Seher Yıldızı

By redrobinprincess

43.7K 1.5K 1.4K

WATTYS 2023 Wattpad Webtoon Studios Eğlence Ödülü Kazananı! Atahan Haznedar, aslında hayat düzenini gayet güz... More

2. Kaçmaktan Zor Alışmak
3. Yanan Gemiler
4. Yapay Cennet
5. Köprüden Önce Son Çıkmaz
6. Dönülmez Akşamın Ufku
7. Aleyhte İhtimaller
8. Mutlak Kuzey
9. Bataklık
10. Beden, Mülk, İhanet [FİNAL]

1. Bir Düğün, Bir Cenaze

20.6K 369 680
By redrobinprincess

Herkesi derin bir kuyunun içinden izleyip dinliyor gibiydi, oturduğu yerin bir kuyuyla alakası olmasa bile. Etrafında duvar yoktu, yerin dibinde olduğu da söylenemezdi. Tüllerle süslenmiş bir çardağın altında, saymaya üşendiği kadar masanın birleştirilmesiyle oluşmuş, sonsuza uzanan tek bir dikdörtgen masanın etrafındaydı bütün misafirlerle birlikte. Çardağın tahtalarından gerilen lambalar, ve onlar da yetmezmiş gibi tatlı küçük peri ışıkları, çökmeye başlayan akşam karanlığını delmese de yumuşatıp daha sevilesi bir hale getirmişlerdi. Büyüklerin olduğu bir yemekte sıkılan küçük bir çocuk gibi. çatalıyla bıçağının üzerinden yansıttı o ışıkları.

Herkes çok şık, ortam çok güzeldi. Hanımefendiler ve beyefendiler, en güzel kıyafetlerini giyinmiş, en onaylayan ve destek olan gülümsemelerini takınmış, bir masanın başına bakıyor, bir kendi aralarında konuşuyorlardı. Yetmiş kişinin muntazaman, rahat şekilde sığdırıldığı uzun masada, kendisine en başlarda yer bulacak kadar önemli olan bu genç adam, yüzünde sabit, plastik bir gülümsemeyle, dinlemediği her halinden belli olduğu konuşmalara baş sallıyordu. Konuşmalar bir uğultudan farksızdı onun için, bir mana ifade etmiyordu. İçinde olduğunu hissettiği kuyunun duvarlarından yankılanarak geliyordu her şey ona, olduğundan daha kötücül, daha ürpertici.

Yine de hali ve tavrından aşikardı, bu masadaki öneminin farkındaydı. Hemen yanı başında oturan gelin, sık sık elini genç adamın omzuna koyuyor ve kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Kimse ne konuştuklarını tahmin edemiyordu, zira ona da verdiği tepki, masadaki diğer konuşmalara verdiğiyle aynıydı: Aynı plastik gülümseme, aynı baş sallama rutini. Yukarı, aşağı, yukarı, aşağı, yukarı, final. Verdiği cevapların ekserisi tek kelimelikti.

Kendi derisi içinde rahat edemezmiş gibi arada yüzü seğiriyordu, tek bacağı daimi bir ritimde hareketliydi.  Onun haricindeki hareketleri de, koyu deniz yeşili gözlerinin bakışı gibi donuktu. Arada bir konuştuğunda, veya bir soruya cevap verdiğinde, sesi son derece net ve berrak olmasa, damarlarından yüksek dozda sakinleştirici aldığı bile düşünülebilirdi. Ama böyle şeylerle işi olmadığı belli gibiydi, özellikle de önündekinin, düğünün ilerleyen saatlerinde olunmasına rağmen henüz ilk kadehi olduğu düşünülürse.

Tam karşısında oturan mavi gözlü genç adam, dakikalardır onu izliyordu. Tüm donukluğunu, çalışılmış gibi duran hareketlerini, yüzündeki zorla kazınmış gibi duran gülümsemesini — karşısındaki adam en yakın arkadaşı değildi de, onun yerine geçmiş bir robottu sanki.

"Atahan," dedi en sonunda, müziğe rağmen duyulacak kadar yüksek, ama yine de kısık sayılabilecek bir sesle. Mavi gözlerinde derin bir endişe vardı. "İyi misin?"

Sorun şuydu ki, Atahan Haznedar, yaşamak zorunda kaldığı bu anı hak etmek için ne yaptığını bir türlü bulamıyordu. İçinde bulunduğu takvim yılı boyunca bunu ikinci sorgulayışıydı, iki belki çok fazla gelmiyordu uzaktan bakınca, ama içinde yaşamak farklıydı — içinde yaşamak, bir nevi ölmeden cehennem azabından bir tat almaktı onun için.

"İyiyim," dedi, akşam boyunca ilk defa gerçekten gülümseyerek. "Yoruldum biraz."

"Yoruldun." Mavi gözlü genç adamın açık kumral kaşları neredeyse alnına düşen aynı renkli saçlarının arasında kaybolmuştu.

"Yoruldum," diye tekrarladı Atahan, gülümsemesi o plastikliğe hemen geri dönmüştü. Kızarmış gözlerini kırpıştırdıysa da ortada gözyaşı yoktu. "Beni bilirsin. Ama sorun yok diyebiliriz."

Aslında sorun vardı. Yorgun olduğu bir yalan değildi, onu Londra'dan buraya getiren uçak, havalimanında yere değeli daha bir gün olmamıştı. Ama sorunu bu değildi. Sorunu, burada öylece otururken ismini tam olarak koyabileceği bir şey de değildi. Beyaz tahtalı bir odada, tek elinde tahta kalemiyle volta atarak, aklına gelenleri yüksek sesle söyleyip, mantıklı bulduklarını tahtaya yazarsa belki bulabilirdi derdinin ne olduğunu.

Yine de tanımlaması gerekse acıdan başlardı. Acı çekiyordu. Fiziksel denebilecek, bir yeri olan bir acı, göğsünün tam ortasında kaburgalarını ve akciğerlerini dağlıyordu. Atahan, bu acının cebindeki yarısı bitmiş sigara paketiyle çok bir alakası olduğunu düşünmüyordu. İçtiği sigaralar, annesinin daha dün akşam eline tutuşturduğu basit anahtardan çok daha az etki etmişti, orası kesindi. Sorun işte o anahtarda yatıyor olabilirdi, o anahtarda ve sembolize ettiği her şeyde. Yanında oturan, sürekli kendisine dik durması gerektiğini, mutsuz durmaması gerektiğini hatırlatan, her ne kadar bir prenses elbisesi gibi olmaktan çok uzak olsa da beyaz bir gelinlik giyen kadının annesi olması, en büyük problemlerinden biriydi. Gözleriyle elbisenin dantellerindeki desenleri yeniden yeniden çizmesi, yakasına işlenen minik incilerin, loş ışık veren peri ışıkları altında nasıl parladığını inceleyerek vakit harcaması bile dikkatini yeterince dağıtamıyordu işte. Annem. Gelin.

