SAHTE DOKUZ

By merkeztandem

9.2M 553K 1.1M

Sosyal medya hesabı üzerinden futbol yorumculuğu yapan ve hayli popüler olan Dila Aral, kullandığı rumuz dola... More

1. Bölüm-Kontrpiye
2. Bölüm- Avusturya
3.Bölüm- Kırılma Noktası
4.Bölüm-Gelgit
5.Bölüm-Karambol
6.Bölüm-Ateşkes
7.Bölüm- Kaos
8.Bölüm-Kontra
9.Bölüm-Bursa
10.Bölüm-Deplasman
11.Bölüm-Yeniden
12.Bölüm-İddia
13.Bölüm-Ankara
14. Bölüm-Şans
15.Bölüm-İyi
16.Bölüm-İlk
17.Bölüm-Mesafe
18.Bölüm-Güven
19.Bölüm-Mağlubiyet
20.Bölüm-Eksik
21. Bölüm-Korku
22. Bölüm-Söz
23.Bölüm-Yirmi üç
24.Bölüm-Aile
25.Bölüm-İrade
26.Bölüm-İzlanda
27.Bölüm-Dip
28.Bölüm-Çember
29.Bölüm-Barış
30.Bölüm-Son
31.Bölüm-Bir
32.Bölüm-Işık
33.Bölüm-Dokuzonbeş
34.Bölüm-Mazi
35.Bölüm-Teklif
36.Bölüm-Trabzon
37. Bölüm- Fırtına
38.Bölüm-Gelecekten Bir Gün
39.Bölüm- Tuzak
40.Bölüm-Sıfır
41.Bölüm-Karmaşa
42.Bölüm-Seksen Altı
43.Bölüm-Pişmanlık
44.Bölüm-Susmak
45.Bölüm-Fazla
46.Bölüm-Döngü
47.Bölüm-Geri Dönüş
48.Bölüm-Paylaşmak
49.Bölüm-Prova
50.Bölüm-Yük
51.Bölüm-Fırsat
52. Bölüm-Medeniyet
53.Bölüm-Rövanş
54.Bölüm-Sürpriz
55.Bölüm-Milos
57.Bölüm-Sayfa
58.Bölüm-Düğüm
59.Bölüm-Özel Bölüm
60. Bölüm-Özel Bölüm
61. Bölüm- Özel Bölüm
62. Bölüm- Özel Bölüm

56.Bölüm-Değer

90.1K 5.7K 7.3K
By merkeztandem

******

"Benim oğlanın da hiç ayarı yok maşallah."

Başımı omzuma doğru eğip dirseğimin altındaki bavulla birlikte arkama döndüğümde bakışlarım Barış'ın üzerinde duraksamıştı.

"Daha yeni mi anladın anne?"

Hareketli bandın üzerinde dönüp duran bavullardan bir an olsun gözünü ayırmıyordu.

Malum, tatilde ekstra iki bavul daha doldurduğumuz için tanıması biraz zor olabilirdi.

Annemin homurtuları kulağıma dolarken dişlerinin arasından pek de sevecen olmayan bir tınıda solumuştu.

"Konuşturma beni şimdi babanın yanında Dila."

"İyi ki konuşmadın anneciğim, teşekkürler."

Bunu söylerken babamla karşılıklı koltuklarda oturmasa iyi kadındı aslında.

Hemen sonrasında telefondan gelen hışırtılar pek de hayra alamet değildi tabi. Belli ki babamı tetiklemiş, telefonun ucundan Barış'a yumruk atmak isteyeceği kıvama getirmişti.

"Ay tamam Vahap, otur oturduğun yerde. Ne var sanki alt tarafı doğum gününü kutladı kızın."

Sende yani baba...

Ne yaptı sanki? Canlı yayında onca insanın içinde öptü mü? Röportaj boyunca kızına mı yürüdü? Abartmaya ne gerek var canım?

"Anne?"

Tereddütle seslendiğimde babamın bir dilaltı daha almak zorunda kalıp kalmadığını algılamaya çalışıyordum.

Niye yapıyorsun be sevgili babam?

Annem rahat bir nefes verdiğinde babamı yatıştırıp yerine oturduğunu anlamıştım.

"Dila, neredesin sen şimdi kızım?"

Tekil konuşmaca.

Aynen, Barış yanımda değilmiş gibi.

Aynen, tek başıma tatile gelmişim gibi.

Aynen, tüm gece Barış'la se-

Susalım en iyisi.

"Havaalanındayız anne, eve geçeceğiz bavulları alıp."

Ben de yürek yemiştim tabi. Annemin benimle hoparlörde konuşmadığını var sayıyordum.

Barış nihayet bavulları almayı başarmış, peşinden sürüklediği çantalarla yanıma ulaştığında kaşlarıyla telefonumu işaret etmişti.

"Zeliş Teyze mi?"

Evet, kaynanam. Aramız çok iyi bu aralar.

Gözlerimi yumup sessiz bir onay gönderdiğimde annemin de Barış'ın sesini duyduğunu anlamıştım.

Kulağıma dolan hışırtılar Zeliş'in lokasyon değişikliğine gittiğini gösteriyordu. Bu yaştan sonra kadına kocasıyla köşe kapmaca oynatıyorduk. Yazıklar olsundu.

Barış benden aldığı onayın ardından elini öne doğru savurmuş, ben de telefonu kulağımdan ayırıp konuşmayı hoparlöre almıştım.

"Zelişim."

"Oğlum?"

Özelse ben çıkayım.

Barış sesini daha iyi duyurabilmek için telefona doğru eğildiğinde ben de kolumu biraz daha yukarı kaldırmıştım.

Şimdi golcümüz senin yüzünden fıtık oldu falan diye beddua yemek istemezdim durduk yere.

"Anneler günün kutlu olsun sultanım. İyi ki varsın."

Barış Şovsever...

Hoş geldin.

Yüzündeki gülümseme sanki annem onu görebiliyormuş gibi daha da büyümüş, gamzelerinin izi giderek derinleşmişti.

