ELIYS (+18)

By nursenturanli

153K 9.1K 4.2K

Asırların içerisinde daha kaç kez öldürecekti kendisini? Kaç yüzyıl daha acı çekecekti? Bir yandan ölesiye ne... More

UYUYAN GÜZEL
ÇİLEKLİ PASTA
KABUS
UYANIŞ
ŞİZOFREN
GİRDAP
KAPI
SİS
SANDIK
EFİRUS
KÜKÜRT
AYNADA Kİ YANSIMA
DERİN KORKU
KAYIP TABLO
BİLİNÇ
HİÇLİK
NEFRETİN İLK TOHUMU
BEDEL
BROŞ
Sızı
KARANLIK YÜZ
İLK ADIM
DÜĞÜN 1.
DÜĞÜN. 2
IZDIRAP
AMADEOS MOZART
1.KISIM SIR SARMALI
2. KISIM BASKI
3.KISIM UÇURUM
ŞAH VE MAT
HASAT VAKTİ
Dönüş 1
Ölüme Çeyrek Kala
Yalanlar Ve Gerçekler
ANAHTAR
Geçmişin Tozları
SON ELIYS
Elyıs Başlangıç
İlk Ateş
Güç Oyunları
Ayrılık
Savaş
Madalyon
İNANÇ
KADER AĞI
KİM SİN SEN?
Zehirli Elmalar
YILAN OTU
ZEHRİ AŞK
Mecuz
LANET
DÜĞÜN

KIZIL VAZO

3.8K 255 40
By nursenturanli

Çok mutluydum. Bu yanlış biliyorum, birinin felaketine böylesine sevinmek. Ama içimde ki mutluluğu inkâr etmek istemiyordum.
Bunu Nergiz'e hemen anlatmalıydım, onunda mutlu olaçağından emindim.

Hemen arayıp buluşmak istediğimi, önemli bir mevzuyu konuşacağımı söyledim. Bana evden çıkamayacağını, istersem evlerine gelmemi söyledi. Vaktim vardı neden olmasın dedim.
Verdiği adres, beni eski bir gecekonduya götürdü. Evin önü çerçöp ve hurdalarla doluydu. Bakımsız, viran sayılabilecek bir konduydu. Evlerinin kapısı üstünkörü türbe yeşiline boyanmıştı ve  eski ahşap kapıyı birkaç kez tıklattım. Biraz sonra kapı açıldığında kapıyı açan kişi dört beş yaşlarında küçük bir kızdı.
Utangaç haliyle ve tüm sevimliliğiyle bana bakıyordu. Üstü başı kir pas içinde, saçları bir lastik tokayla arkadan at kuyruğu yapılmıştı. Koluyla akan burnunu silip, az önce yediği şeker yüzünde kurumuş halde duruyordu karşımda.
Utanıp çıplak ayaklarıyla içeri doğru koştu. Daha Nergiz'i sormaya kalmadan yanımda belirdi. Meğerse küçük kız, kardeşiymiş. Biraz sevmek istediysemde korkarak ablasının bacakları arasına girip yüzünü sakladı.
Nergiz sıcacık gülümsemesiyle beni içeri davet etti. Ev o kadar küçüktü ki üç dört adımla salondaydık zaten. Eskimiş ve kir içinde olan kanepeye oturup, evi süzdüm bir süre.

Yoksulluk neredeyse evin her köşesine sinmişdi adeta. Yerde eski ve pislikten desenleri kaybolmuş kırmızı bir halı, iki kanepe, küçük birde televizyon vardı.
Perdenin yarısı yırtık, duvarların sıvası dökülmüş, yer yer yoğun rutubet kokusu ve de bir ayağı kırık sehpadan ibaret bir odaydı.
Yaşadıkları derin sefalet her yerden anlaşılıyordu.
Nergiz mutfakta biraz işi olduğunu, hemen döneceğini söyleyip gitti.

Derken içeri bir kadın girdi. Ellili yaşlardaydı. Bana itici bir şekilde bakarak, tam karşıma geçip oturdu. Kocaman sütyensiz göğüslerinin ucu, koca göbeğine oturuyordu. Leş kokan teri burnumu yakıyordu resmen. Saçları civciv sarısı, dip saçları bembeyaz ve oldukça esmer tenli bir kadındı. Bir gözü şehla bana bakarak:

"Sen Nergiz'in arkadaşı mısın?" diye sordu çatallı ses tonuyla.
"Evet" diye cevapladım.