Annesinin sesinden kendi adını duyduğunda, sabit gülümsemesiyle başını ona doğru çevirdi. Her zaman güzel bir kadındı annesi — bu akşam da bunun istisnası değildi. Beline kadar uzanan sarı saçları, buğday başaklarını andıran bir örgüyle yanına atılmıştı. Boynundaki kolye yeniydi, damadın hediyesi olmalıydı, yüzüğüyle ve bileziğiyle takım. Atahan, babasının annesine hediye ettiği takıları hatırladı dişlerini sıkarak. Hediye seçmenin ne olduğunu babasından öğrenmişti, sonuçta.

Annesinin yüz ifadesinden, bir konuda onay beklediğini anlayarak başını salladı, şu anın cimri cimri yudumladığı şarabından büyükçe bir yudumu hak ettiğini düşünerek kadehine uzandı. En azından yüzünü kadehle saklayabilmeliydi, kaçıp, parmaklarını kulaklarına sokup bağıramadığı için, böyle basit alternatifler yaratmalıydı kendisine. Masadan kalkıp, uzaklaşıp, geniş bahçenin insanların çok da umursamadığı bir tarafına geçme fırsatı yaratması lazımdı, belki tepelerindeki çardağın direklerinden biriyle bütünleşerek gözden kaybolabilirdi. Onu yapamıyorsa bile altı aydır sabiti olan ifadesizliğine dönmek istiyordu, en azından bir anlığına.

Ardı ardına purolarını yakan konuklara bakarken eli hafifçe ceketinin cebine gitti. Annesinin yüzünü sigarasının dumanında kaybetmek olabilecek en iyi opsiyondu belki de, hem rüzgar da tam ona göre esiyordu, sakin, serin.

Çocuklar, ebeveynlerinin düğünlerine katılmak zorunda olmamalılar. Gerçi çocuk sayılamayacak yaştaydı, yirmi dokuzuna merdiven dayamıştı sonuçta — ama ne olursa olsun, insanın içinde kalan ve büyümeyi reddeden çocuk, anne ve baba arasındaki inanmayı seçtiği masallara layık romansın şu veya bu sebeple bozulduğunu, anne veya babanın başka insanlarla da o kadar mutlu olacağını gördüğünde hayal kırıklığına uğruyordu.

En azından Atahan'ın içindeki çocuğun ısrarı buydu.

Yetmiş kişi. Düğün kalabalık değildi, cenazenin aksine. Soğuk değildi, sessiz değildi, renksiz değildi. Konuklar rengarenk giyinmişlerdi, siyahı seçen tek kişinin kendisi olduğunu fark ettiğinde, buna şaşırmıştı. Annesinin en yakın arkadaşlarını gördü, toz pembeli, uçuk mavili veya buz yeşilli elbiseleriyle. Beyefendiler takımları için gri veya lacivert tercih etmişlerdi, tıpkı damat gibi. Atahan yine de siyahın uygun olduğunu düşünüyordu, hala tuttuğu yasın bir simgesi olarak.

Önem sırası vardı ama, ki bu kısmı tam da cenazeye benziyordu. Mutluluktan da, acıdan da nasibi, her zaman en yakın olanlar alıyordu sonuçta. Keşke bu kadar yakın olmasaydım. Mutlulukta da, acıda da çakılma noktası olmayı o istememişti.

Konuşmalar, çatal bıçak seslerine karışıyordu ve hepsi Atahan'ın içinde olduğu kuyunun ıslak duvarlarında yankılanıyordu. Genç adam ikramları yiyenleri gıptayla izledi, düğünün başından beri yemekle çok işi olmamıştı, en azından midesi izin vermemişti buna. İç kıyan bir bulantı her çatal darbesinde kendisini belli ettiği için vazgeçtiği porsiyonları, büyük bir neşeyle yiyen insanları izlemek, bir sigara yakma isteğini artırdı. Aynı insanların, aynı iştahla cenazede de yemek yediğini hatırlamaktan başka bir seçenek bırakmamıştı ona kendisine karşı çalışan beyni. Yiyin. Her bulduğunuz yerde yiyin sanki aç bırakılıyormuşsunuz gibi.

Arkalarda bir yerlerde, sakin ve güzel bir şarkı çalıyordu. Notalar yumuşaktı, tıpkı ışık gibi. Eski şarkılardı çalan, Atahan'ın ergenliğinde babasıyla dinlediği, annesiyle babasını dans ederken izlediği şarkılar. Sanki o şarkılar çalmamalıydı burada, haksızlık gibi bir şeydi bu. İstek yapabiliyor muyuz acaba? Bundan emin olamaması, düğünün şansıydı gerçi, yoksa gönül rahatlığıyla gidip, Cenaze Marşı'nı istemekten çekinmeyecekti. Belki de gerçekten bunu yapmalıyım.

Kafasının içinde, herkesi Cenaze Marşı'nda dans ettirdi, işte bu gerçekten komik bir düşünceydi. Yasla neşeyi bir araya getirmek bu olsa gerekti. Masada oturan kimsenin bunu yadırgamadığı, kınayan tek bir bakış bile fırlatmadığı güzel bir paralel evren. Atahan susmak bilmeyen beynini, bu paralel evreni genişletmekle meşgul ederken tabağına bırakılan pasta ile dikkati dağıldı.

Pasta diliminin içinden kırmızı kırmızı akan krema, engelleyemediği şekilde içini daha da bulandırdı. Düğün pastasının içine kan rengi krema koymak kimin fikriydi? Bulantısını bastırabilmek için kadehini kafaya dikti, sonra da sandalyesini hafifçe geriye iterek kalktı. Annesinin sorgular bakışları aniden ona döndüğünde, "Biraz yürüyeceğim," dedi gülümsemesini bir milim bile bozmadan. Yüzü artık başka bir ifade bürünebilir miydi, bilmiyordu. "Geleceğim."