"Oy benim düşünceli kuzum. Asıl sen iyi ki varsın annem, bir tanem benim."

Annemin de yüzünü benzer bir gülüşün aydınlattığına emindim.

Sesine bile yansıyordu mutluluğu.

Barış'ın ifadesini ise bir an olsun kaçırmak istemiyordum. Sevildiğini duymaya alışık değildi. Sevildiğini bile bilmemişti belki çoğu zaman. Ama annem ne sevgisini, ne de sözlerini esirgemiyordu ondan.

"Seviyorum seni..."

"Ben de seni oğluşum."

Telefonun diğer ucundan gelen ses hafifçe titrediğinde yolun sonunda hepimizin oturup ağlayacak kıvama gelmemesi için bir şeyler söyleme ihtiyacı hissettim.

Ortama anlık olarak hâkim olan sessizliği bölme telaşıyla araya girdiğimde sesimde gereksiz bir coşku vardı.

"O zaman siz gelince görüşürüz anneciğim..."

İkisinin de ilgisini üzerime çekerken Barış'a yan bir bakış yolladım.

Sağ elimin başparmağı yüzük parmağımı bulurken yüzüğe değmiş, halkayı hafifçe çevirmiştim.

"Hem sana bir sürprizim de var."

Muhtemelen sana çeyiz perileri getirecek bir sürpriz.

Yan bakışlarım Barış'ınkiyle kesiştiğinde bana dişlerini gösterecek kadar büyük bir gülümsemeyle bakmış, ardından serseri bir şekilde göz kırpmıştı.

Yaptıklarından pişman değildi, aklı hala yapmadıklarındaydı belli ki.

"Siz daha fazla sürpriz yapmayın evladım. Benim kocamın canına kastınız mı var ayol?"

Biraz abartılı buluyordum bu tepkileri.

Ne yaptıysak sanki...

"Anne ya! Öyle bir şey değil."

İsyan ederek üste çıkma çabalarım sonuç verirken annem bu kez daha sakin bir şekilde karşılık verdi

"Tamam tamam, demedim bir şey. Hem benim de bir sürprizim var size."

Heyecanını yiyecektim ama. Bir de tatlı tatlı kıkırdıyordu.

Kaşlarım bilinmezlikle çatılırken Barış'a döndüm.

Sorarcasına baktığımda o da bilmiyorum dercesine dudaklarını büzmüştü.

Konu neydi?

"Neymiş?"

Sorduğum sorunun konuyla alakalı olmasını umarak beklemeye koyulurken dağılan odağımı toparlamam gittikçe zorlaşıyordu.

Özellikle Barış sıcaklayıp gömleğinin bir düğmesini daha açarken.

Drogba ofsayt.

"Görürsünüz. Hadi öpüyorum ikinizi de anneciğim. İyi bakın birbirinize."

Annem neşesinden bir şey kaybetmezken beni daha da meraklandırmayı başarmıştı ama ısrar edersem bir cevap alacağımdan şüpheliydim.

"Peki madem. Görüşürüz şekerim."

Bu kez bakışlarım telefon ekranına dönerken benim alıklığım Barış'a da bulaşmış, o da ekrandaki isme bakarak konuşmuştu.

"Ellerinden öperim sultanım."

Anneler günü kutlaması niyetiyle başlayan konuşma benden çıkıp Barış'la annem arasında dönmüştü resmen.

Vedalaşma faslının ardından telefonu kapattığımızdaysa kısık bakışlarla Barış'ı süzüyordum.

"Gerçekten bunu nasıl başardığını anlamıyorum."

"Neyi?"

Kaşları sorgularcasına çatılmış, benim kolumun altındaki bavulu da kendine doğru çekmişti.

Onu da peşinde sürüklemesine izin verirken sahte bir alınganlıkla konuştum.

"Senin yüzünden kendi evime gelin gideceğim galiba."

Kınada avcuma altını da sen koyardın Zeliş.

Barış'ın ifadesi anında gevşerken dudaklarını serseri bir gülümseme çekiştirmiş, bana doğru eğildiğinde gözleriyle yüzüğümü işaret ederek konuşmuştu.

"Hemen öğrenebiliriz bunu istersen."

Yıldırım nikâhı Beşiktaş jk topçularında huydu sanırım. Başka bir açıklama bulamıyordum.

"Yüzüğü taktık diye bizi buradan nikâh salonuna götürmeyeceksin değil mi?"

Şüpheyle sorduğumda Barış duruşunu dikleştirmiş, işaret parmağını öne doğru savurup onaylayan bir bakış yollamıştı.

"Düşünme şeklini beğendim."

Keşke biz de siz topçular için aynısını söyleyebilseydik.

"Antrenmana geç kalacaksın. Yürü hayatım."

Abartılı bir şekilde göz devirip koluna girdiğimde kapıya doğru sürüklemeye çalışıyordum.

Gerçek hayata dönme vaktiydi.

Barış da benim gibi bu durumdan pek memnun görünmese de mecburen adımlarıma ayak uydurmuş, başını geriye doğru attığında sesli bir şekilde iç geçirmişti.

"Ah Beşiktaş ah..."

******

Bir işkence yöntemi olarak tatilden sonra anında işe dönmek.

Tembel biri değilim ama çalışkan olmaktan yoruldum.

Neyse ki bugün yayın yoktu da bir de sneakerlarımı atıp o ince topukluları giymek zorunda kalmamıştım.

Ama Yarbatu yine jölelenmişti. İşine en çok saygı duyan insan...

"Yağmur yağdığında şikâyetçi olmak yerine yağmur yağdığını bilmek ama gerekirse söylemek lazım."

Yan yana toplantı odasına yürürken ani gelişen alıntı atağına hazırlıksızdım.

Kahveyi taşıyan elim havada kalırken anlık bir şaşkınlıkla Yarbatu'ya döndüm.

"Efendim?"

Onun kısık bakışlarıysa hala uzaklarda sabit bir noktadaydı.