Kaşının birini kaldırıp, dudağını bükerek: "kız kumandayı getir!" diye, bağırdı küçük kıza. Kumandayı alıp televizyonu açtı. Üvey annesi olduğunu anlamıştım. İçimden; ne çirkin nursuz bir kadın diye geçirdim. Daha çok üzülmüştüm Nergiz'e. Hem evde hem de işte tüm yük ondaydı.
Nergiz bana seslendiği sıra hemen kalkarak yanına gittim. Anca iki kişinin sığabileceği mutfakda akşam yemeği için Patates kızartıyordu. Bana ne konuşmak istediğimi sordu?
Ona Fehmi'yi anlattım. Birden yüzüme bakıp şaşkınlıktan elin de ne var ne yoksa yerlere düşürüverdi.

Gözlerini faltaşı gibi açarak:
"Ne diyorsun Esin!!!? Emin misin?!! Yani o olduğundan?"
Bakıcısıyla yaptığım konuşmayı anlattım. Öylece donup kaldı. O da benimle aynı şoku yaşamıştı.

"Nasıl olur?" diye tekrarlayıp durdu. "Allah'ım sana şükürler olsun" diye mutluluğunu dile getirdi. Birden bana sımsıkı sarıldı. "Esin bu ne demek bilmiyorsun? Bana nasıl bir müjde verdin farkında mısın?"

O da benim kadar mutluydu artık. Ama keşke tek sorunu Fehmi olsaydı. Üvey annesini gördükten sonra anladım ki daha çok üzülecekti Nergiz. Gitmeliyim artık. Tabi ısrar etti yemeğe kalmam için. Kalamazdım. İkimizde şu parti için çok erken saatte kalkacaktık. Salona döndüğümüzde üvey annesinin yanında bir adam oturuyordu. Adam, iğrenç bakışlarıyla beni süzüyordu. İçim sıkılmıştı. Bu evden derhal gitmeliydim. Vedalaşıp hemen çıktım oradan.

Ertesi gün, sabahın ilk ışıklarıyla tüm partiye gideçek olan personeller restorantda toplaştık. Müdür Emirhan Bey, gece ki partinin önemini anlamamız için bizlere küçük bir konuşma yaptı. Derken aracın geldiğini haber verdiler. Hepimiz sırasıyla araçlara binmek için dışarı çıktık. Üç tane siyah lüks araç kapıda arka arkaya duruyordu. Restorandan sürekli olarak araçlara bir şeyler taşınıyordu. Yiyecekler, ordövrler, içecekler taşındıkça taşınıyordu. Bizlerde siyah araçlardan birine binip beklemeye başladık. Araçlar bir bir hareket etmeye başladı. Oldukça uzunca bir yol alarak, nereye gideceğimizi bilmeden hızla ilerliyorduk. Yaklaşık olarak bir buçuk ya da  iki saatlik bir yolculuktu. Pencereden etrafa bakındığımda, sağlı sollu çam ve söğüt ağaçlarının olduğu tertemiz asfaltta ilerliyorduk. Söğüt ağaçlarının yaprakları neredeyse asfalta kadar düşmüş, ılık rüzgarla dans ediyorlardı. İnanılmaz huzur verici bir manzara... Bana tıpkı kartpostallardaki resimleri andırıyordu.

Aracın yavaşlamasıyla vardığımızı anlamıştık. Meraklı gözlerle etrafı izliyorduk. Büyük uzunca siyah bir kapının önünde durduk. Kapıda, iki tane siyah takım elbiseli iri adam kulaklarında telsizle sürekli konuşuyor, şoföre el işareti yaparak arka kapıdan gitmesini söylediler. Araç geri manevra yaparak malikanenin etrafından dolanıp arka bahçeye ilerledi.

