici bakışları üzerimde dolaştı. "On yıl olmuş mudur?" En son ki karşılaşmamıza ithaf ediyordu.

"Emin değilim, ben eskiyi pek hatırlamıyorum." Şimdi kafa sallayıp onaylama sırası ondaydı. "Şu kara elmasların olmasa neredeyse Alçun sanacaktım seni." İşaret parmağı gözlerimi işaret ettiğinde dudaklarımda acı bir gülümseme oturmuştu.

"Ona benzemiyorum." Soluğuyla birlikte güldü ve hafiften gözlerini devirdi.

"Doğru evlat, Alçun beyefendi biriydi lakin sen," eskilerden bir anı hatırlar gibi olduğunda yüzü tekrar asılmıştı. "Kaba bir çocuktun." Diyerek sitem etmişti. İstemsizce kaşlarım çatılırken bu anlattığının tam tersini söylemesi gerektiğini düşünüyordum. "İki çift muhabbetimiz ya olurdu ya da olmazdı. Umarım şuan göründüğün gibi büyümüş ve daha iyi bir adam olmuşsundur." Hafiften öne doğru yöneltim bedenimi lakin karnım masaya çarptığında öylece durmuştum.

"Beni abimle karıştırıyor olabilir misiniz acaba? Çünkü izah ettiğiniz tabir beni değil daha çok abimi anlatıyor gibi." Emin bir halde kafasını salladığında koca bir boşluk genişleyip içine çekmişti tümüyle beni.

"Gayet iyi hatırlıyorum Milhan, seni de çok az görürdüm zaten. Her gelişin.. bir felaketti." Ne tepki vereceğimi bilemeden karşımda ki kadına baktım yalnızca. Susup olayın bir noktasından ip söküğünü yakalamayı bekledim. "Sahi, toy bir gençken o kanserli çocuğun yanına gelip haram ederdin hep gününü. Neden öyle yapıyordun ki?" Bahsettiği kişi Mısra'nın abisi Deniz'di amma velakin Deniz'in ziyaretlerine gittiğimde hatırladığım kadarıyla hep sakin ve üzüntüyle giderdim yine de orayı alt üst edecek bir durumum olmazdı.

"Deniz'i ziyaret etmeye geldiğimde onun en sevdiği çiçekleri götürürdüm. Onunla sohbet eder ve tek temennimle hatırlayamadığım o günlerimi anlatmasını isterdim. Ailemi anlatmasını isterdim yalnızca çünkü ondan başka geçmişi hatırlayan biri kalmamıştı geriye." İşaret parmağını hafiften yukarı kaldırıp sala sola salladı.

"Hayır hayır, kesinlikle böyle değil. Çok iyi hatırlıyorum, serum hortumunu adamın boğazına sarıp öldürmeye kalkmıştın." Hanzade'nin bakışları altında ezildim. Kesinlikle kabul etmeyeceğini ortaya koyarak bir başka olayı öne sürmüştü lakin dediği şeyi hatırlamıyordum.

"Çiçek getirdiğini hatırlıyorum ama o çiçekler bir gün sonra ölüp giderdi." Boğazımda ki kuruluğun üzerine sertçe yutkundum. Hanzade'yle iyi anlaşıp muhabbet eden bendim.. üstelik ona da çiçek götürürdüm. Ağrıyan başıma uygulayabileceğim tek şey parmaklarımı yer yer alnıma bastırmak olacaktı.

"Hayır ben gerçekten anlamıyorum.. ben, seni çok sever saygı duyardım. Seninle olan muhabbetlerimizi bile az çok hatırlar gibiyim. Hanzade sen neler anlatıyorsun böyle?" Neredeyse çaresizce baktığım gözler acıyarak karşılık veriyordu bana.

