Papatyalar Karanlıkta Büyür

By kariabenam

768K 46.9K 81.9K

Soğukkanlı bir seri katille yolu kesişen bir kız... Üstelik kaderleri ortaktır ve sır perdesi aralanana kada... More

I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII
XIV
XV
XVI
XVII
XVIII
XIX
XX
XXI
XXII
XXIII
XXIV
XXV
XXVI
XXVII
XXVIII
XXIX
XXX
XXXI
XXXII
XXXIII
XXXIV
XXXV

XXXVI

16.6K 1.1K 1.8K
By kariabenam

📢 Lütfen bu bölümde olan şeyleri önceki bölümlerde söylemeyin çünkü çooook büyük spoi var.📢

Selammm, bu bölümü okumadan önce hatırlamak maksadıyla önceki bölüme göz atarsanız sizin için daha iyi olur.

Bu bölüm çok önemli, o yüzden lütfen oy vermeden geçmeyelim. 🤍

Keyifli okumalar dilerimmm.

XXXVI

Karanlık, erkek bedenine ait olduğu belli olan bir siluetin evin ilerisindeki yabancı bir araca doğru koştuğunu gördüğümüzde ben kilitlenmiş bir halde kalakalmıştım. Ne yapmam gerekiyordu? Yerde cansız yatan babamın bedeniydi ama ben hiçbir şey hissetmedim. Sanki tüm kanım donmuştu, biri başımı kesse kan akmayacak vaziyetteydim.  “Kaçmasına izin veremeyiz,” dedi Gökhan anında hareketlenirken.

Sihirli bir cümle kurmuşçasına silkinerek kendime geldim. Beynim kırmızı alarmlarını yaktı, kafamın içinde ‘eğer bu defa da yakalayamazsan sıra sizde’ diye uyarılar çalıp durdu. Deren öldü. Babam da öldü. Öyleyse sıradaki kimdi?

Gökhan iki üç adım attıktan sonra adamın peşinden gitmekten vazgeçip elindeki silahı uzatarak adama nişan aldı. “Adamı öldürme,” dedim aniden. “Onu esir de alamayız.” O kadar hızlı konuştum ki Gökhan’ın anlayıp anlamadığından emin olamadım.

Gökhan silahı ateşledi. Gözlerimi kapadım. Tüm bunlar on saniye içerisinde gerçekleşmişti ama bana nedense sanki bu anın içinde kilitli kalmışız gibi uzun geldi. Sonra gözlerimi açtım, adamın bacağının çarpıklığına ve zorlukla yürüyüşüne bakılırsa Gökhan onu bacağından vurmuştu.

Neden yaptığı basitti: adamın hızını yavaşlatmak. Vurmasaydı ikimiz de arabaya binene kadar belki de gözden kaybolacaktı. Gerçi bunu hala yapabilirdi. Gökhan’ın bir elinde silah, ötekinde her ihtimale karşı yanına aldığı telefonu olduğunu fark ettim. Gözlerim adama kaydı ama bedenim çoktan hareketlenmişti. Yeterince hızlı ve sinsi olursam her şey zeytinyağından kıl çeker gibi olabilirdi. Gökhan sağ tarafa, kendi arabasının olduğu yere doğru dönecekken ben tüm gücümle atılıp elindeki telefonu kaptım ve adama doğru koşarken titreyen ellerimle zorlukla telefonun sesini kıstım.

Gökhan’ın adımı seslendiğini duydum ve bir elimi geriye uzatarak ona durması için işaret ettim. Adam arabaya binmek üzereydi, daha fenasıysa arabanın motoru çalışır vaziyetteydi. Ecmel’i düşündüm. Sonra babamı… Midem kasıldı.

Tüm gücümle hızlanıp arabanın kapısını kapatmadan önce adamın üzerine atılıp var olan bütün enerjimle maskenin açıkta bıraktığı gözlerinden sağdakine parmağımı geçirdim. Beni üzerinden atmak için çırpınan adam bu kez can havliyle ciyakladı. Sol elim adamın yüzünü parçalamak için delicesine hareket ederken telefonu tuttuğum sağ elim ise sakin ve dikkatliydi: Adamın oturduğu koltuğun tam arkasına, görünmeyecek kör bir noktaya yüz üstü iliştireceğim yeri seçmeye çalışıyordum. Ama yüzümün ortasına inen dirsek ve akabinde kaşımın anlayamadığım bir yere çarpmasıyla telefon elimden koltuğun arkasında bir yerlere rastgele düştü. Ve sonra karnıma yediğim yumrukla birlikte arabadan dışarıya, soğuk toprağın üzerine düştüm. Burnumdan hızla akan kanın aralık dudaklarımdan içeriye sızdığını fark ettim. Araba aniden gaza basmasıyla tekerleğin ucunda olan ayağımı çekmek son anda aklıma geldi.

Adamın tozu dumana katıp kaybolan arabasının yerini Gökhan’ın arabası aldı. Başımı çevirip ağzıma dolan kanı yere tükürdüm. Gökhan kapıyı hiddetle açıp bir adımda karşımda dikildi. Nefes nefese kalmış halde ayağa kalkmak için hamle yaparken eğilip koltuk altlarımdan tutarak beni rahatlıkla kaldırdı. O yüzüme kaşlarını çatarak bakarken ben hareket edip arabanın önünden dolaşarak yolcu koltuğuna yerleştim, ardından Gökhan da bindi ama aracı hareket ettirmedi.

Karmakarışık duygular içerisindeydim. Arkamdaki evde babam ölüydü. Midem bulandı fakat bunun sebebinin kanın tadı mı yoksa üzüntü mü olduğunu anlayamadım. Vücudum sıcacık ve uyuşuktu. Küçükken üzüldüğümde de böyle olurdu. İçimde kor varmış gibi hissederdim ve tüm uzuvlarım uyuşuk olurdu, kolumu dahi kaldıracak halim olmazdı. Tıpkı şimdiki gibi. 

“Umarım planın kendini dövdürmek değildi?” diye sordu buz gibi duygusuz bir sesle. Gökhan eğer delicesine öfkeliyse her zaman bu duygusuz, soğuk tonlamayı kullanırdı. Elimin tersiyle burnumu kapattım.

“Eğer peşini bırakmadan gitseydik fark ederdi ve biz de şansımızı kaybederdik. Bizi istediğimiz yere götürmezdi.” Az önce adrenalin yaşamamışçasına sesim zayıftı.

“Bu yüzden sinyalini takip etmemiz için telefonumu arabasına bıraktın?” Bu bir soru olmadığı için sessiz kaldım. Adam anlamayacaktı, onu durdurmak için kendisine saldırdığımı zannedecekti.

“Belki şimdi değil ama mutlaka katille buluşacak.” Cümlemin sonuna doğru aniden sızlayan kaşım yüzünden sızlandım ve parmaklarımı kaşıma bastırdım. Sonra tepedeki aynayı indirerek yüzüme baktım. Burnumdan aşağısı; dudaklarım, çenem kan içindeydi ve aynı zamanda kan, iki şerit halinde boynumdan aşağı da sızıyordu. Ve patlayan sağ kaşımdan da göz kapağımı boyayıp aşağı süzülen kan vardı.

Peki babamda ne vardı? Ona da mı ağır doz uyuşturucu vermişlerdi?

“Eve gidelim,” dedi Gökhan gözlerini burnumdan çekerek. “Senin telefonunu kullanarak adamın nerelere gittiğini not alacağız.”

Eve girmek istemedim. O gerçekle bir kez daha yüzleşmek istemedim. Babamı ölü görmek istemedim. Boğazıma bir düğüm atıldı sanki. Ağlama hissini yok sayabilmek için burnumdan sızan kanı elimle silmeye çalıştım.

“Babanı başka odaya taşırım,” dedi ve elini uzatıp kucağımdaki kana bulanmış elimi uzun, ince ama kemikli parmaklarının arasına aldı. Başımı eğip birleşen ellerimize baktım. Gökhan’ın sıcak dokunuşu bile içimdeki savaşı durultmadı. Sanki sahibi belirsiz bir kalem kafamın içini hırsla boyuyordu. Acımı bastırsın diye dişlerimle alt dudağımı ezdim. Ardından, Gökhan diğer elini yanağıma yerleştirip yüzümü göğsüne çekti. Dudaklarını başımın üzerine bastırdığında hıçkırarak ağlamak istedim. Tekrar ve tekrar, belki sayısız kere daha tüm bunların bitmesini, bu süreçte aldığım derin yaraları unutmayı diledim. Hem fiziksel hem ruhsal hem de mental olarak o kadar büyük zarar görmüştüm ki, bunlar ancak bir gerilim, aksiyon filminde başa gelecek türden şeylerdi.