Damatla göz göze bile gelmeden yürüdü. Masaya sırtını vermişse de, itilen bir diğer sandalyeyi, berrak özür dilerimi duymasına engel değildi bu. Biri peşinden geliyordu, gelsindi elbet, lisede arkadaşlarını yaparken izlediği bahçenin bir köşesinde kimseye görünmeden sigara içme etkinliğini yaparlardı belki beraber. Tam da bu işe uygun olarak gözüne kestirdiği bir köşeye ilerlerken, cebindeki sigara paketiyle çakmağı çıkardı, her hareketi yavaş, her hareketi hissettiğinin on katı sakinken paketi açtı. En sonunda hedeflediği köşeye ulaştığında paketten bir sigara çekti, çakmakla yaktıktan sonra derin bir nefes aldı.

"Ooo... Yeni mi başladın?"

Kafasını yana çevirerek arkasından gelen harekete nihayet bir yüz kazandırdı. Şaşırtıcı değildi tabii ki, o masada onun her hareketinin sahte olduğunu anlayacak tek bir kişi vardı, o da buradaydı şimdi.

"Uçaktan indiğimde başladım işte," diye yanıtladı omuz silkerek. "Sen de ister misin, Andaç?"

Andaç Beyoğlu, her zaman çakmak çakmak bakan mavi gözlerine yansımayan bir ifadeyle, "Tütün beni bozuyor," dedi, boştaki elini kumral saçlarından geçirerek. Diğer elinde, masada bırakmadığı şampanya kadehi vardı. "Sağlığa da zararlı sonuçta... Sen sağlığını çok sallıyora benzemiyorsun gerçi."

"Fiziksel sağlığı sikeyim," dedi Atahan, boynunu gerip dumanı Andaç'tan uzaklara üflerken. "Şu hale, şu saçmalığa bak..." Boş elinin işaret parmağı, baş parmağının yanında gidip geliyordu orayı tırnağıyla kazımak istiyormuşçasına. "Akıl sağlığı mı kalıyor insanda?"

"Ne abarttın ya," Andaç gözlerini devirdi, gülümsemesi her zamanki gibi genişti, ama Atahan gerçek bir gülümseme olmadığını anlayacak kadar iyi tanıyordu karşısındaki genç adamı. "Kardeş olmamıza bu kadar mı bozuluyorsun cidden? Bak üstüme alınacağım artık."

Atahan kısa bir kahkaha patlattı. "Seninle kardeş olmak? Allah yazdıysa bozsun da... Bir derdim yok bence ya, dediğim gibi, bataryam bitti. Biliyorsun beni."

Andaç inanmaz bir ses çıkarttı. "Bu senin yorgunum yüzün değil," dedi, başını şüpheci bir ifadeyle yana eğip Atahan'ın yüzüne alıcı gözüyle bakarak. "Bu senin, bu ifadeyi korumam için beni bir koltuğa zorla oturtup botoks yaptılar, ne olur kurtarın beni bu cehennemden yüzün. O yüzden bence dökül."

"Andaç..."

"Seni yeterince iyi tanıdığımı düşünüyorum, Atahan." Sevimli sevimli gülümsediğinde Atahan da hafifçe gülmeye engel olamadı. "Bence birbirimize böyle yalanlar söylemeyecek kadar iyi arkadaşlarız."

"Gerçeği mi istiyorsun?"

Arkadaşı, sağ elini kalbinin üzerine koydu, sol eli yemin eder gibi havadaydı. "Gerçeği, tüm gerçeği ve sadece gerçeği, tanrı şahidimdir ki."

Atahan gözlerini devirdi. "Anneme bozuğum." Omuzlarını silkti yüzünün tüm çizgilerine işleyen bir bıkkınlık ifadesiyle. "Al, duydun, mutlu oldun mu?"

Andaç cıkladı. "Kadın mutlu işte, neyine bozuksun?"

"Bencillik de, çocukluk de..." Atahan sigarasından fazla derin bir nefes aldı, öksürerek dumanı hem burnundan hem ağzından çıkardıktan sonra konuşabileceğinden emin olduğunda devam etti. "Babam öleli altı ay anca oldu ya, ben daha yastan çıkamadım, gülücük dağıt diye tembihleyip baş köşeye oturtuyor beni."

"Ama çok güzel gülücük dağıtıyorsun."

"Ya bırak ya..." Andaç'ın ne olursa olsun onu güldürebilmesine izin vermemeliydi. "Anlamadığım şu — ben niye mutlu gibi davranmak zorundayım?" Öfkeyle birkaç nefes daha alıp verdi. Muhtemelen şu an biri kafatasını kesip açsa, oradan sigaranınkinden daha yoğun, simsiyah bir duman çıkardı. "Bir de — ne bu acele? Altı ay sonra evlenseler bir yerlerine bir şey mi olacaktı? Bir diğer anlamadığım da," ellerini iki yana açtı, kaşları çatılmıştı. "Sen nasıl sorgulamıyorsun, bunlar ne ara bu kadar bir araya geldiler de evlenmeler falan?"

Andaç da omuzlarını silkti, kadehinin dibinde kalanı çimenlere fırlattı. "Babam..." dedi. "Sen de biliyorsun. Onun hiçbir şeyini sorgulamıyorum, çünkü böyle bir insan kendisi."

"Hah bak sen onu biliyorsun en azından. Benim annem ne ara böyle bir insan oldu ben onu anlamaya çalışıyorum hala." Gülümsemeye çalıştıysa da başaramadı, artık bitmiş sigarasını yere atıp söndürürken devam etti. "Bu benim sorunum tabii. Çok yoruldum sadece. Gülmesem olmaz mı?"

Yakışıklı yüzünde şimdi gerçekten hüzünlü bir ifade belirmişken "Olmaz," dedi Andaç. Sesi fazla şefkatliydi. "Seni mutsuz görünce hepimiz üzülüyoruz."

Atahan yavaşça, çok derin bir nefes aldı. Deniz yeşili gözlerinde bir fırtına çıkmışçasına bir karanlık vardı. "Ben daha bakarken nefesim kesilmeyeceğine inanamadığım için babamın eşyalarını ayrıştıramadım, anlatabiliyor muyum?" Başını geriye attı, gözlerini kırpıştırdı, kırpışan yıldızlarla yarışıyor gibi.