"Gördüğün tedavi yüzünden mi böylesin?" Diye sordu aniden. Omuzlarım düştü ve bilinmezlikle gözlerine bakmaya devam ettim. Yaşlı kadının o sert tavrı bir anda eridi, gözleri kısıldı ve cam gibi parladı pınarları. "Yazık olmuş size Milhan." Diyebildi dudaklarından hıçkırığını kaçırmadan evvel. Parmakları ağzının üzerine kapandığında tekrardan hayret içinde geriye yaslandım ve karşımda ki kadının ağlamasını izledim. Ne tepki vermem gerektiğini bile bilmiyorken. "O zaman da çok üzülürdüm halinize. Alçun'un aldığı sorumluluklar, senin bozuk psikolojin. İki kardeş, anasız babasız." Sanki dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığım kişilerden bahsediyormuş gibi hissediyorum. Yani demek istediğim o ki, yüreğime hiç düşmüyordu acı. Alçun'a yazık olmuş diyemiyorum ya da Milhan'a.

Ama Alçun'u anlatıldığı kadar masum bulmuyorum. Çocukluğuma gönülmüş bir avuç çamurdan topraktı kendisi, varlığıyla haramdı bana. O iyi bir adam değildi ve tek fetişi hayatımı mahvedecek her türlü imkanı elinin tersiyle itmeden dolu dolu yapıyor olmasıydı. Tabiriyle o, başkalarına olan hırsıyla zihninde kirli cinayetler işleyen zalim bir adamdı.

"Hanzade," masanın üzerinde duran elinin üzerine elimi bıraktım. "Alçun iyi biri değildi. Ben onun yüzünden geçmişimi kaybettim. Anılarım yok, yaşantım eksik. O sağlıklı düşünemeyen biriydi." Sesim o kadar alçaktan çıkıyordu ki Hanzade'nin beni duymasını ve tekrar ettirmemesi için büyük bir çaba içindeydim.

Bir kez daha omuzları titredi ve ağlamasına devam etti sessizce.

"Ben sana çiçekler getirdim. Ben seninle hep konuşurdum ve ben Deniz'e hayallerini çizen kişiydim." Elini avucumun altından çevirip sahiplenici bir halde elimi sıkıca tuttu.

"Seninle yalnızca bir kere uzunca konuşma şansımız oldu Milhan." Kabullenmek istemiyordum ama onun anlatacakları da benim için önemliydi.

"O gün, kanser tedavisi gören çocuk fenalaşmıştı.." Donuk halimle sadece tutunabileceğim bir anı anlatmasını bekliyordum. "Güvenlikte ben duruyordum. Selam dahi vermeden çıktın hasta katına  bir ya da iki saat sonra koşarak indin ve etraf da hemşirelerden birini arıyordun sanırım pek emin değilim, çok ağlamıştın belliydi yüzünden dahi silinmemişti yaşların." Tekrar geriye yaslandım ve ellerimi dizlerim üstüne bırakıp can kulağıyla karşımda ki kadını dikkate alıp dinledim. ''Alçun gelmişti dışardan ve seni girişte öyle görünce gözü kimseyi görmeden çıktı yukarı ama sen bir daha çıkamadın yalnızca yüzünde o ağlamaklı ifadeyle durup merdivenleri izledin. Yanına geldiğim de üstünden o donuk ifadeni atamamıştın dün gibi aklımda o çaresiz bakışların. Aslına bakarsan on sekiz ya da on dokuz yaşlarında bir delikanlıydın ama ben gerçekten çok çekiniyor, doğrusunu söylemek gerekirse korkardım senden.'' Yüzümden tek bir ifade dahi geçmeden dilime mühür vurulmuş yerimden dinlemeye devam ettin.