Yüzüm Gökhan’ın göğsüne yaslıyken avucumu Gökhan’ın yanağına yerleştirdim. Gökhan yerine başka biri olsaydı daha çok acılar çekerek ve başımdan daha bin bir türlü bela geçerek çoktan ölüp gitmiştim. Sanırım tek iyi nokta Gökhan’ın varlığıydı.

Yaralarınla ilgilenmeliyiz,” dedi Gökhan beni yavaşça kendisinden ayırırken. Yüzüne bakmadan başımı yavaşça salladım. “Biraz bekle, cesedi başka odaya taşıyayım.”

“Gerek yok,” dedim derin bir nefes bırakıp açtığım kapıdan dışarı çıkarken. “Belki de yüzleşmem daha sağlıklıdır.” Arabanın kapısını örttüm ve evin açık kapısının eşiğinde yatan o bedeni gördüm, yutkundum. Keşke babamın öldüğüne sevinebilseydim, şüphesiz çok daha kolay olurdu.

Karanlığın arasından Gökhan belirip yanımda sessizce yürümeye başladı. Ayaklarım eve yaklaştıkça yavaşlıyor, sanki görünmez bir güç beni geriye doğru çekiyordu. Fakat direndim, bu gerçekten kaçamazdım. Gerçeklerden kaçamazdım. Burnumdan akan kanı bilinçsiz bir tavırla sildim. Ne kadar hızlı kaçmak istedimse o kadar hızlı vardım. Kapının önünde birkaç saniye duraksadıktan sonra içeriye adım attım ama babamın ölü bedeninin dibinde durmak kanımı dondurdu.

Normal insanlar gibi olmayı dilerdim. Yakınları öldüğünde insanlar ağlar, sızlar, depresyona girer, acısını yaşarlardı ve böylece üstesinden gelebilirlerdi. Ama ben ne kardeşim öldüğünde ne Ecmel öldürüldüğünde ne annem beni ikinci kez terk ettiğinde ne de şimdi, babamın cesedi ayaklarımın ucundayken herkes gibi tepki verebildim. Delirecek gibi hissediyordum. Bir yerlere saldırmak, bir çözüm bulmak ve bulamadıkça batağa saplanmak gibi bir şeydi. Nefesimi keser, beni kaskatı yapardı. Acıyı yaşayamamak, acıyı yaşamaktan daha acıydı.

Birisi bacaklarımın ruhunu almışçasına babamın dibine aniden çöktüm. Gökhan odalardan birine girmişti. Kendimi çok yalnız ve korkmuş hissettim.

Ne içindi şimdiye kadarki çabam? Gerçekten babamı bulabilmeyi mi ummuştum? Bu karanlık, tehlikeli insanların arasında nasıl umudumu koruyabilmiştim? Tehdit edildiğim için mi devam etmiştim yoksa akıntıyı kabullenip sürüklendiğim için mi?

Babam çektiğim tüm bu işkenceye değmiş miydi?

Ya da belki de sadece Gökhan gibiydim. Kabullenemediğim bir yerlerde ona çok benziyordum ve belki de sadece gücümü kendime ispat edebileceğim bir fırsat sunulmuştu? İşin özünde bir meydan okuması vardı ve beni bu büyülemişti belki de.

Yoksa acizce babama mı yaranmaya çalışmıştım? Kendimi ona ispat etmeye çalışmak gibi küçük düşürücü bir eyleme mi girişmiştim?

‘Bak baba, beni hiçbir zaman benimsemedin ama ben tek başıma seni buldum. Seni ben kurtardım; hep görmezden gelip cezalar verdiğin, günahının meyvesi olan kızın yaptı bunu.’

Sebeplerim ne olursa olsun sonuç buradaydı işte. En somut ve en acımasız haliyle. Başarısız oldum, çoğu zaman olduğum gibi. Babamın ölü bedeni yorgun, şaşkın, ışığı o an sönmüş gözlerimin önünde belirdiğinde ne yapacağımı kestiremedim. Kapının açılmasıyla birlikte yüz üstü düşen bedenini tanımak için yüzüne gerek yoktu. O an için aklımdan geçen tek bir düşünce ve o düşüncenin şekillendirdiği anlamsız bir his vardı: Bunun için miydi?

Kendimi bir aptal gibi hissettim. Beklemediğim bu tepkisizliğin bir nedeni olabilirdi; ben zaten bunu bekliyormuşum: Başarısız olmayı, elime yüzüme bulaştırmayı… İçten içe babamın öldürüleceğini biliyormuşum da oyunu kurallarına göre oynamışım. Kandırılan bir oyuncu olduğumu bile bile birilerinin eğlence sahnesinde kukla olmuşum.

Gökhan odadan çıkıp hızla yanıma geldi, kilidini açmam için telefonumu bana uzattıktan sonra ilk yardım çantasını yanıma koyup içinden çıkardığı pamuğu bana uzattı. “Bunu burnuna tut, birazdan yaralarını temizleyeceğim.” Dediğini yaparken bakışlarım babamın yüzüstü düşmüş kafasındaydı. Gökhan’ın telefonun sinyalini bulması için birisiyle konuştuğunu duydum. Çok sürmedi, telefonu kapatıp yanıma geldi.

“Her an çıkmamız gerekebilir,” dedi sakin, teselli eder gibi bir yumuşaklıkla. Çenemi nazikçe tutup başımı ona çevirmemi sağladı. Mavinin en koyu tonu gözlerine baktım. Yüzüme, boynuma bulaşan kanı hızla, büyük bir pratiklikle temizledi. Burnuma tampon yaptıktan sonra yarılan kaşıma da ilaç sürmesinin ardından yara bandı yapıştırdı. İşi bittiğinde başımı yeniden babama çevirdim. “Yüzünü çevirir misin?” Sesimin neredeyse bir ölüye ait olduğunu sandım ve bu irkilmeme neden oldu.

İlk yardım çantasından elastik eldiven çıkarıp eline taktıktan sonra soğukkanlılıkla söylediğimi yaptı. Ama geri çevirirken bedeninin çoktan katılaşmaya başlaması dikkatimi çekti. Rengi solmaya yüz tutmuş suratıyla karşı karşıya kalınca içim üşüdü, bedenimi kısa bir anlığına yine titreme aldı. Gözlerim kenetlenmişçesine babamdayken Gökhan’ın konuştuğunu duydum, ne dediğini idrak edemedim.

Kafam karmakarışık düşünceler tarafından mı işgal edilmişti yoksa donuk muydum? Emin olduğum tek bir şey varsa havanın keskin soğuğunun parmak uçlarımı buz gibi yaptığıydı. Hava mıydı soğuk olan yoksa bedenim ben anlamadan uç noktada bir tepki mi veriyordu?

Gökhan babamın koluna baktı ve sonra yavaşça yerine bıraktı, yüksek doz uyuşturucu verildiğini böylece anlamış oldum. Oturuş pozisyonumu değiştirdim; dizlerimi karnıma doğru çekip kollarımı bacaklarımın etrafına sardım. “Babam hayatı boyunca yanlış tercihler yaptı,” dedim benim bile zor duyabileceğim yükseklikte. Babamın bembeyaz dudaklarına baktım. Bir zamanlar bana bakan gözleri, genellikle beni cezalandıracak cümlelerin çıktığı ağzı kapalı, bana karşı her zaman çattığı kaşları kımıltısızdı. Buna rağmen sanki her an canlanıp olanlar yüzünden beni suçlayacakmış gibi hissediyordum. Garipti. Babam katıydı fakat sanırım ondan hiçbir zaman korkmamıştım.

“Her zaman vermemesi gereken kararlar verdi. Hep hata yaptı. Beni dünyaya getirmesi bunların ilkiydi.” Derin bir nefes alıp duraksadıktan sonra devam ettim. “Kim bir hayat kadınından çocuk dünyaya getirir ki? Suçlaması gereken kişi kendisiydi ama o beni suçladı. Aslında suçlu olduğunu biliyordu.” Gökhan da yanıma oturup kendine çektiği dizlerinin üzerine dirseklerini yerleştirdi. “Kendisinin suçlu olduğunu bildiği için bana annemin öldüğü yalanını söyledi. İğrenç gerçeğini bana hangi yüzle anlatacaktı ki?” Omuzlarımı silktim. “İkinci hatası beni yanında tutması oldu. Devlet korumasına verebilirdi. Ama o bunu yapmadı. Eş olarak aldığı kadının bana eziyet etmesine göz yumarak üçüncü hatasını yaptı. Okulda, sokakta, evde zorbalığa uğradığım her zaman bir şekilde bende suç bulmayı başararak hatalarını devam ettirdi. Üstelik o hatalarının ve hatalarından doğan bedellerinin hep ben ödedim.” Başımı çevirip Gökhan’a baktığımda bana dikkatle bakan gözleriyle karşılaştım. “Babam baştan aşağı hatadan ibaretti ve ben de onun kurbanıydım.” Dudaklarımı ıslattıktan sonra bakışlarımı yeniden babama çevirdim. “Şimdi ona dair zihnimde kalan tek şey bana işaret parmağını uzatmış bir baba figürü. O hep yanımdaydı ve yanımda olarak bana en büyük kötülüğü yaptı. Kahramanım olmak için kılını kıpırdatmadı, ben hiç prenses olmadım.”