Şoför, kapının sürgüsünü çekerek: "geldik arkadaşlar, inebilirsiniz" diye bizlere seslendi. Birer ikişer inmeye başladık. Her inen personel etrafa bakıp şaşkınlığını kendi diliyle ifade ediyordu. Araçtan en son ben indiğimde nereye baktıklarını çok iyi anlamıştım.

Büyük bir malikânenin önündeydik. O kadar muhteşemdi ki, görkemini anca başımızı yukarıya kaldırarak anlıyorduk. Personel kendi kendilerine "vay be!!" "Ohaa!! Eve bak" diye, söylenip dudak büküyordular. Gerçekten insanın nutku tutuluyordu bu malikane karşısında.

Bizlerden arka bahçede beklememizi söylediler. Arka bahçe diye nitelendirdikleri aynı zamanda mutfak girişiymiş. Devasa çam ağaçları resmen malikaneyi kucaklamış, ahşap panjurlara bile gerek bırakmamıştı. Geniş taş bir havlusu olup, etrafı ise renk renk ortanca çiçekleriyle sarılıydı. Her renk ve kocaman iri çiçekler... Sarmaşıklar, malikanenin bir duvarını tamamen kapatmış ve sabah güneşi pırıl pırıl ışıklarını yeni yıkanmış taş avluya vuruyordu. Kuşlar ötmüyor şarkı söylüyordu resmen. Huzurun kucağındaydık sanki. Bizler hayranlıkla izlerken, aynı zamanda başka araçlarda malzeme getirmeye devam ediyordu. Mutfak kapısı sürekli giren çıkan elamanlarla boş bırakılmıyordu. Tabi biz hala niçin bekletildiğimizi bilmeden öylece duruyorduk.

Biraz sonra bir çift ayakkabının topuk seslerini duyduk. Bu bir kadın ayakkabısıydı. Hemen akabinde ayakkabıların sahibi bayan karşımıza dikildi. Yaklaşık ellili yaşlarda olan kadın çerçevesiz ve şık gözlükleriyle ellerinç arkasına bağlamış halde bizi tepeden tırnağa süzdü. Gri döpiyesiyle sert duruşu ve dominant tavrıyla tamda karşımıza dikildi. Saçları gayet muntazam toplanmış, ince yüz hatlarına sahip, açık tenli hoş bir kadındı. Hafif makyajı ve ciddi görüntüsüyle bir süre baktıktan sonra söze başladı.

"Merhaba arkadaşlar!! ben malikanenin baş kahyasıyım. Adım Meri ve burada her şey benden sorulur. Öncelikle hepiniz, kimlik ve de telefonlarınızı bize emanet edeceksiniz. İşiniz bittikten sonra teslim alabilirsiniz."

Bu bizi şaşırtmışt yine de itiraz etmeden sessizce dinledik. Kadının aksanından Türk olmadığı açıkça anlaşılıyordu. Sonrasında uzun uzun her birimizin iş dağılımını yaptı. Temiz ciddi bir iş istediğini, ne koşulda olursa olsun hiçbir davetliyle konuşmamamızı söyledi. Özellikle lakayıt tavırlardan uzak durmamız hususunda net bir şekilde bizi uyardı. Sonra bizden ellerimizi uzatmamızı istedi. Bu gerçekten aşağılayıcı bir durumdu. Maalesef bunun onun için hiçbir önemi yoktu. Hepimiz aynı anda ellerimizi uzattık. İlk sıradan başlayarak Saçımıza başımıza her ayrıntıya bakarak yürümeye başladı. Birkaç personeli beğenmediğinden dışarı çıkarıp el işaretiyle gönderdi.

Tekrar yerine geçip kızlara bakarak:
"saçlar derhal toplanacak, bir çalışan size eşlik edip sizleri soyunma odasına götürecek ve üniformalarınızı verecek. Umarım her şey anlaşılmıştır."
Diyerek geldiği gibi topuklarını vura vura arkasını dönüp gitti.