"Şemsiye alıp yola çıkarsınız ıslanmamak için ama yağmur yağdığını da söylersiniz."

Erolistliğimden utanmıştım bir an. Cümleye girdiği an anlamalıydım.

Kaşlarım hala çatıkken sordum.

"Erol Hoca mı geliyor?"

Çok iyi olmaz mıydı? Benim kafayı ancak hocamla sohbet toparlardı.

Toplantı odasının önüne geldiğimizde Yarbatu'dan önce davranıp kapıyı aralamış, geçmesi için cam kanadı omzumla tutmuştum.

Bıraktığım boşluktan geçtiğinde başıyla ufak bir teşekkür yollayıp bu kez doğrudan yüzüme baktı.

"Yağmur yağıyor dediğiniz zaman adam beni pelikan yerine mi koyuyorsun derse o adamın kendi şüphesi ile ilgili."

"Üff Yarbatu ya! Ben olmasam hayatın çok sıkıcı olurdu dimi?"

Bize laf atmazsa ölecekmiş.

Servet Çetin'in Shevchenko'yu savunduğu gibi savunuyordu bizim instagram hesaplarını.

"Sen değil de Barış'la sen paket halinde olmasanız gerçekten çok sıkılırdım. Hayatımı renklendiriyorsunuz."

Rahat bir tavırla sandalyelerden birine yayıldığında ben de abartılı bir şekilde gözlerimi devirip yanına oturdum.

"Tek gayemiz seni eğlendirmek. İnan."

Karton bardaktaki kahvesinden bir yudum alıp alaycı bir gülüşle baktı yüzüme.

"Bu kanalda bununla eğlenen bir tek ben kaldım zaten Dila. Diğerleri için Barış'ın şovları haber niteliğini çoktan kaybetti."

Bu mertebeye eriştiğimiz için aşırı mutluydum.

Her toplantıda Barış'ı Abdülhamit gibi savunmak zor oluyordu.

"Hakikaten ya. Kimse bir yorum yapmadı o meseleyle ilgili. Korkmalı mıyım?"

Kısık bakışlarla Yarbatu'ya bakarken arkama yaslanmış, parmaklarımı masanın üzerine vurmuştum.

"Bağışıklık geliştirdik diyorum kızım. Ne korkması?"

Atakan'la arayı düzelttiğimiz için yorum yapmayacağını varsayıyordum. Ertuğrul Bey'le de mailleşmiştim, olağan dışı bir şey yok gibi görünüyordu.

Tabi arkamdan gece gündüz dedikodu yapan reji ekibi, ismi lazım değil Fulya, bir şey icat etmedilerse rahat olabilirdim.

"Öyle olsun bakalım."

Tereddütle başımı omzuma doğru eğdiğimde kadın dayanışması ayağıyla kaç aydır kandırıldığımı düşünmemeye çalışıyordum.

Bir de akıllı geçinirdim.

"Günaydın ekip."

İçsel hesaplaşmam Atakan'ın odaya girmesiyle bölünürken ufak bir gülümsemeyle karşılık verdim.

"Günaydın."

"Güneş doğudan doğar yönetmenim."

Biraz da coğrafi bilgi verelim.

"Ne oluyor buna?"

Atakan yerine geçip oturduğunda tek gözünü kırpıp Yarbatu'yu işaret etmiş, sonra sorgularcasına bana dönmüştü.

Dudaklarımı büküp omuzlarımı kaldırırken cevapladım.

"Anlamadım ki. Uyanır uyanmaz Erol Gündeş kısa filmi izlemiş gibi."

Güne nasıl başlıyorum vlogu gelmez miydi be Yarbo?

Atakan'ın ifadesi anladığını belli edercesine gevşediğinde önüne döner sanmıştım ama onun bakışları yüzümde beklediğimden fazla oyalandı.

Masanın üzerine doğru eğildiğinde bakışları kısılmış, ben de istemsizce duruşumu dikleştirmiştim.

"Sen de pek uyumamış gibisin. Bir sıkıntı yok değil mi?"

Şimdi nasıl söylesem...

Kısa bir an duraksadığımda aklıma geceden kalan sahneler dolmaya başlamıştı.

Barış'ın elleri bel boşluğumu bulduğunda bedenim kavislenmiş, parmaklarımın arasına geçirdiği parmakları beni yatağa doğru bastırmıştı. Boşta kalan elim ensesindeki saçlara uzanırken üzerimde kurduğu hâkimiyeti koşulsuzca kabullenmiştim. Aramızdaki tüm mesafeler yok olduğunda sanki iki kalbim varmış gibi hissediyordum. Onun göğsünü döven her bir çarpıntı benim sağ tarafıma vuruyordu.

Dudaklarının tenimde verdiği fütursuz savaş, birbirine karışan soluklarımız, yönünü kaybettiğim dokunuşları...

Boş verin.

Vallahi boş verin.

Uyumamak için iyi sebeplerim vardı diyelim yönetmenim.

Dudaklarıma acemi bir gülümseme astığımda elimi önümde kaldırıp reddedercesine salladım.

"Yok yok. Her zamanki koşuşturma."

E bir yerde yalan da değildi hani.

"Güzel."

Hem de nasıl güzel...

Atakan aldığı onayla birlikte arkasına yaslandığında bu kez kapıda yoğun bir hareketlilik vardı.

Fulya'nın ardından birkaç asistan daha içeri girmiş, Ertuğrul Bey hemen arkasından kapıyı kapatmıştı.

"Günaydın gençler."

"Günaydın."

Hepimizden benzer mırıltılar yükselirken Ertuğrul Bey en baştaki sandalyeye oturup kısaca etrafı taradı.

Gözleri benim üzerimde duraksarken sandalyenin kollarından destek alarak yerine iyice yerleşmişti.

"Ooo Dilacığım, hoş geldin. Dönmüşsün."

Baya rahatlamış görünüyordu.

Trabzon'dan kaçan Sörloth gibi bavullarımı toplayıp ülkeyi terk edeceğim, telefonları açmayacağım sanmıştı herhalde.