Büyük, girdap gibi korkunç bir sessizlik geçti. “Sanırım öldüğü için öfkeliyim. Çünkü onunla hiç hesaplaşmadım. Hesaplaşsaydım ona ilk soracağım şey ben hastalandığımda neden hiç odama çıkıp nasıl olduğumu sormaması olurdu.” Acıyla doldu bir kahkaha attım. “Yaptığı en kötü şeylerin hesabını sormak yerine bunu sorduğum için deli olduğumu düşünebilirsin. Her hatasının mantığını bulabilirim. Ama hastalandığımda neden ateşimi ölçmek için elini alnıma hiç koymadığını, neden hastaneye götürecek kadar endişelenmediğinin mantıklı bir açıklamasını bulamıyorum. O siktiğimin odasına girip üç adım atıp kolunu uzatarak ateşimi ölçmesi, o boktan çenesini açıp tek kelime kurması zor değildi. Neden hep kendi kendime iyileşmek zorunda bıraktı? Neden tüm sorunlarımı tek başıma çözdürmek zorunda bıraktı? Neden varlığına koşulsuz güveneceğim biri olmadı?”

Gökhan tam da benim istediğim gibi hiç yorum yapmadan sessizce beni dinledi. Teselli verebileceği hiçbir şey olmadığını bilecek kadar zeki bir adamdı. Babamın bende açtığı yaralar geçmeyecek travmalardı.

Açık kapıdan içeriye soğuk bir rüzgar girdi. Gökhan belimden tutup alnıma dudaklarını bastırdı.

Güçsüz olmak isterdim. Güçsüz kalacak kadar toz pembe bir hayatım olmasını isterdim; o zaman hayat yüzüme belki gülebilirdi.

Derin bir nefes alıp duymasa bile aslında babamla olan konuşmamı bitirdim. Dakikalar boyunca ölü yüzüne baktım. “Nereye gömmemiz gerek?”

“Sen nereye istersen,” dedi durgun bir sesle.

“Ben nereye istersem gömemeyeceğimizi biliyorsun,” dedim sinirle. Neden sinirlendiğimi kendim bile anlayamadım. “Neden öldüğünü soruşturacaklardır. Ve o benim babam. Bana bir sürü soru soracaklar, tehlikeli, farkındasın değil mi? Başka bir yere gömersek de tehlikeli, bu kez onu neden adamakıllı gömmediğimizi soracaklar.” Sessiz kaldı. “Onu yakalım, küllerini de hiç bulunamayacak bir yere atalım.”

Gökhan’ın kafasını hızla bana çevirdiğini göz ucuyla gördüm. Sesimi çıkarmadım. “Onu gömebiliriz, Merve. Ve üstelik kimsenin seni suçlayamayacağı şekilde.”

“Hayır,” dedim kesin bir dille. “Onu yakmak istiyorum.” İçimde büyük bir öfke vardı ve artık o ölmüştü.

“Peki,” diyerek kabul etti. “Öldükten sonra bedenine ne olduğunun önemi yok, sadece senin için söyledim.”

Dizlerimden destek alarak ayağa kalktım. “Benim için de bir önemi yok,” dedim mutfağa doğru giderken. Bir şey yiyip içeceğim için değil, sadece artık babamı görmek istemediğim için. Gökhan bu isteğimin nedenini çok iyi biliyordu. Faydasız da olsa onu, ölü bedenini yakıp ziyaret edilecek bir mezara sahip olmasını engelleyerek cezalandırıyordum.

Hep suçladığı kızından, onun için bir mezar yaptırmasını beklemezdi sanırım. Onun gözünde yanlış şeyler hep yapan bensem, dünya üzerinde ona karşı son hatamı da yapmak zorundaydım, değil mi?

‘Nasıl baba, tam da bana yakışır bir şey yapıyorum, değil mi? Hadi kalk da bana nefretini kus. Benim zaten küçücük yaştan beri tuhaf olduğumu, başına sürekli bela açtığımı; değer görmeyi, adam gibi davranılmayı hak ettiğimi söyle. Defalarda cezalandırmaktan bıktığını ama benim defalarca cezalandırılmaktan bıkmadığımı, aklımın fikrimin kötülüğe çalıştığını söyle ve her zamanki gibi cümlenin sonuna ‘sen hiç işe yarar biri olmayacak mısın’ı ekle.’

Çünkü sen haklısın. Ben hiç işe yarar biri olmayacağım çünkü ne zaman bunun için çabalasam elimde kaldı. Çünkü eğer senin bir mezarının olmasına engel olursam ilk defa seni haklı bulacağım ve bu yüzden artık sana öfke duymayacağım. Çünkü eğer seni yakıp yok edersem gerçekten de suçlu olduğumu kabulleneceğim ve haksız yere yargılandığım için kin duymayacağım. Ve biraz da intikamımı alacağım. Hastalandığımda yanıma bir kere uğrayacak kadar değerli değildiysem senin için, neden sen mezarı olmayı hak edecek kadar değerli bir insan olasın onca yaptığın şeyden sonra? Şimdiye kadar suçunu işlemediğim her şeyin bedelini ben ödediysem, sen tüm suçu işleyen olarak hiç ceza almayacak mısın?

Sandalyeyi çekip oturdum ve masanın üzerine koyduğum kollarımın arasına yüzümü gömdüm. Az sonra mutfağın eşiğinden içeriye doğru adımlayan ayak sesleri duydum. Kafamı yavaşça kaldırıp Gökhan’a baktım. “Şimdilik gömmek zorundayım. Senin için uygunsa yakacak bir yer ve zaman bulduğum zaman yakarım.”

Kafamı ağır ağır salladım. Yeterince vakit geçmişti zaten, cesedi evin içinde durmaya devam ederse koku yaymaya başlardı. “Olur,” dedim pürüzlü sesimle. Gökhan arkasını dönüp gitmeden önce tereddütle bana baktı, benim için ne yapması gerektiğine karar veremiyormuş gibiydi.

“Az ileride bir yerde toprağı kazacağım, benimle gelebilirsin.” Teşvik edebilmek için, “Işık tutsan iyi olurdu,” diye ekledi ancak bunun bahane olduğunu biliyordum. Sabit bakışlarla yüzüne bakmaya devam ettiğimde burnundan sesli bir nefes verdi. “Tamam, burada yalnız kalmanı istemiyorum.”

Sandalyemi geriye iterek ayaklandım. “Her zaman bana karşı açık olmanı isterim.”

“Denerim,” dedi ben yanına vardığımda yürümeye başlayarak. Mutfağın kapısından çıktığımızda az önce tam karşımızdaki dış kapının orada yatan ceset yoktu. Odalardan birine götürmüş olmalıydı. Derin bir nefes almak istedim ama soluğum göğsümün ortasında bir yerlerde kalakaldı. Gökhan dış kapıyı açtıktan sonra kapının yanındaki kısa vestiyerin en alt çekmecesinden fener çıkardı ve bana uzattı. “Kazma falan yok mu?” dedim ilgisiz bir sesle.

Sanki çok umurumdaymış gibi. Hatta isterse gömdükten sonra yakmayabilirdi de. Müthiş bir umursamazlık peyda oldu. “Arkadaki odunluktan alacağım,” dedi önümde yürümeye başlarken. Kapıyı arkamızdan örtüp el fenerinin ışığını yaktım. Kapkaranlık ormanı aydınlatan bu ince ışık haresi normal şartlarda çok ürkütücü gelirdi gözüme ama şu an normal şartlar içinde değildik. Sessizlik beni rahatsız etti. “Sinyalden haber yok, değil mi? Acaba adamı takip etseydik daha mı iyi olurdu?”