Anlamıştık, bu gece zor bir gece olacaktı.
İki hizmetli yanımıza gelip kız ve erkek personeli ayırarak onları takip etmemizi istediler. Tek sıra halinde kapıdan içeri girerek uzunca bir koridordan yürüdük. Kızlar ve erkeklere ayrılmış olan yan yana iki odadan içeri girdik. Soyunma odasında üniformalarımızı bedenlerimize göre seçip aldık. Kırmızı, yakalarında altın sarısı kabartmalı işlemeler, önünde bembeyaz bir önlük, kenarları ise gipürlü oldukça şık formalardı. Altına siyah babetlerimizi giydikten sonra saçlarımızı toplayıp tüm takılarımızı çıkardık. Tabi kimlik ve telefonlarımızı da teslim ettik. Hepimiz görev alacağımız alanlara dağıldık.

Ben ve Buket partide servisten sorumluyduk. Parti, ön bahçede yapılacak olduğundan bahçeye gönderildik. Salonun sağına ve soluna konumlandırılmış büyük, ahşap, oval merdivenler göz dolduruyordu. Bu kadar ihtişamlı bir evi daha önce hiçbir yerde görmemiştim. Her yere Şaşkınlık içinde bakıyordum. Çoğunlukla siyah rengin hâkim olduğu zemin, granit taşlarla döşenmişti. Devasa boyuttaki avizelerin modern değil de nostaljik, eski bir havası vardı. Gözüme çarpan bir diğer ayrıntı ise eski zamanlara ait, genelde kadın figürlerinin ağır bastığı büyük tablolardı. Tabi ki birde büyük antika vazolar. Hepsi çok değerli olmalı. Özellikle de biri; Kızıl büyük bir vazo tüm ihtişamıyla orada duruyordu. Ona ayrı bir yer dizayn edilmişti. Belime yakın bir sehpanın üstündeydi. Belli ki farklı bir önemi vardı. Ev koca bir müzeyi andırıyordu. İlerlerken camekanlı dolapta takılı kaldım. İçindeki kılıç dikkatimi nedense çok çekmişti. Eskiye ait, tarihi bir kılıçtı. Öylesine keskin ve parlaktıki kendi yansımamı görebiliyordum. Bu kılıcı daha önce görmüş gibiyim. Bana çok tanıdık geliyor ama nerden?

Öylece kalakaldım bir güç beni içine çekiyordu. Elimi camın üstüne koydum, gözlerimi kapattım ve kafamın içinde birçok resim belirdi; bulanık, belirsiz ve tuhaf bir şey kapladı sanki ruhumu. İçimde bir canavar varmış da çıkmak için bu anı bekliyormuş gibi.

"Ne yapıyorsun sen!?"
Gelen ses ile arkamı döndüğümde evin hizmetlisi olan kadın, bana ters ters bakıp:
"Sakın bir daha hiçbir şeye dokunma! Sen onların değerini biliyor musun? Yürü hadi!"
Özür dileyerek hızla bahçeye doğru yürüdüm. Büyükçe el oyması, üstü oval kapıdan çıktım. Gördüğüm manzara ancak peri masallarına yakışan bir görüntüydü. Partinin olacağı alan iki kademeliydi. Beşer basamaktan oluşan mermer merdivenler aşağı doğru iniyordu. Her yerde beyaz mermer heykeller, ortada ise koca bir fıskiye ve şekilli ağaçlar. Öylesine güzel bir ahenk vardı ki insanı büyülüyordu. İnsanlar hummalı şekilde çalışıyor, bahçeyi akşam için hazırlıyorlardı. Bir yanda parti organizasyonu diğer tarafta ışıklandırma ve orkestra. Güvenlik ise üst seviyedeydi. Herkes tek tek takip ediliyordu. Bu denli kontrol gerekli miydi?

Özel tasarımlı örtüler serilmiş olan upuzun masalara porselen tabakları, ışıldayan çatal, bıçak ve kristal bardakları alıp bir bir sermeye başladım.
Kokteyl masalarını da aynı titizlikle düzenledim.

Evin kahyası olan bayan, sürekli başımızdaydı. Elinde bir tablet, her şeyi didikliyor herkese talimatlar yağdırıyordu. Alttan alttan yaptığım işe bakıp hata yapıp yapmayacağımdan emin olmak istiyordu.  Yanıma yaklaştı ve gözünü devirerek:
Ddoğru diz şu çatal bıçakları" diye söylendi kibirli bir ifade ile.
Fazlasıyla bunalmış gecenin bir an önce bitmesini istiyordum.