Kıyamam.

"İşimizin başındayız Ertuğrul Bey."

Aramızdaki samimiyete güvenerek rahat bir gülümsemeyle konuştuğumda kulağıma dolan homurtular odağımı değiştirmeme sebep olmuştu.

"Sonunda."

Çaprazımda oturan Fulya'nın baygın bakışları bana değmese de muhatabının ben olduğumu anlamak güç değildi.

Aramızdaki bazı şeylerin netleşmesiyle o da rahat rahat yüzüme karşı yapabiliyordu düşmanlığını. İyi haber.

Yüzümdeki gülümsemeyi bozmadan ona döndüğümde gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım.

"Bir şey mi dedin Fulya?"

Sahte sevecenliğime karşılık o da yapmacık bir tebessümle bana döndü.

"Dün Yunanistan'da olunca biz de toplantıya gelmeyeceksin sanmıştık ama yetişmiş diyorum."

Sanki bunun duyulmasından rahatsızlık hissedecekmişim gibi bir iğnelemeyle konuştuğunda bozuntuya vermeden avuçlarımı masanın üzerine yaslayıp eğildim.

"Ben her yere yetişirim Fulyacığım, sen hiç dert etme."

Düşen yüzünü görmek bana istediğimi vermişti.

Bundan böyle herkese hak ettiği gibiydi.

Fulya güçlü bir nefes verip dudaklarını araladığında olayı tırmandıracağını düşünüyordum ki araya giren Yarbatu olmuştu.

"Bazen diyorum ki ne olacak, söyle gitsin, sonra diyorum ki söyleyince ne olacak, sus bitsin."

Konu ancak bu kadar iyi dağıtılabilirdi.

Adam herkesi dumura uğratarak esas mevzuyu unutturmuş, hepimize bir süre düz duvar izletmişti.

"Keşke hep ikinciyi tercih etsen Yarbatu..."

İlk tepki veren Atakan olurken başını iki yana sallayıp başparmağının dışıyla kaşının bitimini kaşımıştı.

"Ama susmak... Sustuklarım, o sabır artık bana ağır geliyor Atakan."

Gün boyu bizimle Erol Hoca gibi konuşmakta kararlıydı.

Eyvallah.

"Nesi var?"

Ama Ertuğrul Bey kendisiyle ilk kez karşılıyordu tabi bugün.

Endişeyle Atakan'a doğru eğilip kaşlarıyla Yarbatu'yu işaret etmişti.

"Erolatak geçiriyor, biz başlayalım."

Atakan elini geçiştirircesine savurduğunda yan bir bakış yollamıştı.

İşte böyle böyle normalleştirecektik dile getirdiğimiz Erol Gündeş reformunu.

Her yerde Erolca konuşulacak, yağmur, şemsiye ve ördekler hoca üzerinden anlam bulacaktı.

"Evet gençler, o zaman gelelim asıl konumuza."

Ertuğrul Bey'in ellerini gürültülü bir şekilde vurup oturuşunu düzeltmesiyle birlikte hepimizin dikkati ondan tarafa dönmüştü.

"Biliyorsunuz bu hafta farklı bir yayın programımız var ödül töreni dolayısıyla. Futbolun enlerinin seçileceği gecenin yayıncılığını biz üstleniyoruz."

Neyse ki Barış'ın yıldırma planına esir düşmeden önce bu maili okuyabilmiştim. Tüm futbol camiasının toplanacağı bir ödül töreni... Kesinlikle vardım. Haftaya mezun olacak olmam yalnızca ufak bir detaydı. Karıştırmayın.

"Çok büyük bir organizasyon olacağı için törende kalabalık bir ekip görev alacak. Diğer arkadaşlarımızla da böyle ufak gruplar halinde toplantı yapıldı tabi ki ama ben özellikle sizinle görüşmek istedim."

Allah Allah, bir problem mi vardı acaba? Hâlbuki en sorunsuz ekip de bizdik.

Fulya'nın bana alttan altta attığı öldürücü bakışları yakalamadığım zamanlarda tabi.

"Bu yılın flaş işlerinden biri 'Dokuzonbeş' oldu biliyorsunuz. Bu kanalda Sertan'la Ersan'ın yakaladığı o başarı ve popülariteye siz de kısa süre içinde yetişebildiniz ekip olarak."

Stadyum'un Zimbabwe Ligi'ni takip eden Sertan'ı varsa bizim de Kurtlar Vadisi'ni yedi kere hatmetmiş Yarbatu'muz vardı.

Olacaktı o kadar.

İkimizin de yüzünde mahcup bir gülümseme belirirken Ertuğrul Bey oldukça keyifli görünüyordu.

Ellerini öne doğru uzatıp bizi işaret ettiğinde istemsizce oturduğum yerde kıpırdanmıştım.

"Bu yüzden ödül törenini sunma görevi de ekran önündeki ikiliye, yani Yarbatu ve Dila'ya düştü."

Ama bu biraz beklenmedik olmuştu.

Ben öyle kapıda durup bir iki kişiyle röportaj yaparız diye bekliyordum.

Hoş geldin sahneye çıkma korkusu bebek.

Tedirgin bir şekilde Ertuğrul Bey'in yüzüne bakarken sesim içime kaçmış gibi hissediyordum.

"Sunma derken? Böyle baya sahneye çıkıp sunma mı?"

"Ona da Mykonos'tan mı katılım göstermeyi isterdin Dilacığım?"

Babandan katılım göstermeyi tercih ederdim Fulya, babandan.

"Ba-"

"Evet Dila. Biliyorum, çok büyük bir sorumluluk. Ama biz bu işi artık sizin gibi yetenekli gençlerin devralmasını istiyoruz. Altından kalkabileceğinize de eminiz."

Verdiğim sesli nefes ve seğiren çenem Ertuğrul Bey'in telaşla öne atılmasına sebep olduğunda söyledikleri dikkatimi çekmekten çok uzaktı çünkü anlık olarak buradan tükürürsem Fulya'nın suratına kadar yetiştirebilir miyim onu hesaplıyordum.