“Takip etseydik kesinlikle izlerini bir şekilde kaybettirirdi. Sinyal için haber beklemekten başka çaremiz yok. Sinyal gelen adresleri araştırıp duruma göre harekete geçeceğiz.” Odunluğa geldiğimizde Gökhan tahta, eskimiş kapıyı itti ve kapı gecenin huzurunu kaçıran bir gıcırdayışla açıldı. “Işığı içeriye tutar mısın?” diye bir soru sorunca burayı hiç kullanmadığını düşündüm. Hoş, ev bile uzun zaman sonra kullanılmışken bu durum kesin sayılırdı. Elimdeki fener bu ufacık, toz kokusunun boğaz sızlatan yeri rahatlıkla aydınlatmaya yetti. Duvara yasladığı malzemelerin arasından bir kazma, bir de küreği uzun saplarından tutarak odunluktan çıktı ve önüme geçip yürümeye başladı. Ancak cebine koyduğu telefonum çalmaya başlayınca elindekilere yere sabitleyerek durdu, işaret ve başparmağıyla telefonu cebinden çıkardı. Açar açmaz, “Gelişme mi var?” diye sordu. Karşı tarafın bir şeyler söylediğini duyabiliyor ancak kelimeleri seçemiyordum. “Ne?” diye sorarken elindeki kazma ve kürek yere düştü. “Bir yanlışlık olmadığına emin misin?”

Soğukkanlı duruyordu ama hiç de soğukkanlı olunacak şeyler söylemiyordu. Korku içinde Gökhan’a yaklaştım. Gökhan telefon hala kulağındayken arkasını dönüp eve doğru koşar adım ilerledi, ben de peşinden koştum. Kapattığım kapıyı geri açabilmek için parmak izini okuttu. “Sen sakın sinyali kaybetme,” dedikten sonra telefonu kapattı ve eş zamanlı olarak eve girdi.

“Ne oldu?” diye sordum korkuyla sorduğum soruyu, “Uras’ın numarası sende var mı?” diyerek böldü. “Ona acilen ulaşıp her şeyin yolunda olduğunu bilmem gerek.”

Hafızamı zorladım. “Evet,” dedim kekeleyerek. “Evet var.” Telefonun ekranında parmağını kaydırdı.

“Ne oldu?” dedim tane tane, üzerine basarak. 

“Adam…” dedi ve arabasının anahtarlarını aldıktan sonra dönüp yüzüme baktı. “Telefonumun sinyali annemle babamın yaşadığı evden geliyor.”

Ağzım dehşetle aralanırken kaşlarımı çattım. Babam bugün öldürüldü ve şimdi adam Gökhan’ın ailesinin evindeydi. Hiçbir şey diyemedim. “Abi,” dediğinde kalbim nedense aniden acıdı. Kolay kolay abi demezdi. “İyi misin? Neredesin?”

“Annemi ve babamı araman gerekiyor, sebebini sorma. Sadece ara, evdelerse kapıyı açmasınlar, hatta mümkünse hırsız bahanesiyle birisini çağırsınlar. Ve eve yirmi dakikadan kısa süre ulaşabilecek adamların varsa eve gitmelerini sağla. Mümkünse silahlı olsunlar,” diye birbiri ardına sıraladı. Uras’ın ne dediğini duyamıyordum. “Hayır,” diye aniden bağırdığında yerimden sıçradım. “Eğer eve gitmeye kalkışırsan seni kendi ellerimle öldürürüm. Sorgulamadan söylediklerimi yap,” dedi ve cevap beklemeden telefonu kapattı.

Odalardan birine girip elinde silah ve mermilerin olduğu metal kutuyla geri döndü. “Burada kal,” dedi soğuk bir tavırla. Adımların hızını düşürmeden kapıya doğru yürüdü. Tamam endişeli, üzgün ve hatta belki biraz da korktuğunu buz gibi sesle konuşmaya başlayışından anlayabilirdim.

Ayrılmamamız daha doğru.” Hızla koşarken kapıyı arkamdan kapatmak bilinçsiz yaptığım bir şeydi, Gökhan arabasının motorunu çalıştırdığında anca ona yetişip arabaya oturabildim. “Bana da silah ver,” dedim elimi ona doğru uzatıp. Silahlar ve mermi kutusu kucağındaydı. Söylediğime karşılık en ufak bir tepki dahi vermedi. Tanıştığımız ilk zamanlardaki gibi bakıyordu: Tekinsiz, neredeyse ölümcül sakinlikteki bakışlarına ters olan şey çenesinin kaskatı oluşuydu. Mimiksizdi fakat sanki azıcık kıpırdarsam beni öldürecekti. Uzanıp kucağındaki silahlardan birini aldım ve boş olan şarjörünü doldurmak için kutuyu de kucağıma çektim. İçini rahatlatacak birkaç söz söylemeyi çok isterdim fakat anlamsızdı.

Gökhan bakışlarını yoldan ayırıp telefona çevirdi. Ve telefonu arabanın ekranına bağladı. “Gökhan, annemle babamı aradım ama ulaşılmıyor.” Uras’ın bocalamış sesi arabanın içine yayıldı. “Ne olduğunu anlat.”

“Siktiğimin söylediklerini yap sadece, adamlarını gönder ve annemle babam açana kadar aramaya devam et. Bir gelişme olursa bu numarayı ara. Sakın kahramanlık yapmaya kalkışma.”

“Ne boka bulaştın?” diye sordu Uras hiddetle. Onun ilk kez sinirle konuştuğunu duyuyordum.

Gökhan telefonu Uras’ın yüzüne kapattı. Ormanlık alandan çıktığımızda Gökhan arabasını en son hızda kullanmaya başladı. Sarsılmıyorduk ama camdan dışarıya bakınca ışık hızında ilerliyormuşuz hissi veriyordu. Dakikalar hiç böylesine uzun geçmemişti. İçimden bir ses oraya varmamızın artık hiçbir önemi kalmadığını haykırıyordu ve inanılmaz huzursuz hissediyordum. Adrenalin sayesinde mental olarak art arda çöküşlerim yüzünden bayılacak kadar yorgun olduğumu hissetmiyordum. Ben arkadaşımı, babamı kaybetmiştim ancak aynısını Gökhan’ın yaşamasını istemiyordum. Şimdiye kadar ondan daha fazla yara almam ziyadesiyle şüphe çekiciydi zaten. Şimdi ne olacaktı? Gökhan da annesini ve babasını kaybederek bu beladan nasibini alacak mıydı?

Çalan telefonu çabucak açtı, tanımadığım bir erkeğe aitti ses. “Sinyal hala ailenin evinin orada Gökhan abi.” Bu her kimse onun bile sesi umutsuz geliyordu. Gökhan hiçbir şey demeden telefonu kapattı.

Çekinerek yüzüne baktım, ifadesi zerrece değişmemişti. Direksiyonu sımsıkı tutan parmakları bembeyazdı. Damarlarımdan kan yerine gerginlik aktığına inanacak kadar berbat haldeydim.

Gökhan’ın kolunu uzatıp ekranın yanına sabitlediği telefonu açtığını, yeniden Uras’ı aradığını gördüm. Telefon çaldı, çaldı ve çaldı, ardından kapandı. Bunun üzerine Gökhan aniden direksiyonun kenarına yumruğunu geçirdi ve bağırarak küfür etti. “Ona gitmemesini söylemiştim, piç herif!” diye devam etti. Sonra tekrar aradı, tekrar, tekrar. Açan olmayınca bu kez telefonu alıp hırsla cama fırlattı ve mümkünmüş gibi gaza daha da yüklenerek hızlandı.

Onu ilk kez gerçekten öfkeli görüyordum ve korkunçtu. Maske geçirmediği öfkesi de en az sakladığındaki gibi korkunçtu. Sessiz kaldım ancak onun bu hali soğukkanlılığımı yerle bir ediyordu. “Sinyalin yeri değişmiş olabilir mi?”

“Bunun ne önemi var?” dedi aynı öfkeyle. Ona cevap vermek yerine göz devirdim. Pekala, anlayışlı olmam gerekiyordu çünkü şu an ne hissettiğini en iyi ben biliyordum.

Lüks villaların olduğu muhite giriş yaptığımızda yaklaşık yarım dakika sonra Gökhan aniden fren yapınca kafamı çarpmamak için torpido gözüne tutundum. Hızlıca toparlandıktan sonra etrafa bakındım. “Ailenin yaşadığı yer burası değil,” dedim kaşlarımı çatarak. Gökhan silahını ayarlamakla meşguldü.