Öylesine tempolu koşturma arasında akşamın nasıl olduğunu fark edememiştik. Tüm hazırlıklar neredeyse bitmişti, tabi biz de bitmiştik...
Daha parti başlamadan ayaklarım sızlıyordu. Tuvalete giderek elimi yüzümü yıkayıp saçlarımı düzelttim. Buranın tuvaleti bile neredeyse evimizden büyüktü. Tam çıkarken Bayan Meri kapıda dikilmiş halde:
"Sen burayı kullanamazsın!, bir dahakine personel tuvaletini kullan."

Kadın çalışanlara resmen köle gibi davranıyordu. Bu artık iyice sinir bozmaya başlamıştı. Bahçeye geri dönerek masanın başındaki yerimi aldım. Artık hava kararmış, ışıklar ve tüm meşaleler yakılmış ve davetliler bekleniyordu. Herkes heyecan içindeydi.

Ve işte, ilk konuklar gelmeye başlamıştı. Evin sorumlusu bayan, dış kapıda durup gelen her davetliyi gülümseyerek karşılıyordu ezik ezik. Sabahtan beri bizi ezikleyen o değilmiş gibi. İyi de anlamadığım neden o karşılıyor? Evin sahipleri neredeler, neden yoklar?
Bahçe iyiden iyiden iyiye dolmaya başlamıştı. Misafirler Şıklıklarıyla resmen göz dolduruyorlardı. Erkeklerin hepsi smokin giymiş, kadınlar ise birbiriyle yarışıyordu. Işıl ışıl derin dekolteleri, takıları, saçları wow dedirtiyordu. Davetliler kokteyl masalarını çoktan doldurmuş, içkilerini yudumluyorlardı ama hala ev sahipleri ortada yoktu.

Elimdeki tepsiyle şarap ve şampanya servisi yapıyordum. Sahiden de ülkenin en seçkin kişileri orada ve medyada tanıdığım birçok sima hemen yanımdaydı. Neredeyse tüm konuklar gelmiş ve müzik eşliğinde içkilerini içip sohbet ediyordular. Başımı kaldırıp yüzlerine dahi bakamıyordum. Yinede bu kadar ünlüyü bir arada görmek çok ilginçti. Ev sahipleri her kimse, çok ama çok varlıklı biri olmalı. Aksi halde bu kadar seçkin insan burada olur muydu?

Evin sorumlusu kâhya kadın, merdivenin başına gelerek ev sahiplerinin geldiğini haber verdi. Meğerse yurt dışından özel uçakla gelmişler. Ben masada yiyecek sunumu yaparken alkış sesleriyle yankılandı alan. Tüm konuklar bahçenin orta yerine toplanıp, merdivenden inen ev sahiplerine bakarak çılgınca alkışlamaya başladılar. Bardakları parlatırken elimdeki bezle o tanıdık sesi duydum. Elimdeki bezle kalakaldım.

Olabilir mi? Mümkün mü?

Başımı kaldırıp boynumuyükselttim ve dahada yakınlaştım. Parmak uçlarımın üzerinden yine denedim,kafamı sağa sola devirerek. Ve evet. Bu Tuğrul'du.

Kader cidden benimle dalga geçiyor olmalıydı. Tesadüfün bu kadarı. Ne yani, Malikanenin sahibi o mu? Yüzümü tatlı bir tebessüm aldı. Kalbim yeniden delirdi. Saçlarım tel tel ürperdi. Farkımda olmasa bile onu görmek, benim için hediyeydi. Kolunda yine sarışın sevgilisiyle duruyordu karşımda.

Nasıl da yakışıklı, partideki herkesten yakışıklı. Upuzun boyuyla heybetli, mağrur haliyle öylece duruyordu. Sevgilisi o kadar güzeldi ki; zarafeti, tarzı, duruşu, gümüş rengi mini elbisesiyle kıskanılacak kadar iyiydi. Kız davetlilere gülümsüyordu tatlı tatlı.