"Biz zoru her zaman başarırız abi. Zoru başarırsak kolay olur, değil mi Dila?"

Yarbatu destek olmak istercesine elini sırtıma yasladı.

Kaşlarını kaldırarak konuştuğunda bakışlarıyla sakin olmamı telkin ediyor gibiydi.

Derin bir nefes alıp çok da büyüyemeyen bir gülümsemeyle onu onayladığımda zor da olsa gözlerimi Fulya'dan ayırabilmiştim.

Sen kafana koyduğun her şeyi başarırsın Dila...

"Çok güzel. Zaten hafta içinde detayları konuşuruz ama şöyle bir özetleyeyim ben size."

Ertuğrul Bey Fulya'nın üzerine atlamayacağıma emin olduğunda konuyu açmaya daha da heveslenmişti.

"Önce kırmızı halıda davetlilerle röportaj alarak başlıyorsunuz, sonra içeri geçiyoruz. Öncelikle birkaç sahne şovu olacak tabi, sonra siz sırayla ödül verecek isimleri, adayları açıklayacaksınız."

Şov derken? Barış gibi.

Ertuğrul Bey anlatacaklarını bitirmenin rahatlığıyla arkasına yaslanmış, sonrasında Yarbatu'yla bana güven vermek isteyen bir gülümsemeyle bakmıştı.

"Gördüğünüz gibi, büyütecek hiçbir şey yok."

Ya tabi.

Zaten her hafta Türk futbolunun gala gecesini sunarım ben de. Huydur.

"O halde toplantı bitmiştir arkadaşlar, herkese iyi çalışmalar."

Ertuğrul Bey ellerini bir kez daha gürültüyle birbirine vurup bizden herhangi bir itiraz cümlesi duymamak için apar topar ayaklandığında ben ne olduğunu anlamadan toplantı odası bir anda boşalmıştı.

Arkadaşlar ne güzel boşaldınız, iki başkan adayı da boşaldı.

Bense oturduğum yerde öylece kalmıştım.

Şaşkınlıkla arkasına bile bakmadan beni bu gerçekle baş başa bırakan Yarbatu'nun arkasından bakarken Atakan'ın sesiyle aralanan dudaklarımı kapatabilmiştim.

"İyi misin?"

Kirpiklerinin altından temkinli bir bakış yollamış, ifademi dikkatle süzüyordu.

Nasıl bakıyorsam odanın kapısına, adamı korkutmuştum.

Kaşlarımı kaldırıp dudaklarımı birbirine bastırdığımda çekinmeden itiraf ettim.

"Ani oldu."

"Fark ettim. Ama sen halledersin. Hem hepimiz orada olacağız, beraberiz yani."

Onu hatırlatmasan. Benim manita, onun hayatı, hocaları, arkadaşları, Erol Hoca...

Herkes orada olacaktı.

İmdat.

"Fulya'nın orada olacağını bilmek beni pek rahatlatmadı desem."

Gözlerimi devirip imalı bir tonda konuştuğumda Atakan rahat bir tavır takınmıştı.

Elini havada "boş ver" dercesine salladı.

"Sen onun gibi on tanesini üst üste koymuşsundur bugüne kadar desem?"

"İyi gaz veriyorsun."

Hakkını yiyemezdim.

Eski dosttan düşman olur muydu bilmiyorum ama eski düşmandan iyi iş arkadaşı oluyordu sanırım.

Ukala bir şekilde gülümsediğinde ayaklanmış, dönüp gitmeden önce bakışları üzerimde dolaşmıştı.

"Ama kot pantolonla sunuculuk yapamazsın, biliyorsun değil mi?"

Kot pantolonlar da vardır!

Sırf pantolonuma kavuşabilmek için buraya gelmeden önce eve uğramıştım.

İstanbul trafiğinde.

Kot pantolon aşkımı anlıyor musunuz?

Avcumu isyan edercesine bacağıma vurduğumda elimi alnıma yaslayıp yüzüme siper etmiştim.

"Herkes taktı pantolonlarıma ya..."

Atakan cevapsız kalıp odadan çıktığında ben de günün geri kalanını planlamaya koyulmuştum.

Adres belliydi.

Gökçe'ye gidecektim.

******

Gökçe'ye haber bile vermemiştim çünkü akşamki yemek için beraber hazırlanacağımız bence Allah'ın emriydi.

Futbol camiasında gerçekten de partileme isteği asla bitmiyordu.

Bu akşam da sponsorların düzenlediği yemeğe herkes çift olarak katılacaktı.

Evet Gökhan ağlıyor, sormayın.

"Diloş'um. Hoş geldin."

Ben de tabi anında aksiyona geçmiş, stüdyodan çıkar çıkmaz soluğu Yakut Hanedanlığında almıştım.

Gökçe yüzünde kocaman bir gülümsemeyle kapıyı açıp geri çekildiğinde ben de vakit kaybetmeden içeri girmiş, kollarımı boynuna dolamıştım.

"Hoş bulduk."

Bu yeni gelen güncellemeye hala alışamamıştım.

Beraber büyüdüğüm arkadaşımla sarılırken aramıza giren birisi vardı artık ve kendini iyiden iyiye belli etmeye başlamıştı.

Sarılırken yumduğum gözlerimi araladığımda bir an yüzümdeki tebessüm dondu, bakışlarım etrafta gezindi.

"Hoş bulduk da..."

Yavaşça Gökçe'den ayrılırken çatılan kaşlarıma mani olamamıştım.

Çünkü hole kadar taşan gül demetleri anladığım kadarıyla salonu doldurmuştu.

Yüz yüze geldiğimizde duyacağım cevaptan bir miktar ürkerek sordum.

"Bunlar ne böyle?"

Hayır, çünkü ona deli divane tutulan aşiret ağası müvekkilinin ofisi papatyalarla donatmışlığı vardı. Hani ilk vukuatı olmazdı.

Töre dizileri de bizden sorulurdu.

"Ay Ozan'ın işleri işte."