“Biliyorum,” dedi kısaca ve arabadan dışarıya çıktı. Ben de hareketlenerek peşinden gittim, elimdeki silahı sıkı sıkıya kavramıştım. Ama Gökhan arabanın önünden dolaşarak yanımdan gelince ne olduğunu anlayamadım. Kolumdan tuttu ve arabanın kapattığım kapısını açarak beni içeriye itti. Bu asla beklemediğim hareketi karşısında şoke uğradım ancak hızlı reflekslerim sayesinden ayağımı kapıya uzatarak kapatmasını engelledim. Gökhan içeriye doğru girip yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Seni bayıltmak istemiyorum, Balaban. Burada kalacaksın,” dedi ve ayağımı sertçe itip engel olamadan kapıyı kapattı ve sonra arabayı üzerime kilitledi. İki elimle birlikte cama vurdum ve bağırdım. Yan aynadan Gökhan’ın uzaklaştığını gördüm. Beynimin içi panik yüzünden uyuştu. Tek gitmesini istemiyordum. Sinyal hala evden geliyorsa adam da hala orada demekti ve kim olduğunu bilmiyorduk. Ellerimi yumruk yapıp daha hiddetli vurdum. “Aç şu kapıları!” diye tamamen boşa bağırdım. Gökhan artık göremeyeceğim bir konuma geldiğinde öfkeyle burnumdan solup ellerimi camdan çektim. Sakinleşmeye, mantıklı düşünmeye çalıştım. Avucumu alnıma yaslayarak derin nefesler alıp verdim. Bana iyilik mi yaptığını zannediyordu? Eğer ona bir zarar gelirse hiçbir zaman toparlanamazdım. Bunu biliyordu, bilmesi gerekiyordu.

Çalışmadığını bilmeme rağmen tüm düğmelere bastım. Olmadı, olmadıkça öfkem kabardı ve arabanın ekranına ardı ardına yumruklar attım. “Aptal aptal aptal!” Boğazıma oturan yumruyu yutmak için başımı yukarıya kaldırdım ve sırtımı koltuğa sertçe yasladım. Sonra etrafa bakındım, eğer biri geçerse… Boktan bir plan. Biri geçerse ne olacaktı? Beni bir saat sonra mı kurtaracaklardı?

❄️

Gökhan Tunalı

Silahı beline yerleştirdi ve hızlı ancak sakin adımlarla yukarıda kalan annesiyle babasının evine doğru adımladı. Eğer ölmüşlerse ne yapacağını bilmiyordu. Daha doğrusu eğer ölmüşlerse ne hissedeceğinden korkuyordu. Bir fikri yoktu ama onu sarsmasını istemiyordu. Şimdiye kadar onlarla arasını açmasının nedeni iyiliklerini düşünmesiydi. Sakindi ve sakin oluşu onu biraz ürküttü. Ne olursa olsun her zaman içinde iyi biri olduğuna dair bir dürtü olmasını isterdi. İnsan olduğuna dair bir dürtü…

Karanlık gökyüzüne özgü o soğuk hava bedenini yalıyor ancak onu etkilemiyordu. Beyninin içi düşüncelerle istila edilmişken soğuk nasıl etkileyebilirdi. Issız hissediyordu kendini ve bu nadiren olurdu, nahoş zamanlarda…

Evin önüne geldiğinde durup arkasını kolaçan etti. Merve yoktu ve bu iyiydi. Silahını belinden çıkarıp emniyetini açtı. Ve o esnada fark etti ki güvenlik kulübesinde biri yoktu ve ağır demir kapı hafif aralıktı. Sol eliyle kapıyı ittirdiğinde sessizce açıldı. Önce evin görünen çevresine bakındı, sonra gözü güvenlik kulübesine takıldı ve kanı beyaz, plastik kulübenin duvarlarına sıçramış kanların aşağısında, yerde cansız yatan güvenliği gördü, kaşları çatıldı. Elbette onu inceleyerek vakit kaybetmeyecekti. Eve gizlice girmesi mümkün değildi, mümkünse de Gökhan o an plan yapamayacak kadar karmaşıktı. Dosdoğru evin kapısına doğru gitti. Kapıyı açık bulduğunda artık karmaşıklığı çözülmek üzereydi. Annesiyle babasının öldüğüne adı kadar emindi. Yutkundu, bunu o kadar zor yaptı ki yüzünü buruşturmak zorunda kaldı. Karanlıklar içindeki evin parkesine adım attığında nefesini tutmuştu ve silahı tuttuğu eli belli belirsiz titriyordu. Merve yanında olsaydı kuşkusuz daha iyi, daha güvende hissederdi ancak doğru olan burada olmamasıydı. 

Kim bilebilirdi ki bir gün Gökhan Tunalı silah tutarken eli titreyecekti?

Gökhan bir an seslenmeyi düşündü fakat hemen vazgeçti. Evin ortasında görebildiği kadar pür dikkat baktı ve duyabileceği en ufak sese odaklandı. Hiçbir şey göremedi çünkü salona hiç ışık vurmuyordu ama bir ses duydu. Birisi boğuk bir ses çıkarıyordu, bir kadına aitti bu inilti ve sağ tarafındaki odalardan birinden geliyordu. Aklına hemen annesi geldi, azıcık da olsa rahatlamış hissetti, en azından ölmüş değildi. Silahını indirmeden hızla sesin geleceği odaya ilerledi. Hızla açtı fakat ay ışığının pencereden aydınlattığı kadarıyla kimseyi göremedi. “Siktir,” diye fısıldadı belli belirsiz. Bir kere ses çıkarmıştı ve diğer yerlere bakması için çok az vakti vardı. Evde biri varsa kapının sesini duymuş olmalıydı. Yaklaşık üç saniyede diğer odanın önüne vardı ve hızla açtı.

Beyninden vurulmuşa döndü. Elinden düşen ses karanlığın ve sessizliğin içinde yankılandı. Belki de hayatında ilk kez böyle bir hata yapmıştı. Tüm bedenine elektrik akımı gibi bir ürperti yayıldı. Annesiyle babası bu dar, uzun, eşyasız odanın çıplak zemininde simsiyah görünen kanlarının arasında yatıyordu ve onların hemen dibinde Gamze vardı. Sandalyeye bağlanmış, ağzı bant yardımıyla sıkıca kapatılmıştı ve ay ışığı gözyaşlarıyla ıslanmış yüzünü parlatıyordu. “Gamze,” diyebildi sadece. Sonra ensesine ağır bir darbe yedi ve yere, kan gölünün içine düştü. Kafası babasının kafasına, diziyse annesinin yüzüne çarptı. Hemen doğrulmaya çalıştı ama baygınlık yaşamak üzere olduğu için başaramadı. Biri onu apar topar, o kendisine gelemeden yakalayıp sandalyelerden birine oturttu. Bileklerine soğuk metalin değdiğini hissetti. Gözlerini açmak istiyordu ancak sağlam bir darbe aldığı için çok zordu. Birisi çenesinden tutup başını kaldırdı ve burnuna bir yumruk geçirdi. Sesini çıkarmadı, yalnızca sesli bir şekilde burnunda soludu. Ağzına dolan kanı tükürdüğünde gözleri yavaşça açılmaya başlamıştı.

Kafasını kaldırdı.

Kaşlarını çattı.

Dudakları aralandı.

Kaşlarını biraz daha çattı.

İnanmak istemedi, gördüğü kabuslardan biri olmalıydı, birazdan uyanacağına emindi. Oraya kusmak istedi.

Gözlerini yeniden yumup açtı, başını kaldırdı. “Ne zayıfmışsın sen,” dedi tanıdık ses. Gamze’nin ağladığını işitebiliyordu ve belli ki çığlık da atmaya çalışıyordu.

“Ne yapıyorsun?” diye fısıldadı Gökhan. “Şaka falan mı bu siktiri boktan şeyler?”

“Şaka tabii, aptal kardeşim,” dedi Uras. “Aylardır sana bu şakaları hazırlıyorum.”

Gökhan hangi birini düşünmeliydi? Ölen annesiyle babasını mı? Tehlikede olan arkadaşını mı yoksa buraya her an gelip kendisini ölüme getirecek olan Merve'yi mi? Kafasının içinde anlamı olmayan binlerce kelime vardı. Şok geçiriyordu.

“Saçmalamayı kes ve ellerimi aç.” İnanmak istemiyordu ama kalbinin ortasına çoktan bir ağırlık çökmüştü. Ellerini hareket ettirdi ama Demir kelepçe sesini işitti.

Hayal kırıklığı mı? Dibine kadar hissediyordu. Şaşkınlık mı? Alasını yaşıyordu. Korku mu? Daha önce hiç bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu.

“Benim ben,” dedi Uras kanın üzerinde kuruduğu ellerini Gökhan’ın yüzünün önünde sallayarak. “Scar.”