Tuğrul, başını gökyüzüne doğru kaldırarak bir adım attı ileri doğru. Herkes susmuş merakla ne diyeceğini bekliyordu ve o cümleler döküldü dudaklarından:

"Bu gece, şu ay dan bile daha aydınlığım. Nedeni ise sonsuza kadar sevip sevebileceğim tek kadının burada, yanımda olması. Onun benim için önemini, ne ben anlatabilirim ne de sizler anlayabilirsiniz. Ben çok az mutlu olan biriyimdir. Mutluluğum ise tamamen zamana bağlıdır. İşte, bu gece o zamanlardan biri. Bu gece her şey onun için. Uğruna ölebileceğim ve hatta bunun için can attığım tek kadın... "

Hepiniz hoş geldiniz! Alkış sesleri bahçeyi inletiyordu. Herkes "bravo! Bravo!"
diye alkış tutuyordu. Hemen arkasında davetlilerden bir bey, elinde kadehiyle Tuğrul'a yaklaştı.

"Dostum, arkadaşım gecen kutlu olsun. Şerefine."

Demek bu kadar çok aşıktı sevgilisine. Her kelimesi hançer gibi kalbime saplanmıştı. Büyük hüzün ve mutsuzluk sardı içimi. Canım çok acımış, içime garip bir hüzün çökmüştü.  Bu kimin umurundaydı ki. Ben zavallı, basit bir garsonum hepsi bu. Beni neden niçin önemsesin ki? Karanlığın hiçliğinde yok olmaya mahkûm biriyim. Farkımda bile olmayan birine sırılsıklam aşık olmuştum. O ise başkasına aşıktı. Böyle bir erkeğe sahip olmak dünyaya sahip olmak gibi. Bazı kadınlar çok şanslı ve ilk defa birini, bir kadını bu derece kıskanmıştım.

Yıkılıan hayallerimle yeniden yerime geçtim ve işime devam ettim. Ellerim titriyor, içimden çığlık atmak istiyordum. Her yer kararmış ben ise boğuluyordum...
Sevgilisi tekrardan Tuğrul'un koluna girerek onu yanağından öptü. Bakmaya tahammülüm dahi yoktu. Delicesine bir hırsla çalışıyordum. Sonrasında kolkola konukların arasına karıştılar.

İnsanlar Tuğrul'un etrafını sarmış, gülüşüyor, kadeh kaldırıyordular. Ben ise beni görmemesi için özel bir çaba sarf ediyordum. Hoş beni tanıyacağınıda sanmıyorum ya.

Aklım o kadar karışmıştıki boşlukta gibiydim. Kenarda duran davetlilere servis yaptığım sırada tam arkamı dönerken, en son olması gereken şey oldu. Şampanyayı kadının üstüne döktüm.

"Seni geri zekâlı! Ahmak! Ne yaptığını sanıyorsun? Aptal!"

Kadın ciyak ciyak bağırıyordu. Ne yapacağımı şaşırmış panikle ellerimle temezlemeye çalışıyordum. Herkes sesin geldiği yöne başlarını çevirip ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yüzüm kızarmış hala birşeyler yapmaya çalışıyordum. İçimden sürekli olarak:

" Allah'ım bu olamaz. Dikkatler bu tarafa yönelmemeli. Ne yapacağım şimdi?" söylenip duruyordum.

Ne kadar özür dilesem de nafile, kadın hala bağırıp hakaret ediyordu.
Kâhya kadın hızla yanımıza yaklaştı. Kadından benim adıma özür diliyor, onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Tabi ki o da beni paylamaktan geri durmuyordu ve utancımdan ölüyordum. Gözüm sürekli Tuğrul'daydı.
"Ne olur, ne olur fark etmesin" diye dua ediyordum.
Tabi korktuğum başıma gelmişti. Tuğrul olanları anlamak için bize doğru yaklaşıyordu. Yine utanç içinde gebereceğim.
Yanımaza gelerek göz ucuyla bana bakıp kahya kadına döndü.
"Sorun ne?"
Kâhya kadın:
"Efendim Çağla hanımın üstüne içki dökmüş. Derhal gerekeni yapıp göndereceğim.
Kadın hala konuşuyor, üstünü temizleyerek "Ahmak! Ne bu rezalet".

Tuğrul bana dönüp:
"Özür dile!" diye sert bir ifadeyle bağırdı.
Başımı eğip:
"Diledim efendim, çok üzgünüm. Özür dilerim kazaydı."