Ona da şükür.

Abartılı bir şekilde gözlerini devirdiğinde koluma girip beni salona doğru sürüklemiş, elleriyle, tahmin ettiğim gibi, her yeri dolduran demetleri işaret etmişti.

"Anneler günümü kutladı da."

"Yaaa, ne tatlı."

Ozan'dan beklenecek bir hanımcılık olsa da beklenmeyecek bir incelikti.

Gökçe'nin anne olacağını doğumdan altı ay sonra falan anlar diye düşünüyordum ben çünkü.

"Sorma. Isparta'nın gül rezervi evimizde artık."

Üçlü koltuğun iki ucuna yerleştiğimizde Gökçe bıkkın bir ifade takınmıştı ama dudağının kenarını çekiştiren, engel olamadığı o ufak gülüşten anlayabiliyordum hoşuna gittiğini.

"Deme öyle, ne güzel düşünmüş çocuk."

Eline doğru hafif bir tokat savurduğumda sahte bir kızgınlıkla konuşmuştum.

Tepkime karşılık yanaklarının içini ısırıp kaşlarını kaldırdı.

Bu muhtemelen "ne demezsin" demek oluyordu.

"Zaten bizi düşünmediği bir an yok sağ olsun. Duruşmaya giriyorum mesaj atıyor, çıkıyorum arıyor. Ofise geçiyorum görüntülü arıyor, ofisten çıkıyorum, kapıya geliyor..."

Gelip cübbeni kendi elleriyle giydirmediğine dua et?

Gökçe tişörtünün yakasını çekiştirip bıraktığında eş zamanlı olarak sesli bir nefes üflemişti.

"İlgiden doğuracağım artık."

Ozan Gökçe'nin üzerine titremezse yapamazdı. Bunda bir anlaşabilir miydik? Adam, geç buldum, kaybedemem kulübü kurucu üyesiydi.

"Haklı adam. Bak kaç aylık oldun, dikkat etmen gerek kendine."

Gökçe'nin karnı oturuş şeklinden dolayı daha da belirginleşmiş, ben de kaşlarımla bebişi işaret etmiştim.

Üzerindeki tişörtü çekiştirip bebeği saklama girişiminde bulunduğunda bana buruşmuş bir suratla bakıyordu.

"Sen de başlama, ne olursun."

Ellerimi teslim olurcasına iki yanımda kaldırıp dediğine uydum.

"Nasılsın peki, var mı bir sıkıntın?"

"Ay bulantılar geçtiğinden beri çok rahatım Dila ya. İştahım da açıldı, istediğim gibi yiyebiliyorum."

Neyse ki kocasına şampuanı kokuyor diye evde duş aldırmadığı günleri atlatmıştık. Sırada daha kötü günler vardı.

Başını öne eğdiğinde bakışları karnına düşmüştü.

Birbirine bastırdığı dudakları aşağı doğru bükülürken sıkıntıyla mırıldandı.

"Kilo almaya başladım ama..."

Dört ayda verdiği kiloları bile almadığına emindim.

Adriana Lima gibi karın kaslı hamile mi olacaktı başımıza?

"Alacaksın tabi Gökçe, sen alacaksın ki bebiş de büyüsün."

Geldiğimden beri yapmak istediğim şeyi yapıp avcumu minik göbeğine yasladığımda elimin alındaki çıkıntıyı hafifçe okşuyordum.

İnşallah ağlamazdım.

"Hem kendini de belli ediyor artık. Teyzoşunun bir tanesi."

Sanki içini görebiliyormuşum gibi karnına bakmaya devam ederken bileğimde hissettiğim parmaklarla irkildim.

"Dila!"

Bir de üstüne Gökçe'nin çığlığı eklenince gerçekten şu an doğurabileceğine inanmaya başlamıştım.
Gözlerim dehşetle büyürken ben de kendimi Gökçe'ye bağırırken bulmuştum.

"Ay ne var?"

Bakışları yüzümde değil, doğrudan elimdeydi.

Önce bileğimden tuttuğu elimi havaya kaldırdı, sonra kaşlarıyla parmaklarımı işaret etti.

"Dökül çabuk. Bu ne?"

Oha hamilelere malum mu oluyordu harbiden?

Çünkü parmaklarım tamamen boştu ama Gökçe bana başka bir âlemden sesleniyor gibiydi.

Şaşkınlığım giderek artarken korkuyla sordum.

"Ne, ne?"

Kimseye bir şey söylemeden yüzükle dolaşmak istememiştim. Özellikle de annemlerin haberi olmadan.

O yüzden İstanbul sınırlarına ayak bastığımız an yüzüğüm de parmağımdan ayrılmıştı.

Anlıyor musunuz? Yüzük falan yoktu ortada.

Ama Gökçe orada yüzük olduğundan beni bile şüphelendirecek bir dikkatle bakıyordu parmağıma.

"Nerede yüzük, göster çabuk."

Vallahi sen olaylara benden daha hâkimsin gibi. Sen mi göstersen?

"Yuh. Onu nereden anladın?"

Elimi tutuşundan kurtarıp korkuyla kendime doğru çektiğimde aramıza bir mesafe koymaya çalışıyordum.

"Anlarım ben, benden bir şey gizleyebileceğini mi sandın sen?"

"Ne mümkün."

Kısık bakışlarla sorgusuna devam ederken bir taraftan da ukalalık yapmayı ihmal etmiyordu.

Elimi bir kez daha çekiştirdiğinde bu kez doğrudan yüzük parmağıma değdi.

"İzi kalmış, bak etrafı daha koyu. Yanmışsın."

İmdat, avukatımı istemiyorum!

Gökçe'nin psişik güçlerini sorgulamayı bırakıp bir de boynuma sarılmasın diye zincirin klipsini açtığımda gömleğimin içine attığım kolyeyi çıkartmıştım.

Ufak yeşil taşın yanında sallanan yüzük görüş alanımıza girmişti.

"Hiii! Diloş, bu çok güzel ama."