“Sen,” diyebildi sadece Gökhan. Devamını getirmedi, ne diyeceğini bilemedi çünkü.

Uras Tunalı başını salladı. “Evet ben. Değil mi, Gamze?” Gamze gözlerini kapatarak daha şiddetli ağladı.

Gökhan gözlerini sımsıkı kapattı, hızla çarpan kalbini sakinleştirmeye çalıştı ve kendini onlarca kez telkin etti: sakin ol, sakin ol, sakin ol…

“İnanacak mısın yoksa Gamze’yi de hemen şimdi öldüreyim mi?” Eline ne ara yerdeki kanlı bıçağı almıştı? Gamze ve Uras… Onlar sevgiliydi, Sevgili olmuşlardı, nasıl, neden…

“Nasıl?” diye sordu titrek bir şaşkınlıkla. “İmkansız…”

“Hemen inandırayım seni, daha sonra asıl seremonimize başlayacağız. Aslında büyük gün bugün değildi ancak çirkin bir tesadüfle sevgili babamız Deren’i benim öldürdüğümü duydu. O yüzden ben de büyük günü bugüne taşımaya karar verdim. Zaten bu işlerin uzamasından da sıkılmıştım.” Gökhan abisinin yüzüne bakakaldı: Yıllardır onu seven, en çok sevdiği kan bağı olan abisine bakakaldı. Mantıksız bir adam olsaydı, bu karşısındaki adamın kılık değiştirip abisinin yerine geçtiğini düşünürdü. Abisi böyle bakmazdı ki Gökhan’ın, böyle konuşmazdı. Sanki Uras’ın sesi bile değişmişti. Kabus muydu? Öyleyse hemen uyanmalıydı. Uyan, uyan, uyan…

Arabandaki dinleme cihazı, ormandaki keskin nişancı nasıl oldu da yerleştirildi? Senin güvenliğini öyle kolayca aşabilecek biri var mıydı sanıyorsun? Ben geldim, ben yaptım ve senin aklının ucundan dahi geçmedim.” Derin bir nefes verirken ince, dar odada bir aşağı bir yukarıya turlamaya başladı. Gamze’nin boğuk, sessiz çığlıkları oluşan kısa süreliği sessizliği doldurdu. “Madem artık oyun son buldu, sana her şeyi anlatayım. Bu kadarına hakkın var, kardeşim.” Uras konuşurken bir yandan elindeki bıçağı sürekli boşlukta çeviriyordu. Gökhan Tunalı’yı tehlikeli bulanlar bu adamı görseydi şeytanın kim olduğunu anlarlardı. Gerçek olamayacak kadar kötü olan bu adam kimdi? “Keskin nişancılar,” diye başladı heyecanla cümlesine. “Uyuşturucular, cinayetler… Hepsi senin bir yansımandı küçük kardeşim. Cinayetleri işlerken seni örnek aldım.”

Gökhan ellerimi çöz diye aptal, gereksiz bir cümle kurmayacaktı. Ya da yeniden şaka mı olduğunu sorup beyinsiz gibi davranmayacaktı çünkü belli ki şaka değildi. O an tehlikede olan kendisi, Gamze’yken ve yerde annesiyle babasının cesedi varken endişe ettiği tek bir kişi vardı: Merve’nin o arabadan çıkmasından deli gibi korkuyordu. O arabadan çıkıp bu eve gelir diye aklı çıkıyordu. Şaşkınlığı hızla üzerinden atmıştı ve beyni kırmızı alarmalar çalıyordu.

“Neden yedi günahı kullandığımı merak ediyor musun?” dedi Uras yüzünü Gökhan’ın yüzüne yakınlaştırıp. Gökhan’ın arkasındaki penceren içeriye sızan ay ışığı Uras’ın yüzünü tamamen aydınlatıyordu. Önceden sevgiyle bakan bu gözler şimdi sadece bir şeytana ait olabilirdi.

İdrak etmeye başlamıştı… Gökhan belki de hayatında ilk kez abisine saf bir nefretle baktı. “Tek merak ettiğim şey hangimizin önce öleceği,” dedi ona has tehlikeli bir sakinlikle. “Çünkü eğer önce sen beni öldürmezsen, senin derini yüzeceğim.” Ki bunu yapardı, şu andan sonra gözünü bile kırpmazdı. Aklına kalbini de söküp köpeklerin önüne atmak geldi ve bunu da not etti.

“Böyle saldırgan olma. Şimdi itaatkâr ol ve beni dinle. Tabii Gamze’nin yaşamasını istemiyorsan orası ayrı.” Başının arkasından doladığı bant Gamze’nin ağzını kapattığı için yine boğuk bir ses çıktı. Gökhan en yakın arkadaşının gözlerinden akan yaşı durdurmayı her şeyden çok isterdi ama şu an mümkün görünmüyordu. “Nerede kalmıştım? Hah,” dedi parmağını havada şıklatarak. “Küçükken birlikte izlediğimiz ilk film buydu çünkü. Sana bu filmi izlettiğim için benimle günlerce konuşmamıştın ama mükemmel bir filmdi.”

Gökhan, “Ne için tüm bunlar?” diye lafını böldü. Karşısında sanki abisi, kan bağı olan biri değil de birinci sırada yer alan düşmanıymış gibiydi. En azından Gökhan Tunalı öyle bakıyordu ve eğer buradan kurtulursa muhtemelen kara listesinin en tepesine abisinin ismini kalın bir kalemle yazacaktı.

“Eskiden çok önemli gelirdi fakat şimdi önemsiz,” dedi ve çenesiyle annesini ve babasını işaret etti. “Şu iki bunak yüzünden. Onların istediği gibi biri olmadan beni sevdiklerini mi sanıyorsun? Bunu senin de iyi bilmen lazım, Gökhan,” dedi sahte bir kırgınlıkla. “Uyuşturucu kullanmaya başladığından beri seni aileden dışladılar aslında, sen de çok iyi biliyorsun. Onlar öyleydiler; üçüzümü de sevmediler.” Sıkılmışçasına ofladı. “Özel eğitim görmesi gereken bir çocuktum. İleri zeka mı ne, ondan varmış bende ve geri zekalı olmak nasıl bir sorunsa bu da sorunmuş.” Omuzlarını umursamazca indirip kaldırdı. Nasıl da rahattı, sanki annesiyle babasının onu küçükken sevmediğini değil de markette kasiyerle yaşadığı ufak bir olayı anlatıyordu. Gökhan, abisinin gözlerinde bir duygu aramadığı gibi kalbinde merhamet de aramıyordu. Çünkü birinden merhamet dileyecek son insandı. Gerçeğe odaklanmıştı; meğer abisi ona en büyük kazığı atmış, en büyük düşmanıymış. Sebepler önemli değildi, sonuç buydu.

Uras birkaç saniyelik molanın ardından devam etti: “Haliyle yaşıtlarımdan tuhaftım. Ama sen doğdun,” diye aniden sesini yükseltti, birden delicesine heyecanlanmıştı, bir saniyede insanın gözleri parlayabilir miydi? Onunkiler parlamıştı. “Sen bana abi olduğumu hissettirdin. Beni dışlamadın, o zamanlar bunun benim için ne demek olduğunu anlayabilir misin? Yapayalnız, istenmeyen, doğum hatası bir çocuğun farkına varılması nasıl hissettirdi bilemezsin. Hep benimle olmak istedin. Hiç uyanmak istemeyeceğim bir rüya gibiydi. Sen ağladığında sadece ben susturabiliyordum. Yalnızca ben elini tuttuğumda sessizleşiyordun. O zaman anladım ki sen mucizeydin. Beni bu dünyaya ait hissettiren, benim de yaşamayı hak ettiğimi düşündüren tek şey sendin. Senden başka hiç arkadaşım olmadı. Ne öncesinde, ne de sonrasında. Küçük olmana rağmen karanlığa bilerek itilmiş dünyama cılız bir ışık gibi sızdın, sonra ışığın büyüdü.” Birden susup bir dakika kadar nefeslendi. Gökhan’sa Uras’ın söylediklerini idrak etmeye, daha doğrusu sindirmeye çalışıyordu.

“Annemin babamın gözünde ucubeydim. Bana olan bakışlarını görseydin neden delirdiğimi anlardın. Okula bile göndermediler. Oysa ben okula gidip sayılı saatlerle de olsa onlardan kurtulmak istedim.” Gökhan annesiyle babasının kendilerince doğru olanı kötü üslupla yaptıklarını biliyordu. Onlar her zaman olması gerekenden en berbat olanı tercih ederlerdi. “Belki okula gidip birkaç arkadaş edinirdim. Ama göndermediler işte. Herkesi parçalara ayıracak bir canavar olarak görüp beni kendileriyle birlikte dört duvara hapsettiler.”