"Atahan," dedi Andaç aralarındaki mesafeyi kapatarak. Elini, Atahan'ın omzuna attı. Atahan başını eğip Andaç'a baksa da bütün gücüyle ona sarılıp ağlamaya başlamamak için direndi. "Sen altı aydır ne yaşıyorsun?"

"Bilmiyorum..." Atahan burnundan bir nefes verdi, tek eli saçlarını dağıtmakla meşguldü. "Köpek gibi çalışıyorum sanırım, sonra eve gidiyorum, eğer oturup doküman okumuyorsam uyuyorum. Bazen dizi, film bir şeyler izlemeye çalışıyorum ama kafamı veremiyorum..." Andaç'ın gözlerinin içine baktı. "Alkoliğe bağlamadım ama, merak etme."

"Belli zaten, bu akşam bile dokunmadın — ki masraftan kaçmamışlar, harika bir şarap seçimiydi. Kendi kaybın."

"Dalga geçme ya..."

"Ciddiyim ben." Yine de gülüyordu. Atahan'ın plastik gülümsemesinden farkı olmayan bir gülüştü bu. "Ama oğlum, hayatın devam ettiğini anlaman lazım. Fahri Amca da bunu isterdi, ben eminim. Senin de, Leyla Teyze'nin de hayatlarınıza devam etmenizi. O ediyor. Sen bir hayat yaşamıyormuş gibi duruyorsun."

Andaç'ın haklı olduğunu bildiği her zaman yaptığı gibi, Atahan gözlerini devirdi. "Hani kardeştik ya?" dedi göz kırparak. "Cici anne desene anneme?"

"Yaa, tabii, sonra da annem beni vursun."

"Annen seni baş köşede oturup alkış tuttuğun için zaten vuracak, bence riski al ve bu uçurumdan da atla." Gülermiş gibi bir ses çıktı boğazından.

"Diğer dediklerimi asla dinlemeyeceksin değil mi?"

"Sanmıyorum, ama sağ ol yine de."

Andaç iç çekti. "Öf.  Zaten içkim de bitti — ben gidiyorum, sen kendini zehirlemeye devam kardeşim."

"Senin yerine de yakarım Andaçcığım," dedi Atahan sevimli sevimli gülümsemeye çalışarak. Bütün benliğiyle ne kadar sahte olduğunun farkına vararak vazgeçti. Gülümsemesini sağlayan kaslardan ümidi kesmeliydi artık sanki. "Bu tarafa da bir garson yollat, şu şarapların tadına bakayım."

Andaç çoktan arkasını dönmüş, kafaların yavaş yavaş ve aralıklarla kendilerine döndüğü masaya ilerlemeye başlamıştı bile. Atahan'ın isteğine orta parmağıyla cevap vererek istifini bozmadan yürümeye devam etti.

Atahan nihayet yalnız kalmış, boynundaki kravatı hafifçe gevşeterek kısa bahçe duvarına yaslandı. Ciğerleri, iki gündür geceli gündüzlü tükettiği Parliament'in dumanına bir protesto öksürüğüyle karşılık verse de pek umrunda değildi. Hayatın şu noktasında, pek çok şeyin umrunda olduğu söylenemezdi zaten, İstanbul'a ayak bastığından beri etrafta ruh gibi gezmekten ve annesinin sırasıyla üzüntülü, endişeli, uyaran ve kızgın cümlelerinden nasibini almak dışında pek bir şey yapmış olduğu da söylenemezdi.

Tepesinde gökyüzü çok güzeldi. Tatlı bir lacivertlikle, yıldızların metalik parıltıları dışında hiçbir şeyin olmadığı, tertemiz bir havaydı, her türlü sıkıntıdan azade. Bir düğünde değil, bir tatilde, hamakta yatan biri tarafından izlenmeliydi bu gökyüzü, kayacak yıldızlar için dua edip, kayanlarla dilek dilenerek.

Atahan şu noktada kuvvetli bir fırtınanın burayı darmadağın etmesi için her şeyini verirdi.

"Siz de mi partiden sıkıldınız?"

Genç adam gözlerini gökyüzünden kopartıp sesin geldiği yöne döndü. Kendisine doğru ilerleyen kırmızı elbiseli genç kadın hafifçe göz kırptı. Gözlerinin altında parıltılardan bir desen vardı, gökyüzündeki yıldızlardan farksız. Elbisesinin askıları bile pırıltılıydı.

"Biraz bastı," dedi Atahan nazikçe.

"Tabii... Açık hava özellikle, çok basar insana." Kadının sesindeki muzip tını, Atahan'ın hoşuna gitmişti. "O yüzden sigarayla dengelemek şart. Bakın, size bir önerim var." Ellerindeki kadehleri kaldırdı. "Değiş tokuş yapabiliriz. Sigaraya karşılık içki. Bence çok iyi bir anlaşma."

Atahan hiçbir şey söylemeden kadehlerden birini alıp, boş olan eliyle kadına paketi uzattı. Kadın gülümsüyor, paketten bir sigara aldıktan sonra, "Tüh," dedi. "Ateşi bu değiş tokuşa eklemeyi unuttum." Kıkırtısı kulağa çok hoş geliyordu.

"Karşılığında isminizi söylerseniz sigaranızı yakarım," dedi Atahan. Eh, madem herkes eğlenmesini ve mutlu olmasını istiyordu, o da bunu kendi yöntemleriyle yapardı o zaman. Yeni arkadaşlar edinmekten daha iyi bir şey mi vardı? Hele ki böylesi hoş ve güzel olduklarında.

"Onu sigaramı yakmasanız da söylerim canım," dedi kadın parmakları arasında sigarayı tuttuğu elini umursamazca sallayarak. "İsmim Hanzade," dedi tatlı tatlı. "Elinizi sıkardım ama iki elim de dolu maalesef."

"Atahan ben de, çok memnun oldum." Atahan kendi kadehini, alçak bahçe duvarının üzerine koydu, sigarasını da dudakları arasında sıkıştırarak kadının sigarasını yakmak üzere hafifçe eğildi. Yeni alev almış tütün kokusu, Hanzade'nin parfümününkine karıştı. Atahan başının hafifçe döndüğünü hissettiyse de belli etmedi. "Düğünler beni çok açmıyor," dedi, kısa duvara yaslanırken.