Avcumda duran tektaşı parmağıyla hafifçe dokunarak inceleyen Gökçe'nin bakışları beğeniyle dolmuştu.

Onu onaylama ihtiyacı hissederken sakince mırıldandım.

"Öyle..."

Ama birileri sakin değildi.

Aklına bir anda birden fazla soru gelmiş gibi duruşunu dikleştirdiğinde bombardımana başlamıştı.

"Nasıl teklif etti, niye parmağında değil bu? Ay yine mi reddettin çocuğu yoksa?"

Sanki hobi olarak reddediyorum ben bu adamı. Bir kere ben reddettim ama bir kere de o reddetti sonuçta.

1-1.

"Bir nefes al ya. Anlatacağım, dur."

Kolyemi yeniden boynuma taktığımda bu kez ucunu dışarda bırakmıştım.

Kaybedeceğim diye ödüm kopuyordu. Gizli saklı işler çevirmek konusundaki başarılarımla bilinirdim aslında ama bu sefer ki biraz zor olacak gibiydi.

Koltuğun üzerinde bağdaş kurup yönümü tamamen Gökçe'ye döndüğümde derin bir nefes aldım.

"Reddetmedim. Hazır olduğunda tak dedi bana yüzüğü verirken. Ben de baktım, tamamım. Aynı akşam taktım yüzüğü. Ama kimseye bir şey söylemeden öyle dolaşamadım da. Annemler benden duysun istiyorum."

Olayı kısaca özetlerken bunun detaylarının sonrasında cildimi makyaja hazırlarken alınacağının bilincindeydim ama şimdilik geçiştirmek işime gelmişti.

Yoksa Gökçe üzerimde ne olduğundan, saçlarımı nasıl topladığıma kadar tüm detayları öğrenmeden uyuyamazdı.

"Ya eniştem biliyor bu işi var ya. Hem doğum günü, hem evlilik teklifi, kapatmış ikisini bir arada. Sen nasıl geldin bu oyuna?"

Alaycı bir tavırla göz kırptığında benim kaşlarım bükülmüş, omuzlarım düşerken Barış'ın yüzü gözümün önüne gelmişti.

"Deme öyle, çok tatlıydı. Bir görsen, o kadar güzel konuştu ki. Teklif etti ama hiç zorundaymışım gibi hissettirmedi beni."

Üç ay sonra da taksam, üç yıl sonra da taksam bir şey demeyecek gibiydi.

"Biliyorsun, erken olduğunu düşünüyordum ben. Sonra da üstüne bir ton tatsız şey yaşandı işte."

Uzak bir noktaya dalan bakışlarım dağılırken başımı önüme eğmiş, parmaklarımla oynuyordum.

Gökçe'nin eli, ellerimin üzerine kapandığında kafamı kaldırdığım an yüzündeki anlayışlı gülümsemeyle karşılaştım.

"Biliyorum, anlıyorum da seni. Haksız sayılmazsın, ikinizin de yaşı çok genç."

Bu yaşta bir hevesle verdiğim bir karardan ileride pişman olabilirdim, bunu biliyordum. Ama evliliği öyle aniden heves edip karar verecek bir durumda değildim zaten. Benim endişelerim hayatımızı henüz bir düzene sokamamamızla ilgiliydi. Her şey o kadar çabuk değişiyordu ki bir de böyle bir telaşın içine girip birbirimize yetişememekten korkuyordum sadece.

"Ama sizin aranızdaki ilişki o kadar olgun ki bu saydıklarımın hepsi önemini yitiriyor."

Doğru hissettiren de buydu.

Barış o yüzüğü masaya koyup gözlerimin içine baktığında korkularımı bir kenara bırakmıştım.

"Çok büyüdük şu bir yıl içinde, ben de farkındayım. İkimiz de değiştik, iyi geldik birbirimize. Şimdi yüzüğü taktık diye bugünden yarına evlenmemize gerek yok, onun da farkındayım."

Her şeyi sindirerek yaşama fırsatımız vardı.

Girişimiz olay olmuştu ama çıkışımızın çok da olay olmasına gerek yoktu. Değil mi Barış? Bir de tribünde pankart açtırarak teklif etmezdin değil mi sevgilim?

İçeride oynayacağınız son maçtan korkmama gerek yoktu değil mi?

Kısa bir an gözümün önüne gelen Lama Erol imzalı evlilik teklifi pankartıyla irkildiğimde Gökçe'nin teması beni daldığım kâbustan neyse ki çıkartmıştı.

Elini dizime yaslamış, bir sır verircesine öne doğru eğildiğinde gereksiz bir ciddiyetle bakıyordu gözlerime.

"Seni arabaya atıp nikâh dairesine götürürse sakın kanma tamam mı?"

Burada tecrübe konuşuyordu galiba.

"Bak benim halim ortada."

Yeniden arkasına yaslandığında anlık olarak öne eğilen bakışları karnına değmiş, bir iki eliyle bebişe pıt pıt yapmıştı.

Yüzümdeki gülümseme kocaman olurken uzanıp Gökçe'nin suratını ellerimin arasına sıkıştırdım.

"Yerim sizi."

İçimdeki sevgiyi bebek doğana kadar içimde tutmayı öğrenmem gerekecekti yoksa Gökçe'yi sıkıştırarak sevme isteğim absürt bir noktaya gidecek gibi duruyordu.

Omuzlarımı silkip geri çekildiğimde sesli bir şekilde iç geçirdim.

"Neyse işte, bilmiyorum bu yüzük işleri nereye götürecek ama mutluyum. Sanki daha sıkı bağlanmışız gibi hissediyorum."

Mümkün olduğunu bile bilmiyordum ama kalbim onunkine daha da güçlü sarılmış gibiydi.

Bir tek onunla yaşadığım bu "tam" olma hissine her şeyimle tutunmuştum.

"Diloş'um. Çok mutlu ol tamam mı?"

Bu kez kollarını etrafıma saran Gökçe olurken sesi hafifçe çatallanmıştı.

"Gökçe..."