''Adına çok üzülmüştüm bu yüzden sana yardımcı olup dışarı çıkardım seni. Uzunca bir süre o bankın ucunda kendi halinde oturdun sonra ne olduysa dönüp bana 'Hanzade, herkes yaşattığını ölmeden önce yaşar mı?' diye sordun ve bende seni bekletmeden onayladım. Sonra hastaneyi gösterip 'O halde o, yaşattığını yaşıyor bu acıların sonu gelmeyecek dedin.'' Anlattığı şeyi hatırlamıyordum lakin bir o kadarda doğru geliyordu kulağıma. 

''Bu nasıl söylenir bilmiyorum Milhan,'' Elini çenesinin altına koyup bir müddet düşündü. ''Bana neden o gün bu cümleleri kurdun bilmiyorum, ne ciddiye alınacak kadar gerçekti ne de önemsenmeyecek kadar basit. Alçun'un çocukluğundan beri hayatını zora sokan kişilerin ölüm sahnesini aklında kurup sonrasında sana çizdirdiğini söyledin. İnanmadım söylediğin şeye çünkü Alçun gerekli zamanlarda tanıştığınız kişilere senin psikolojik sorunların olduğundan bahseder bilgilendirirdi. Bana da sohbet ettiğimiz zaman anlatmıştı.'' Sakince söylenenleri karşıladım. Ne inkar ettim ne de açıklama yaptım sadece kulağımın daha ne kadar kötü şeyler duyabileceğini bekledim. Kafamı hafiften kaldırıp devam etmesi için komut verdiğimde karşımdaki kadın nasıl bu kadar sakin kalabildiğimi garipseyerek devam etti.

''Senin söylemine göre Alçun planlıyor, sen bu planı görselliğe döküyorsun ve o hasta genç yani Deniz bile isteye ölümü kurulmuş insanları katlediyormuş. Ayrıca Deniz'in erkek arkadaşı olan bir polis her şeyi örtbas ediyormuş.'' Kadın sıkıla çekine anlattığı şeyleri şimdi dahi yaşıyormuş gibi tüyleri ürpermiş ve kafasını olumsuz anlamda sallamıştı. ''Bu korkunç,'' 

''O çizimleri tamamladım.'' Dediğim de Hanzade resmen yerinde titreyerek sandalyesinin gövdesine sığındı. ''Hayatımın başlangıç noktasını hatırlamıyorum Hanzade, sanki bir anda uykudan uyandım ve kendimi üniversite zamanımda buldum. Ailem yoktu, dünlerimde hatırladığım bir avuç kadardı. Doktorum dedi ki çok ağır tedavilerden geçmişim lakin ben hiç birini hatırlamıyorum.'' Öylesine rahat hissediyordum ki, yaşadığım her şeyi karşım da bana korkuyla bakan kadının eteklerine dökmek istiyordum. O benim unuttuğum yerden kalan tek kişiydi. 

''Hatırlıyorum yani tedavi gördüğün zamanları, Alçun seni şehir dışında bir hastaneye sevk ettirmiş zaten ben ondan sonra seni göremedim. Ailenin vefat ettiği dönemlerdi.'' Eli yüreğinde daha ne kadar karşımda oturur ve benimle konuşurdu bilmiyorum ama nedense gitmeyeceğinden emindim. ''O gün bana bir şeyden daha bahsetmiştin.'' Onu hemen onayladığım da Hanzade'yle oturduğum bankı, tenimi üşüten sonbahar rüzgarını ve sımsıkı sarıldığım dizlerimi hatırlamıştım. 

''Annemi ve babamı Alçun öldürdü.'' Dediğimde elleri kulakları ve yüzü arasında gidip geldi. Duymak istemediği ama yıllarca o aklının bir köşesinde taze kalan cümlelerimi tekrar işitmenin acısıyla yüzünü buruşturdu. ''Evinde içindelerdi, alevler her yerdeydi. Ev neredeyse küle dönmüştü ve içeriden onların sesi gelmiyordu.''