"Düğünlerin kimseyi açtığını düşünmüyorum," diye yanıtladı Hanzade, onun yanına geçip kendisi de duvara yaslanarak. "Şahsen bir - bir buçuk saat, bir düğünün maksimum süresi olmalı. Üstü yoruyor."

Atahan saatine baktı. "Kaçmak üzeresiniz o zaman?"

"Öyle de diyebiliriz. İsterseniz beraber kaçalım, daha eğlenceli olur."

"Çok isterdim ama, düğün sahibi sayılınca insan kaçamıyor."

"Hadi canım!" Hanzade gülümsedi. Düzgünce sıralanmış, muhtemelen bir ortodontistin saatlerce mesai harcadığı belli olan bembeyaz dişleri, kırmızı dudakları arasından sergilendiğinde, Atahan da gülümseyebilmek istedi. "Kız tarafı mı erkek tarafı mı?"

"Gelin annem oluyor."

"Of..." Hanzade'nin yüzü buruştu. "Zor. Yine de kaçılabilir diye düşünüyorum."

"Gerçekten?"

"Tabii. Ben kendi düğünümden bile kaçarmışım gibi geliyor bana gerçi." Henüz yarısını anca içtiği sigarasını duvarda söndürdü, elini Atahan'a uzattı. "Hadi," dedi. "Beni takip edin."

"Çok isterdim..."

"Aa, inanamıyorum." Hanzade gözlerini kırpıştırdığında kirpiklerine takılan simler, bahçeyi çevreleyen peri ışıklarının altında parıl parıl parladı. "Bu cevap sadece bana mı, yoksa kim teklif ederse etsin aynı cevabı mı verecektiniz?"

"Size vermek istediğim asıl cevabı veremediğim için kahroluyorum." Doğruydu. Onun elini tutmak, gidelim, götür beni buradan, demek istiyordu her şeyden önce. "Ama bir süre daha durmam gerekiyor gibi görünüyor."

"Bence anneniz de sizi anlayacaktır," diye karşı çıktı Hanzade. "Sonuçta... Bir misafirinize yardımcı oluyorsunuz diyebiliriz. Düğünden asıl kaçmak isteyen benim." Elini tekrar uzattı. "Biraz yürüyelim hiç değilse."

Çok zor bir seçim değildi önündeki.

Atahan genç kadının serin elini tuttu. Sabahtan beri bir şeyleri - veya kendilerini - ölümüne sıkmaktan yorulmuş parmakları, bu değişimi mutlulukla karşıladılar. Masaya en uzak yoldan hiçbir şey konuşmadan, Hanzade önde Atahan arkada yürürlerken, genç adam bütün herkesin gözlerini kendi üzerinde hissediyordu. Dedikoducu bakışlar, birbirlerini yönlendirmek için kaburgaların arasına atılan nazik dirsek temaslarını bekleyen kartal gözler, şimdi bir hapishanenin spot ışıklarıymışçasına onun üzerindeydiler sanki. Masadakilerle göz göze geldiklerinde, Andaç'ın başını sallama şekline durup kahkaha atmak istedi.

Çok yavaş yürüyorlardı, bahçeyi satın alacaklar da iyice inceliyorlarmış gibi. Hanzade'yle yan yana geldiklerinde, genç kadın Atahan'ın koluna girdi. 

"Herkes bizi izliyor," diye mırıldandı Atahan, son derece sade, havanın kaç derece olduğunu söyler gibiydi. "Çok ilgi çekici bir çiftiz bence."

"İzlesinler," dedi Hanzade, başını ona çevirip gülümseyerek. At kuyruğu yaptığı koyu renk saçları, bir su dalgasıymışçasına hareket ettiler. "Acil bir durum yaşıyorum ve sizin yardımınıza ihtiyacım var, diyebiliriz bu yaşanana. Siz de her nazik düğün sahibi gibi, konuklarınızla bizzat ilgileniyorsunuz."

"Emin olun, her konuğumla böyle ilgilenmezdim."

"Ah, biliyorum," diye kıkırdadı Hanzade.

"Düğünlerden kaçma işini çok sık yapıyora benziyorsunuz," dedi Atahan, gülerek. O akşamki ilk gerçek gülmesi bu olabilirdi. "Ama her seferinde düğün sahipleriyle kaçıyorsanız sorun yaşayabilirsiniz gibi geliyor."

"Eh, düğün sahipleri her seferinde bu kadar hoş olmuyor."

Bahçenin bağlı olduğu ana binanın kapısından girdiklerinde, Atahan sırtındaki bir yükün kaybolduğunu hissetti. Bakışlardan ve insanlardan, herkese gülmek zorunluluğundan azade, sadece önündeki genç kadına odaklanmak gerçekten de isteyeceği bir değişiklikti.

"Buradan nereye?" diye sordu yine de.

"Hmm," dedi Hanzade. "Benim evim karşıda, geçmek uzun sürer diye düşünüyorum. Siz ne taraftasınız?"

"Maslak'ta otelde kalıyorum şu aralar, henüz burada bir ev açmaya fırsatım olmadı."

"Hmm..." Hanzade düşünüyormuşçasına durdu. "Otel konseptine genel olarak nasıl bakıyorum bilemedim bir an."

"Bir evden farksız, tatlı bir odam var," diye yanıtladı Atahan, bir sır veriyormuşçasına fısıldayarak. "Yine de siz bilirsiniz."

"Peki..." Hanzade yan yan baktı, düzgün ışıklandırmada gözlerinin altına güneş ışınları gibi çizilmiş simli çizgiler daha net belli oluyordu. "Eğer ikimiz de sarhoşsak ben şoförümden rica edeceğim bizi götürmesini."

"Ben iyiyim aslında, ama tembellik edip araba kullanmaktan kaçınmak istiyorum eğer size zahmet olmayacaksa."

"Harika." Hanzade ellerini çırparak gülümsedi. "O zaman—"

Atahan biliyordu. Bunun o kadar kolay olmayacağını, kan bağının kendisine zorlamış olduğu bu görevin bu kadar kolay bitmeyeceğini biliyordu. Nitekim, annesinin, duvarlardan çarparak yükselen "Atahan?" deyişini duyduğunda gözlerini kapatarak olduğu yerde döndü.

"Efendim anneciğim?"

"Bir yere mi gidiyorsun?"