Bana gülümserken:

"Sen değil! O senden dileyecek!"

Ne! hepimiz anlık bir şok geçirdik. Ben, kadın ve kâhya.
Tuğrul ise gayet rahat tavrıyla kadına dönerek:
"Hadi! Özrünü bekliyorum."
Ne olduğunu anlamıyorum. Şaşkın ve donuk vaziyette kaldım öylece.
Kadın biraz kendini toplar gibi oldu.
"Şaka mı bu? Tuğrul Bey siz ne söylüyorsunuz?"

Tuğrul elini çebine koymuş gayet sakin, rahat bir halde:

"Sana özür dile dedim. Sen nasıl hakaret edersin? Kimsin sen!?"

Kadın şaşkındı ve daha da delirmiştim:

"Hayır! Ben bu aptaldan özür dilemeyeceğim! O benden dileyecek! "

Tuğrul kadının yüzüne dahi bakmıyordu. Derin bir nefes çekip kadının ensesinden boynunu kavradı. Öylesine öfkeliydi ki bunu boynundaki ve alnındaki şişen damarlarından anlayabiliyordum.
Yavaşça kulağına eğilerek: "Canımı sıkma" diye fısıldadı. O fısıldarken kadının gözleri kocaman olup rengi bembeyaz kesilmişti.
Sonrasında yavaşça çekti kendini Tuğrul.
Kadın bana bakarak kısık bir şekilde:
"Özür dilerim."

Tuğrul: "duyamadım" diye yinelettiriyordu kadına.
"Özür dilerim, çok özür dilerim senden."
Tuğrul kaşının birini kaldırıp
"İyi çok iyi." Diyerek çekip gitti. Bense şaşkınlık içinde kalmıştım.

Kadın öfkeden kudurmuş bir ifadeyle: "Bu iş burada kalmayacak. Biliyorsun değil mi? Ben Timur Ethem'in kızıyım. Bunu hiç unutma olur mu?"

Öylesine kin ve nefretle dolmuştu ki gözleri, korkmuştum.
Kadın atrafdaki  insanlardan utanmış ellerini sıkıyordu. Fısıldaşan konukları gördükçe adeta kıpkırmızı olmuştu.

Kulaktan kulağa herkes onu konuşuyordu.
Kadın, utanç içinde içkisini alıp ters ters bana bakarak kenara çekildi. Ürkütüyordu bakışları beni. Kafam darmadağın olmuştu. Beni açık bir dille tehdit etmişti. Peki ya Tuğrul, bunu neden yapmıştı neden? Neden beni önemsiyor gibi davranıyordu? Az önce aşkını ilan eden o değilmiş gibi. Biliyorum bana acıyor, Sadece acıyor. İyi de neden?

Ben sigara içmezdim. Şu an ihtiyacım olan tek şey bir dal sigaraydı. Mutfak çalışanından bir sigara istedim. Bahçede kuytu bir yerde yakıp içime çektim öksüre tıksıra. Kendimi tıpkı bir bok çuvalı gibi hissediyordum. Bu adam ona daha da âşık olmam için elinden geleni yapıyordu. Nerden çıktı bu adam karşıma? Keşke onu hiç tanımasaydım? Ben kendi hastalıklı dünyamda yaşar giderdim. Şimdi nasıl yaşayacağım?

Gecenin sonlarıydı. Davetliler birer ikişer partiden ayrılıyordu. Bizlerde masaları  toplamaya başlamıştık artık.

Buket: "Salondan geçelim arkaya dolanmak zor oluyor. Kimseler kalmadı zaten. Bitsin de gidelim artık" diye fikir verdi. "Peki" dedim.
Masadakileri tepsilerle mutfağa taşıyorduk. Elimde tepsinin üstündeki boş bardakları salondan geçerek mutfağa gidiyordum. Buket karşıdan yanıma yaklaştı ve ayağının tekini önüme uzatarak çelme takıp beni hafifçe itti. Tepsi içindekilerle yere düşerken ben dengemi sağlamak için ani bir refleksle, yan tarafta duran kızıl vazoyu tutundum.
Büyük bir ses yankılandı salonun orta yerinde. Vazoyla birlikte yere çakılmıştım. Kızıl vazo binlerce parçaya bölünmüştü granit zeminde.