Odada volta atmayı kesip Gökhan’ın önünde durdu. “Sen her şeyi değiştirmiştin. Ta ki sen de değişene kadar. Ne oldu dersin?” Gökhan kaşlarının üzerinden, gözlerini kırpmadan abisine bakıyordu. “Seni de kirlettiler kendi kirli düşünceleriyle. Benden yavaş yavaş uzaklaştın ve ben yine terk edilmiş biri gibi karanlığa gömüldüm. Ama pes etmedim,” dedi kendisiyle gururlanarak. Gökhan bir kez daha yıllarca en sevdiği insan olmuş olan abisinin böylesine ağır bir ruh hastası olduğunu anlayamadığına hayret etti. Nasıl da sağlam bir maske takmıştı öyle… “En sevdiğim, tek sevdiğim insan sendin. Seni kaybetmeye niyetim yoktu. Geri kazanmaya çalıştım seni. Aptal saçması çocuk oyunları oynadım ama bir gün o geldi.” İki eliyle birlikte önündeki boşlukta bir levha çizdi. “Merve Balaban,” dedi her kelimesine özel bir vurgu yaparken. Gökhan’ın bakışları aniden değişti, oturduğu yerde belki de ilk kez kımıldadı. “O yan eve taşındıktan sonra ertesi gün bize geldiğinde seni tamamen kaybettiğimi hissettim. Yine çabaladım. Çünkü ben, tüm aileme paylaştıracağım sevgiyi sadece sende toplamıştım. Tüm hayatı, yaşama sebebi kardeşi olan bir abiydim. Merve’ye zarar vermek, ondan intikam almak ve en çok da onu hayatımızdan çıkarmak için onu korkuttum. Kovaladım, kafadan uydurduğum korkunç şarkılar söyledim. Belki böylece ailesi bir daha seninle görüşmesine izin vermezdi ve kardeşim yine dönüp dolaşıp benim arkadaşım olurdu. Ama gitmedi, tıpkı şimdiki gibi inatçı bir domuzdu.”

“Kes sesini,” dedi Gökhan dişlerinin arasından. Sanki her an bileklerindeki kelepçelerden kurtulup abisini tek hamlede öldürecekmiş gibi görünüyordu.

“Ne ses kesmesi? Asıl şimdi söyleyeceklerimi dinle. Ne oldu biliyor musun? İkinizin de günahı bana yıkıldı. Ben seni o kadar severken sen bana o gün ihanet ettin. Merve benden daha anormaldi. Potansiyel canavar olduğumu düşündüğün için benden uzaklaşmıştın ama ilk katil olan o oldu. Senden de önce, benden de önce. Beni değil de onu korumak için peşinden de sen katil oldun. Yaşı küçücük olan iki katilin dostluğu şüphesiz daha cezbedici gelmiştir sana.” Uras’ın gözlerinde parıltı geldiği gibi hızla söndü, yerini öfke, hırs, nefretin verdiği boşluk aldı. “Ama hiç utanmadan sevginizi layık görmediğiniz adama, bana, tüm suçu yıkabildiniz. Sevgi vermediniz ama kendi günahınızı bir lütufmuş gibi bahşettiniz.”

“Biz mi, annemle babam mı?” diye sordu Gökhan.

“Aman canım, sen de. Ne önemi var ki bunun? Kabul etmenin suçu işlemekten ne farkı var? Farklı bir çocukmuşum. O yüzden aslında Merve’nin ittiği çocukla, peşinden senin ittiğin annesini ben öldürmüşüm. Bunu yapsa yapsa benim gibi normal olmayan bir çocuk yaparmış. İşte sevgisini geri kazanmak için her yolu denediğim kardeşimin bana tercih ettiği kız için bana bu kadar pay biçildi. Herkese sevgi dağıttınız, bana ise günahınızı. Haksız yere o korkunç tımarhaneye kapatılıp elektroşok aldığım, bu da yetmezmiş gibi orada yediğim dayakları ziyarete gelen annemle babama anlattığımda sırf oradan çıkmak için yalan söylediğimi söylediler. Yaptıklarının cezasını çekmeyen insanlar ne yapar biliyor musun? Şiddetlerini arttırırlar. Korunmasız, kimsesi olmayan insana ne yaparlar biliyor musun? Şiddetlerini daha çok artırırlar. İşlemediğim bir suç yüzünden tacizin daha beterine uğramak benim değil, sizin hakkınızdı. İşte böylece sana olan koşulsuz sevginin yerini koşulsuz nefret aldı. Annemle babam umurumda değil biliyor musun? Beni sevmemeleri zerre kadar sikimde değildi ama sen… Beni kimsesiz yaptın. Ve beni şu anki adam yaptın.” Gökhan’dan yüzünü uzaklaştırıp doğruldu.

“Madem bana canavar muamelesi yapıldı, neden gerçekten canavar olmasaydım? Madem insanlara zarar vermemden korkuyorlardı, neden gerçekten vermeseydim? Madem sevgiye layık olmadığımı düşündünüz, neden nefretinize yaraşır olmasaydım? Madem ki benden korkup uzaklaştın, neden hakkını vermeseydim? Görüyorsun ya kardeşim, sevginin fazlası işte böylesine delice bir nefrete dönüşebiliyor.”

Gökhan konuşmadı, Uras bir süre konuşmasını bekledikten sonra pes edip devam etti: “Bana kalırsa Tunalı ailesi başlı başına anormal bir aileydi. Annem ve babamı tenzih ediyorum, onlar tam gerizekalıydılar. O Deren,” dedi ve yüzünü tiksinircesine buruşturdu. “Tam bir orospuydu, iyi niyet sömürücü bir sürtüktü. Ona katlanmanın nasıl hissettirdiğini tahmin bile edemezsin, kardeşim. Deren’in yüzüne her baktığımda onu nasıl öldüreceğime dair planlar kuruyordum ama bu konuda hayallerimi gerçekleştirdiğimi söyleyemem. Anlarsın ya, belli kurallarım vardı ve onları aşmak istemedim. Sonra sen… Zengin piç triplerine giren bir ahmak oldun çıktın. Uyuşturucu kullanmaya başladın çünkü bir derdin yoktu, kendine bir dert bulmak istedin sanırım, pek umurumda değil. Bu yüzden senin de aptal olduğunu düşünüyorum, ardından katil oldun ama hâlâ bağımlı olmaktan kurtulamadın. Bir seri katilsin, yüzlerce cinayet işleyip bir kere bile yakalanmayacak kadar şanslıydın.” Düşünür gibi gözlerini kıstı. “Ya da hayır, o kadarı şans değil, zekiydin. Benimle aşık atacak kadar zekiydin. Hatta bana kalırsa şu dünyada benim zekama ulaşabilecek tek kişi sensin. Yani kısacası, Tunalı kardeşler anormaldi.” Güzel olan her duygudan yoksun bakışları yerde, kan gölünün içinde yatan annesiyle babasına kaydı ve yanlarına gidip temiz, siyah renk ayakkabısıyla cesetleri dürttü. “Değil mi? Sizin üç çocuğunuzda şeytandı.” Hüsrana uğramış gibi dudağını büktü. “Aman ne sıkıcı, öldükleri için cevap veremiyorlar.” Ardından omuz silkti. “Gerçi cevap vermelerini istemezdim. İnsanların yaptıkları yanlışları bahanelerle süslemesine dayanamıyorum.”

“Bunu söyleyen sen misin?” dedi Gökhan.

“Bana öyle nefretle bakma kardeşim. Ben anormal olduğumu ve bunun kötü biri olmak olduğunu yeterince içselleştirdim. Yani bir bahanem yok.” Gökhan’ın karşısında duran bu adam gerçekten hastaydı. Mental, ruhsal ve bilinmeyen daha kaç türlü rahatsızlık varsa… Caniydi, Gökhan o ana kadar kendisinin cani olduğunu zannederdi.

“Hasta orospu çocuğu,” diye tısladı Gökhan.

“Hım,” derken eliyle çenesini sıvazladı. “Anormal, problemli, hasta. Başka hangi isimlerim var acaba?”

Gökhan henüz dakikalar önce tanımaya başladığı yeni abisini çözmüştü. Ki zaten o insanların zayıf karnını bulmada oldukça ustaydı. “Zavallı, yaralı hayvanı da ekleyebilirsin.”