"Biraz öyle oldu," diyerek gülümsedi. Bu konuşmanın nereye gittiğini şimdiden görebiliyordu, söyleyeceği her sözü, alacağı her cevabı, acıyacak her yerini ve hedefleyeceği her yarayı biliyordu. Annesine yalvarmak, bu akşamlık ona müsaade etmesini rica etmek istedi.

Ama annesi sen beni herkese rezil mi etmek istiyorsun? diye sorduğunda bütün bunların boş olacağının farkına vardı. Hanzade'ye dönerek, "İsterseniz siz arabaya geçin," dedi tatlı tatlı. "Ben birazdan geleceğim."

Genç kadın bir ona, bir de annesine bakarak başını salladı, yüksek topuklularının izin verdiği ölçüde hızlıca çıktığında, Atahan ancak o zaman annesine döndü.

"Sanırım konuşmak istiyorsun anneciğim," dedi kendisinden beklemediği kadar sakin bir sesle. Belki de fırtına öncesi sessizlik dedikleri şey buydu. "Konuşalım."

Yeni, ışıl ışıl soyadıyla Leyla Beyoğlu, karşısında yüzünde sıkkın bir ifadeyle dikilmekte olan oğluna baktı. Gözleri hayal kırıklığı ve kızgınlık dolu olsa da, dilinin ucuna kadar gelen kelimelerin sertliğini yumuşatmak için durdu. Sessizce, çatık kaşlarla, elleri belinde durdu.

"Anne," diye konuya girdi Atahan, yorgun bir iç çekişin ardından. "Bence bu akşamki görevimi yerine getirdiğim konusunda ikimiz de hem fikir olabiliriz."

"Bunu görev olarak görmemeliydin, Atahan." Annesinin sesi hayalkırıklığı doluydu. "Hayatımla ilgili böyle büyük bir adım attığım günde, oğlumun desteğini hissetmek isterim."

"Elimden geleni gerçekten yaptım, ama düşününce, o dediğinden bende yok. Destek yani. Çünkü ben burada olan hiçbir şeyi desteklemiyorum. Kafama oturtamıyorum hiçbir şeyi."

"Mutlu—"

"Biliyorum," Atahan iç çekti tekrar. "Biliyorum. Sana haksızlık, seni ilgilendirmemeli de zaten. Ama bana vakit tanımıyorsun... Evleneceğini öğreneli bir ay oldu, düğününe çağırıyorsun, bana izin vermen lazım anne."

"Aylarca telefonlarıma bile çıkmadın, daha ne kadar izin verebilirim sana?"

Birbirlerine baktılar, birbirinin eşi yüz ifadeleriyle. Atahan burnundan su buharı soluduğuna çok emindi, damarlarında her ne geziyorsa kaynıyordu çünkü. Bağırmamak, boynundaki kravat başta olmak üzere boğazına dayanmış her şeyi eliyle yırtarak atmamak büyük bir irade gerektiriyordu. Karşısındaki annesiydi, Atahan normal şartlar altında annesini severdi, Atahan annesini hala seviyordu, ve bunu bilerek hareket etmesi şu an o kadar zordu ki, bunu yapmak yerine Everest Dağı'na tırmanmayı tercih ederdi.

Hayat, bazen insana seçenek tanımıyordu.

"Anne," dedi aralarındaki fiziksel mesafeyi kapatarak. Kadının elini iki elinin arasına alarak gözlerinin içine baktı. "Anne, ben bitik vaziyetteyim." Derin bir nefes aldı. "Ben gerçekten iyi değilim. İşle kafa dağıtmak tamam, ama beni tutup bir düğüne getirtmek çok hoş bir hareket değildi."

Leyla, boştaki elini oğlunun yanağına koydu. "Seni özledim," diye mırıldandı. "Seni yanımda görmek istedim, olamaz mı?"

"Anne..."

"Sigaraya başlamışsın." Sesi hayal kırıklığı doluydu. "Yakıştıramadım..."

"Daha bir hafta olmadı başlayalı." Atahan kendisini herkese hesap veriyormuş gibi hissediyordu. "Ne olur bırak gideyim... Kalışımı uzatırım, siz balayından döndüğünüzde uzun uzun konuşuruz, ne dersin?"

Leyla daha cevap veremeden, giriş kapısı açıldı. Atay Beyoğlu'nun neşeli sesi, "Leyla? Burada mısın?" diye sorduğunda, Atahan ister istemez gözlerini devirdi.

"Çalmıyorum eşini," diye seslendi annesinin uyaran bakışlarını görmezden gelerek. "Anne oğul biraz konuşmak istemiştik."

Atay, yüksek tavanlı girişte çın çın çınlayan bir kahkaha patlattı. "Aşk olsun, hiç öyle düşünmedim," dedi neşeyle. Andaç gibi çakmak çakmak bakan mavi gözlerini ikisinin üzerinde uzunca gezdirdi onlara doğru yürürken. Tek eli Leyla'nın beline dolanırken, diğer eliyle Atahan'ın omzunu sıktı. "Takım elbise sana yakışıyor, Atahan."

"Çok teşekkür ederim," diyerek gülümsedi Atahan. Hanzade'nin telefonunu almamış olmak, buraya gelmekten sonraki en büyük hatasıydı, kızı kaç dakikadır beklettiğini hesaplamak için saatine bile bakası gelmedi. "Ben kaçıyordum en son, kaçabilir miyim lütfen?"

"Kaç kaç, dakika durma!" Atay, Leyla'dan önce davranmıştı. "Hayat kısa, ne zaman öleceğin hiç belli değil, böyle güzellikleri kaçırmamak, bekletmemek lazım."

Atahan kaşlarını çatsa da başını salladı, annesinin yanağını öptükten sonra koşar adım kapıya gitti. Dış kapının önünde motoru çalışır halde duran siyah SUV'yi görünce bir sıcaklığın yanaklarına ulaşmasına engel olamadı.

Aracın arka camı açıldı, iki kolunu da kaportaya yaslayan Hanzade gülümseyerek ona baktı. "İçeride bir aile faciasının yaşandığını düşünmeye başlamıştım," dedi. "Gelmiyor musunuz?"

*

Asansörün kapıları kayarak açıldığında, aceleci adımlar attı ikisi de. Atahan'ın tek eli Hanzade'nin belinde, diğeriyse sanki üst üste basmak bir şeyi değiştirecekmiş gibi kapıları kapatma düğmesine bastı. Hanzade çoktan başını Atahan'ın göğsüne yaslamış, hafifçe nefes alıp veriyordu. Dudaklarındaki kırmızı ruj çoktan dağılmıştı, parlak kapılardan kendi görüntüsünü gördüğünde gülüşüne engel olamadı.