O an sadece bunun gerçek olmamasını diledim. İlk defa kâbus olmasını istedim ama değildi. Gerçekten daha gerçekti maalesef. Daha kaç kez rezil olacaktım. İşte bu tamda bittiğim andı. Yerin yarılıp içine girmek istedim. Peki şimdi ne olacaktı?

Sese koşuşanları duyuyor ama bakamıyordum. Sadece başımdaki kalabalığın seslerini duyuyordum. Evin kendi hizmetlileri vazoya bakıp "AA!! Eyvah!" gibi nidalarla "Ne olacak şimdi?" diye birbirlerine soruyorlardı.
Çırpınmamın anlamı yoktu. Bu benim sonumdu. Kimse nasıl olduğumu umursamıyor, hepsi büyük antika vazo için endişe ediyorlardı.

Evin kahyası olan kadın koşarak geldi. Başımda durup yanındakilere: "Hemen polisi arayın!"

Ardından öfke dolu gözlerle bana bakıp:

"Bu durumdan hem sen hem de çalıştığın restoran sorumlu olacak. Biliyorsun değil mi?!!" diye sert bir tavırla yüzüme haykırdı.

Başım dönüyordu. Bu kadarını kaldıramıyordu bünyem. Bedenim tükenmişti ve kendimi savunmaya bile halim yoktu.
Tuğrul'un sevgilisi baş ucuma gelip bana baktı acınası bakışlarla.
kâhya kadın: "Efendim polislere haber verdik. Birazdan gelirler" diye durumu izah ediyordu.
Sevgilisi tek kelime dahi etmeyip bir böçeğe bakar gibi bakıyordu bana.
Çok korkuyordum, o kadar acizdim ki o sıra kenarda duran ve keyif içinde beni izleyen Bukete baktım. Bunu neden yaptığını anlamaya çalışıyordum. Öylece yerde oturdum, endişe ve korku  içinde.

Birden bir sessizlik aldı salonu. Konuşan herkes susmuştu. Sadece bir çift ayak sesi duyuluyordu. Ağırca bana doğru ilerleyen bir ses, başucumda durdu. Başımı utanç içinde ağırca kaldırdım. Gelen Tuğrul'un ta kendisiydi. Yere eğildi ağır ağır, bir dizini yere kırıp diğerine ise kolunu bıraktı. Şefkatle bana bakıp elimi tuttu. Sağ kolum  kanıyormuş meğerse. Fark edememişim. Kolunu belime dolayarak kaldırdı beni yavaşça ve yüzüme gülümseyerek.

Yine tatlı tatlı parmaklarıyla saçlarımı yüzümden çekti.
"İyi misin?" diye sordu yumuşacık bir tonla.
Ne diyeceğimi bilmez bir halde.
"Vazo vazo üzgünüm. Çok üzgünüm efendim"

Alaycı bir tebbesümle sıcacık gülüp:

"Üzülme, o vazoyu zaten hiç sevmezdim"

O an tüm vücudum boşaldı ve midemin bulantısı ile başım döndü. Tüm salon fır fır dönüyordu. Gerisini ise hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, bana olan derin bakışıydı.
Sonrasında Tuğrul'un kollarında bayılmışım...

Continue Reading

You'll Also Like

373K 11.8K 38
Bebeğine bakamayacağını düşünen bir anne bebeği gizlice babasına bırakıp kaçarsa? Bir kapı zili ile hayatı alt üst olan bir mafya ? Sizce bu ikisini...
490 116 5
ama "henüz sıkılmadın mı?" diye sormadan edemiyorum.
KUZGUN By Filiz Puluç

Mystery / Thriller

655K 45.5K 20
Corvus geceleri, kendi doğrularına ters düşen suçluları avlayan, kendi yöntemleriyle kanıt toplayan, failleri polise teslim eden ve sonuca ulaştırdığ...
84.1K 6K 50
Sessizlik. Yalnız kalmak istediğimi söylemiştim sadece ona. Sadece sessiz olmasını! Neden dediğimde susmadın? Şimdi yoksun. Bu senin tercihindi!