''Sus!'' Sandalyesini kaydırıp hışımla ayağı kalktığında ince kazağıma ardı ardına dökülen şeyle hafiften kafamı eğip oraya bakmaya çalıştım lakin bulanık görüşüm buna izin vermedi zaten o ana kadar ağladığımı dahi anlayamamıştım. ''Sen hala kötü düşünen bir çocuksun Milhan, evet haklısın ailen dehşet bir olaya kurban gitmiş ama abini bu işe dahil etmen çok korkunç.'' Çantasını masanın üzerinden almadan evvel son kez yüzüme baktığında ondan önce davranıp;

''Üzgünüm Hanzade geçmişi konuşup senin de canını sıkmak değildi amacım,'' Sandalyemi hafiften arkaya ittim ve ayağı kalktım. ''Sana söylemek istediğim bir şey var, yine inanıp inanmamak senin takdirindir.'' Elleri sıkı sıkıya çanta kulpunu tutuyor ve hayatıma tam da durduğu yerden acıyarak bakıyordu. ''Belki de tüm olaylı zamanlarımıza denk gelmiş biri olarak mantıklı düşünmeni istiyorum; neden tüm o insanların içinde aklını yitiren yalnızca bendim? Neden Alçun insanlara psikolojimden bahsetme gereği duyuyordu? Ve ben neden tamda seninle iletişime geçip konuştuğum dönem şehir dışında bir hastaneye sevk edilip uzaklaşıyorum? O çok övdüğün Alçun'un da psikolojisinden endişelenmesi gereken kardeşinin yanında değil de sadece bir arkadaşı olan Deniz'in yanında kalması durumuna değinmeyeceğim bile.'' 

''Bunları bilemem evlat. Şimdi abinle nasıl bir iletişimin var onu da bilmiyorum ama geçmişte olanlar bundan ibaretti.'' Dediğinde cümle bitiminde hemen sözüne dahil olup; ''Alçun öldü. Yani bildiğim kadarıyla mezarı olan ölü bir adam. Öncesini ya da sonrasını bilmiyorum ama onu bir daha hiç görmedim.'' Yanaklarına kadar akıttığı göz yaşları abim içindi. Hanzade, abimi gerçekten sevmiş olmalıydı. Ama bana karşı yüreği dahi ısınmıyordu, bu duruma kırıklarımı düşürüyorum lakin belli ettirmemiştim.

''Benim gitmem gerekiyor Milhan,'' onu onayladığım da başka hiç bir şey söylemeden yanımdan ayrılmıştı. Bense öğrendiğim bir takım eski halim ve sorularımla bir başıma kalmıştım. Düşüncelerimde nereden ezber ettiğimi bilmediğim bir söz geçiyordu; 

                         Bir noktada anlamalısın ki; Bazı insanlar kalbinde kalabilir ama hayatında kalamaz. Bu hiç sorun değil; çünkü bazen neyi hakettiğini hatırlamak için ne hissettiğini unutmalısın.

_________________________________________

Continue Reading

You'll Also Like

ELIYS (+18) By Duru

Mystery / Thriller

167K 10.1K 55
Asırların içerisinde daha kaç kez öldürecekti kendisini? Kaç yüzyıl daha acı çekecekti? Bir yandan ölesiye nefret ettiği, öte yandan da, yüzyıllarca...
790K 22.6K 24
Sevgiden nefrete dönüşen imkansız bir aşkın hikayesi. "Onlar cehennemi yaşayacak, Aşk cennetin dilinden onlara kalan tek an olarak kalacak, bu aşkın...
8.2K 370 21
Takıntılı bir katil onun peşindeyken peki o ne yapacaktı? "Bir iki üç kurtulması güç" "Dört beş altı oyun sona çattı "
Hacker By Son_anka

Mystery / Thriller

1.1M 62.8K 87
"Kahretsin! Bu nasıl bir sistem!?" Sinirle arkama yaslanıp ellerimle yüzümü avuçladım. Saatlerdir sisteme giriş yapmakla uğraşıyordum ama bir türlü...