Atahan gözlerini kapatmış, yüzünü neredeyse Hanzade'nin gece siyahı saçlarına gömmüştü. Genç kadının yasemin kokusu burun deliklerini dolduruyordu, sanki dünyada ikisinden başka hiç kimse, içinde bulundukları mekandan — ki o mekan, katları yavaş yavaş tırmanan bir asansördü — başka hiçbir yer yokmuş gibiydi. Atahan'ın içinde tırmanan şeyler, asansörden çok çok daha hızlıydı.

Kafasının içi bir sis doluydu, tadı, kokusu olmayan ama dolu bir sis. Akşam başından beri duyduğu öfke, aylardır bastırdığı tüm duyguları nihayet yüzeye çıkartmıştı. Bu duygular tüm derisinde şu an elektrik olarak hücreden hücreye yürüyor, Hanzade'nin belindeki parmaklarını karıncalandırıyordu — müthiş bir beklentiydi bu, asansörün kapıları nihayet açıldığında bir sonraki adımı unutturacak kadar bir beklenti.

Genç kadın önden yürüdü. At kuyruğu saçları arkasında her adımıyla sallanıyordu, Atahan onu izlemeye devam ederse hipnotize olacağından emindi ve bundan bir şikayeti de yoktu. Belki birisi beynini yeniden normal bir şeyler hissetmeye programlarsa güzel bir hayat yaşamaya devam edebilirdi. Hayaller hayaller. Önündeki kadın her türlü hayalden daha güzel ve bayağı da gerçekken, hayal kurmayla vakit harcamanın bir manası yoktu.

Atahan onu doğru odanın önünde durdurdu, ceketinin cebinden cüzdanını, cüzdanından da odanın kartını çıkarttıktan sonra kısa devre yapmışçasına kalakaldı. Hanzade kıkırdayarak kapı kartını ondan aldı, kapıdaki okuyucuya okuttuktan sonra kartı ona geri uzattı, Atahan nihayet bazal insan fonksiyonlarına geri dönmeyi başarmış, kapıyı açmayı ona bırakmadı. Odanın kapısını açtıktan sonra bir adım geriye çekilip hafif bir reverans yaptı. "Buyrunuz," dedi sersemce gülümseyerek. Dudaklarında, Hanzade'nin kan kırmızısı rujunun kalıntıları, aklında sadece onun kokusu vardı.

Önüne geçip odaya giren Hanzade, Atahan'ın kravatını da sıkıca tutup çekmeyi ihmal etmedi. Sanki isteyerek takip etmiyormuş gibi, boynunun götürdüğü yere yürüdü genç adam, bir hülya içerisinde süzülüyor gibi. Düşünme yetisini kaybetmiş olmayı, neredeyse hiçbir şey içmemişken sarhoş olmayı dert etmedi, herhangi bir şeyi dert etmemeyi, ama bu kadar yoğun hissedebilmeyi özlemişti. Kapıyı arkasından kapatıp, el yordamıyla çengeli taktı, gözleri hala Hanzade'deydi.

Her şeye dikkat ettiğini fark etti, her şeye. Elbisesinin saten kumaşının Hanzade'nin her kıvrımını nasıl sardığına, genç kadının ayakkabılarının halı üzerinde nasıl sessiz olduğuna, odadaki ışığının — ki sadece yatağın başındaki loş okuma ışıklarından geliyordu — gece siyahı saçlarda nasıl dans ettiğine... Kalbi uzun zamandır çarpmadığı kadar hızlı ve güçlü çarpıyordu göğüs kafesinde. Temas açlığı değildi bu, temas açlığının önüne geçecek kadar geceyi, yatağını birileriyle paylaşarak geçirmişti sonuçta. Bu bambaşka bir histi, duygu susuzluğu olabilirdi belki. Uzun zamandır yaşamadığı heyecanı, beklentiyi, arzuyu, ve bir noktaya kadar öfkeyi, bağımlılık yapacak kadar güzel bir içeceğe çevirmişti kendi içinde. O da şimdi, boğazını yakan o susuzluğu kesmek için kana kana içiyordu o sıvıyı.

Hanzade nihayet kravatı bırakarak ona döndü, yüksek topuklularını neredeyse ışık hızıyla çıkartıp çıplak ayaklarıyla yumuşak olmadığı her halinden belli halıda parmak uçlarında zarafet dolu birkaç adım atarak camın önüne giderken Atahan'ın onu takip etmesini istediği belli, tek kelime konuşmadan boynunu esnetti. Genç adam mesajı almış, işin açığı bir mesaj verilmesine bile ihtiyacı yok, aralarındaki mesafeyi kapattı. Eli genç kadının elbisesinin fermuarında, hala Hanzade'nin rujunu hissedebildiği dudaklarını kendisine açılmış boyuna götürdü. Kulağının hemen altından ilk öpücüğü kondurduğunda Hanzade hafifçe ürperdi, onu daha da cesaretlendirmek istercesine başını daha da geriye attı.

Atahan fermuarı indirirken, titreyen bir nefes verdi Hanzade'nin boynuna. "Tam olarak nereden çıktın sen?"

"Davetli listesinden," diye fısıldadı Hanzade, sesi Atahan'ın içini yakıyordu. "Seni kurtarmak için geldim."

"İnanması güç," dedi Atahan, nihayet fermuarı tamamen açarken. Hanzade ona döndü, yüzünde neredeyse aç bir ifade vardı. "Ama inanmayı seçiyorum."

Genç adam elbisenin incecik askılarından birini indirdi. Diğer askıya müdahale edecek olan eli Hanzade'nin saçlarının içinde, parmaklarıyla sanki tararmış gibi elini yavaşça aşağıya, genç kadının bir kuğu gibi uzun boynuna indirdi. Baş parmağını dudaklarında gezdirdiğinde, Hanzade sesli bir nefes bıraktı, Atahan'ın elinin altındaki nabzı hızlanmıştı. Başını hafifçe geriye çekerek duvara yasladı, narin parmakları yavaş yavaş genç adamın gömleğinin düğmelerini çözüyordu. Acelesi yokmuş gibiydi.

İkisinin de aceleleri vardı.