Uras’ın yüzünü birkaç saniyeliğine korkunç bir ifade aldı. “Bakalım sen de birazdan zavallı, yaralı bir hayvan olunca ne yapacaksın?”

Gökhan neşeden yoksun güldü. “En azından sevgisizliği kabullenecek kadar güçlü olurum. Sevgi arsızı değilim. Aramızdaki fark ne biliyor musun, abiciğim?” dedi abiciğim derken iğneleyerek. “Ben sevilip sevilmemeyi umursamadım, sevdiğim biri öldürüldüğü için katil oldum, sense sevilmediğin için. Bu çok belirgin bir çizgi.”

Uras dilini yanağının iç tarafına bastırdıktan sonra rüyadan uyanır gibi silkelendi. “Ha, sevdiğim biri öldürüldü demişken, Yiğit denen veledi benim öldürdüğümü biliyor muydun?” Uras’ın Gökhan’ın yüzünde gördüğü ifade onu çok neşelendirmiş olmalı ki hafifçe eğilerek kahkaha atmaya başladı. Sessiz, uğursuz odanın duvarlarına çarpan kahkaha sesi Gökhan’ın midesini bulandırdı. Demek ki Gökhan’ın kurbanları da böyle hissediyordu. “Benden daha çok seviyordun onu. Ben de onu ortadan kaldırdım, bu benim en doğal hakkım.” Gökhan tam o anda abisini öldürmek istiyordu. Mümkün olan en acı verici şekilde. “Ama Yiğit’i seni sevdiğim için öldürmedim, tam tersi artık sana nefretten başka bir his besleyemiyorum.” Dudak büküp omuz silkti. “İntikam almak istedim senden.”

“Yetmedi sanırım o intikam?”

Uras başını ağır ağır iki yana salladı. “Asla, ne yaparsam yapayım hiçbir zaman yetmeyecek. Beni öldürsen bile benden kurtulamayacaksın, kardeşim. O tımarhanenin o karanlık deposunda bana yapılanın bin beterini ömrünün sonuna kadar yaşayacaksın.”

“Çok korktum,” dedi Gökhan alayla. “Gerçekten. Hatta altıma bile kaçırabilirim.” Ensesindeki ağrı dağılmıştı.

“Ah, öyle bir şey yapma. Annenle babanın ölüsüne saygısızlık olabilir.” Gökhan’a Gökhan gibi karşılık verdi. Aslında bu iki kardeş birbirine benziyordu. Tek fark, Gökhan Tunalı takıntılı bir ruh hastası değildi ve eğer bir farkı varsa o hiçbir zaman suçsuz birine dokunmamıştı. Ama Uras öyle değildi. Ufacık, suçsuz bir çocuğu öldürmüştü. Muhtemelen öldürmesi için eline bir bebek verilse gözünü kırpmadan, hiçbir şey hissetmeden öldürürdü. “Bana saygı duyuyor musun, kardeşim?” Kollarını iki yana açtı. “Yıllardır sizi aptal yerine koydum. Ya da hayır, siz aptal değildiniz, ben çok zeki bir oyuncuydum.”

“Saygıyı hak ettiğini düşünecek kadar da beyinsiz sikik herifin tekisin.”

Uras sinek kovar gibi elini havada salladı. “Bana itaat etmeliydiniz.”

Gökhan boş boş Uras’a baktı. Elbette tüm bu yaptıklarının ileri zeka olmasıyla ilgisi yoktu, belli ki küçükken yaşadıkları onda ciddi psikolojik sorunlar doğurmuştu. Ancak Gökhan bunun için ona acıyacak değildi. Sonuç itibariyle o suçsuz insanları öldürmüştü ve bunun hiçbir sebebi, açıklaması olamazdı.

“Tanrı olmayı hak eden bana neleri reva gördüğünüzü hatırladıkça tepem atıyor, kardeşim.” Derin bir iç çekti. “Ama neyse, olan oldu, değil mi?” Gökhan Uras’ın neden Merve’yi hayatına zorla dahil ettiğini biliyordu: daha fazla acı çekmek, geçmişe döndürmek içindi. Tüm o öldürülen insanların da tesadüfen seçildiğine emin gibiydi. Tek ortak nokta tıpkı Merve ve Gökhan gibi çocukluk arkadaşı olmaları ve yedi günah saçmalığına uymalarıydı.

Uras arkasını dönüp odadan çıktı. “Sıkıldım artık, bitirelim gitsin şu işi,” diye içeriden bağırdı. Birkaç dakikaya yakın zaman geçti. Gökhan şimdiye kadarki tüm hayatını gözlerinin önünden geçirdi. Her şey bir yalan mıydı? Gerçekten de nasıl böylesine aptal olabilmişti? Konuştuğu, onun için endişelendiği, korumaya çalıştığı abisi bu adam mıydı?

Uras az sonra çıktığı kapıdan geri girerek Gökhan’ın düşüncelerini parçaladı. Elinde iki tane büyük enjektör vardı. Uras Gamze’ye doğru yöneldiğinde Gökhan bağırdı. Ne dediğini anlayamadı, hatırlayamadı da. Sanırım ona zarar verme, onu öldürürsen bedelini ödersin tarzında Uras’ı zerrece etkilemeyecek tehditlerdi. Gamze nafile yere çırpındı, daha şiddetli ağladı. “Ben böyle kafadan çatlak olmasaydım çok güzel bir çift olurduk, Gamze,” dedi Uras keyifle. “Sevgine karşılık vermeyi çok isterdim. Bunu samimiyetle söylüyorum ama işte ne yaparsın… Olmadı.” Gamze’nin ıslak gözlerinin içine bakarak iğneyi kızın koluna sapladı. Gökhan yine bağırdı. Sonra Uras uzanıp dudaklarını bandın üzerinden Gamze’nin dudaklarına yerleştirdi ve iğnenin içindeki ağır doz uyuşturucuyu enjekte etti. Gamze delicesine debelendi. “Hoşça kal, sevgilim,” diye gülümseyerek mırıldandı. Ses tonu sevgi doluydu. Sahte bir sevgi…

Uras eğildiği yerden doğruldu ve diğer enjektörü Gökhan’a doğru salladı. “Sıra biricik kardeşimde.” Ona doğru geldiğinde Gökhan hareket etmedi, bitkindi, tükenmişti, gözleri yavaş yavaş ölmek üzere olduğu belli olan arkadaşındaydı. En yakın arkadaşı, yıllardır koşulsuz destekçisi ve en büyük sırdaşıydı. Midesi bulandı, başı döndü. Bir şeyler yapmak istedi ama yine çaresizdi, kapana kısılmıştı. Koluna iğnenin saplandığını anladı, sonra damarlarına ılık ılık bir sıvının girdiğini hissetti ama Gökhan gözlerini arkadaşından alamadı.

Gamze’nin kesilen sesinin yerini Uras’ın şu cümlesi doldurdu. “Umarım senin için hazırladığım bulmacayı beğenmişsindir. Hoşça kal, biricik arkadaşım, kardeşim. Bir gün cehennemde görüşmek üzere.” Gökhan’ın kulağına yaklaşıp son cümlesini fısıldadı: “Merak etme, seni Merve’nsiz bırakmayacağım.”

❄️

Arrrkadaşlaaarr, ne hissediyorsunuz?

Ne düşünüyorsunuz?

Lütfen bölümle ilgili her türlü fikrinizi yazın çünkü bu bölüm çok önemliydi, dönüm noktasıydı.

Şimdi size Uras Tunalı’yı tıpatıp anlatan iki adet şarkı bırakıyorum. Dinleyip gelin, gerekirse Türkçesine bakarak dinleyin lüüütfen ve şarkılar için de görüşünüzü belirtin.

CAN YOU FEEL MY HEART- BRİNG ME THE HORİZON

FEEL NOTHİNG- THE PLOT İN YOU

Görüşmek üzere! 🤍

Instagram: nn.okuyucu

Continue Reading

You'll Also Like

334K 29.2K 27
Seha Bey bir ayağını öne atıp ona dengesini vererek şöyle bir durdu. Leyla'yı kısacık üstün körü süzdü. Rahatsız eden bir bakış değildi ama olmasa da...
1.6M 49.5K 39
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...
95.5K 5.5K 33
TAHASSÜR Cihan ve Kamerin hikayesi... Yıllar önce birbirine verilmiş sözler... Yıllarca birbiriyle kavuşmayı bekleyen iki insan yıllar sonra tekrarda...
1M 91.4K 24
Yetişkin okurlar için uygundur! Bir Mahalle Hikâyesi... Çok daha fazlası... ✨ "Bak bana," diye fısıldadı. Dudaklarının arasından çıkan sıcak nefesi b...