Parmağının yerini, dudakları aldı Atahan'ın, Hanzade'nin dudakları üzerinde. İkinci askı da çoktan yarıya indirilmişti, iki eli de artık işlevlerine başka yerde görevlendirilmiş, genç kadının sırtında, ve oradan da ince belinde bulmuşlardı kendilerini.

Ne de olsa, gece o kadar uzun değildi.

*

Sesi kısık olsa da, radyo güzel şarkılar çalıyor, klimadan giren soğuk hava ikisinin de bedenlerinin yatak örtüsü tarafından örtülmeyen kısmına tatlı tatlı dokunuyorken, Atahan hayatın belki de tam olarak bu olması gerektiğini düşündü. Odada tek bir beklenti vardı, üzerinde anlaşılmıştı, ve her şey olabildiğince netti.

"Düğüne geldiğine şimdi o kadar pişman mısın?" diye sordu Hanzade, yattığı yerde sırt üstü dönüp, tersten bakarak.

"Kesinlikle hayır." Atahan hafifçe güldü, parmakları Hanzade'nin gece siyahı saçlarına dolanmıştı. "Bu hangimizin fikriydi çok emin olamıyorum ama hangimiz düşündüysek çok iyi düşünmüşüz."

Radyoda çalan şarkı Allah'ın yananı göreceğini sakin sakin iddia etmekle meşguldü, İstanbul'un gökdelenleri ise kararan havaya onu aydınlatmak istermişçesine ışık yaymakla. Kapalı camlardan dışarının ışığı gündüzmüş gibi yansıyordu.

Tam burada kalmalıyım, diye düşündü Atahan, kolunu Hanzade'ye sararak. Genç kadının nefes alıp verme ritmine kendininkini eşitlemeye çalışmak eğlenceli bile sayılabilirdi. Tam burada. Yarın yok. Dün yok. Odanın dışarısı yok. Belki annesi de böyle düşünmüştü de evlenmeye karar vermişti. Boşver. Annem de yok. Babam zaten yok. Yine de tek değildi. Yalnız değildi.

"Ne düşünüyorsun?" diye sordu Hanzade, gözleri kapalıyken.

"Çok saçma şeyler," dedi Atahan. "Sen?"

"Aynı derecede saçma şeyler olduğuna eminim. İlk sen söyle."

"Cık." Atahan hafifçe doğrulup onu öptü. "Benimkiler karamsar. Sen anlat."

"O zaman... Bunu ilk buluşmamız saysam mı, yoksa bu kadarlık bir anlaşma olarak mı baksam diye düşünüyorum. Sen ne dersin?"

"Bir süre daha buradayım gibi duruyor," diye güldü genç adam. "Bence bu süre zarfında tekrar görüşüp öyle karar verebiliriz."

"Hmm, mantıklı. Belki seni kendi evimde ağırlarım, hatta sabah kahvaltı bile yaparız."

"Ooo, aklım nelerle çeliniyor böyle?"

"Yapabildiğim tek yemek kahvaltı ne yazık ki..."

"Öğlenle akşam yemekleri bende eğer evde yiyeceksek o zaman."

Hanzade bununla bir kahkaha patlattı. "Eğer neleri yapabilip neleri yapamadığımızdan konuşmaya girdiğimize göre, senin oyun date yönünde."

"Benim için hiç fark etmez," diye gülerek karşılık verdi Atahan da. Garip bir şekilde, henüz belki anca üç saattir tanıdığı bu kadının yanında gülmek kolay, hatta rahatlatıcı geliyordu. Biri, kafasının içinde kapalı kalmış ışıkları tek tek açıyor gibiydi. Tek ihtiyacımız bir de etrafı süpürüp toplamak herhalde. O da olur zamanla. "Bir gün de ben seni asıl evimde ağırlayayım."

"Evin nerede bu arada?"

"Güney Kensington, Londra." Sesi özür diler gibi çıkmıştı. "Holdingin Londra ofisinde çalışıyorum ben normalde. Türkiye'ye çok sık geldiğimi söyleyemem."

Hanzade gözlerini açtı. "Belki artık seni daha sık gelmeye ikna ederim, ne dersin?"

"Son iki geliş sebebimden daha güzel bir sebep olacağın kesin, ama bence sen benim yanıma gelmelisin ve orada takılmalıyız."

Odanın loş aydınlatması, göz kapakları altında tatlı ışık oyunları yapıyordu. Şarkı değişmiş, şimdiki şarkıda bol efekt verilmiş gitarın ritmi kendisini bir gece yolculuğu yaptırıyormuş gibi hissettirirken, kafasında açılan ışıklardan birkaçı patladı.

"Ne düşünüyorsun?" dedi Hanzade, tekrar, bu sefer daha sessizdi.

"Toprak," diye yanıtladı Atahan, dalgın dalgın, gözleri hala kapalıydı. "Kuru bile olsa insanın eline nasıl bulaşıyor, değil mi?"

Bir cevap beklemiyordu. Sorduğu aslında bir soru bile değildi. Bu şehir, bu ülke, artık çok da güzel şeyler hatırlatmıyordu ona. Artık. Annesinden başka hiçbir bağının kalmadığı bir yer olmuştu bir anda. Ailesinin yarısı, eline bulaşan toprağın altındayken, özellikle.

"Toprak," dedi tekrar daha yüksek sesle. "Neticede, hayat kısa, değil mi?"

Ne zaman öleceğin belli değil.

Continue Reading

You'll Also Like

1.6M 71.5K 62
Aile problemleri yüzünden evden kaçmış ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, aynı zamanda sinir hastası olan Pare, ucuza gelsin diye ikinci el...
2.3K 226 5
Ben, Alije Aslanbegović... 95 senesinde, Bosna'da zulüm kol gezerken, çaresizce kaçmaya çalıştım... Sırplar yüzünden, ailemi toprağa koydum. Yaralı...
824K 2.7K 1
Ayağıma büyük gelmiş ayakkabılara huysuzca baktım. "Ya bunlar bana olmadı!" "Prenses sen olmadığın içindir." "Ya da sen prens olmadığın içindir, ayı!"
55.4K 4.1K 74
WATTYS 2023 YARI FİNALİSTİ BİR DÜŞMÜŞ MELEKLER ROMANIDIR. Her ölümsüzün kimliğini, ait olduğu yeri ve gücü tanımlayan ruh lekesi bulunmaktadır. Fakat...