Ağır ağır sırtını sıvazlarken ağlar diye ödüm kopuyordu. Ben bir hamilenin duygusallığıyla baş edemezdim çünkü.

Yarbatu yetiyordu.

"Çok tatlısınız, yüzünüz hep gülsün sizin. Hiç üzülmeyin."

Yavaşça benden ayrılırken gözlerini gördüğümde rahatladım.

Hafif dolmuştu ama akan yaş yoktu.

Oh.

Ağlaması riskini tamamen bertaraf etme çabasıyla konuyu dağıtmaya yeltenirken sesimi olabildiğince canlı tutmaya çalışmıştım.

"Eee, sen hala kararlı mısın cinsiyetini öğrenmemekte?"

Mesela ben biliyordum.

Barış biliyordu.

Siz niye bilmiyordunuz!

"Sürpriz olsun istiyorum Diloş. Öyle kendimizi bir şeylere şartlamayalım işte, önden büyük büyük hazırlıklar yapmayalım. Kendi şansıyla gelsin."

Ozan'ın vereceği abartılı tepkilerden çekinmesi normaldi tabi.

Daha şimdiden bir dolap dolduracak eşya ve oyuncak almıştı Gökçe'nin uyarılarına rağmen.

Bir de cinsiyetini bilse neler yapardı kestiremiyordum.

Başımı onaylarcasına salladım.

"Sen nasıl istiyorsan öyle olsun zaten..."

Ellerimi dizlerime yaslayıp bacaklarımı koltuktan sarkıttığımda artık esas meselemizi konuşma vakti gelmişti.

Sesli bir nefes verip öne doğru çıktım.

"Ama büyük büyük hazırlıklar yapmamız gereken bir konu var..."

Gökçe de beni taklit edip koltuğun ucuna kadar geldiğinde beklentiyle bakıyordu yüzüme.

"Ay ne? Çabuk söyle, doğururum bak."

"İki dakika bir tut şu çocuğu içinde ya. Ödül töreni var bu hafta, ben sunacağım..."

Gerçekten doğursa şaşırmayacağım için pat diye söylemiştim dilimin ucundakini.

Ama böyle bir karşılık beklemiyordum.

Ben ne olduğunu anlamadan yaşlar gözlerinden pıtır pıtır dökülmüş, ben de ne yapacağımı şaşırmıştım.

Dudaklarını sıkıca birbirine bastırıp bakışlarını yukarı dikse de yaşlara engel olamıyordu.

"Ya ne oldu? Niye ağlıyorsun şimdi?"

Telaşla atıldığımda elimi kolumu nereye koyacağımı bilememiştim.

"Dila geldiğin yerlere bak ama ya... Offf... Gurur duyuyorum seninle. Çok hem de."

"Ya Gökçe saçmalama, ay bal mısın ya sen?"

Yüzünü ellerimin arasına alıp yaşları silerken ben de ağlamamak için zor duruyordum.

Bunun hamilelik duygusallığı olmadığını biliyordum. Gökçe ben ne yapmak istesem hep arkamda durur, durup dinlenecek bir an istediğimde başımı yaslayacağım omuz, destek istediğimde sırtımdaki el olurdu. O yüzden başardığım şeylerle benden daha çok gurur duyardı hep.

Çok şanslıydım.

Dostluğuna, kardeşliğine, bazen de ablalığına sahip olduğum için.

Ama biraz daha ağlarsa ben de çeşmeleri açacaktım ve biz yemeğe şiş gözlerle katılım gösterecektik.

Sonra bir de Gökhan'ın vlogunda çirkin çıkmışım diye ağlayacaktın Gökçe.

Dobarlan.

"Bak baştan söyleyeyim ağlayarak kaçamazsın bu işten. Önce bu akşam ki yemek için hazırlanacağız, sonra da gala için elbise seçeceksin bana. Ona göre."

Burnunu çekip elleriyle yüzünü sıvazladığında itiraz edercesine sallamıştı başını.

"Hayatta kaçmam, o iş bende. Alacağız sözlünün aklını başından."

Sözlüm.

Olur.

Yeriz.

Bırakalım aklı onda kalsın ama. Zaten geç kavuştular.

"Diloş hakikaten... Barış da olacak değil mi törende? Var mı ona da ödül falan?"

"Olurlar herhalde, hiç konuşmadık ama... Gerçi daha adayları bile açıklamadılar, ödül varsa da ben bilmiyorum."

Dudaklarımı büktüğümde ödül verilecek başlıkları düşünüyordum ama malum sakatlık mevzusu sanki bizi bu konunun dışına itiyordu.

Barış'la da oturup bunu konuşacak bir ortam hiç olmamıştı.

Malum, baş başa kalınca olay başka yerlere gidebiliyordu.

Gökçe'nin yüzünde muzip bir gülümseme yakaladığımda acaba sesli mi düşündüm diye endişelenmiştim ama onun derdi farklı gibiydi.

"Gitmeyecekse bile sen sunuyorsun diye kesin gelir şimdi. Malum, seviyor eniştem public şovları. Şimdi bir sürü kamera, tüm futbol camiası falan... Tam onluk ortam."

Oraların adamıydı.

Bu çocukta da bu vardı.

"Maalesef doğru."

Başa gelen çekilecekti.

Yapmadığı şov kalmamıştı beyefendinin. Umarım tekrara düşmezdi.

******

Bizimkiler antrenmandan sonra direkt restorana gelmişler, biz de Gökçe'yle birlikte hazırlanıp çıkmıştık.

Ve Gökçe'yle hazırlanmak demek bolca highlighter, ışıltılı bir elbise ve bukleli saçlar demekti.

Şikâyet etmeyecektim, belli ki güzel olmuştum çünkü Barış beni gördüğünden beri sadece sessizce izliyordu. Bakışları altında kıvranmamdan keyif aldığına o kadar emindim ki.

Hepimiz sırayla restorandan içeri girerken Barış elini belime koymuş, ardından kulağıma doğru eğilmişti.

"Bir daha ayrı ayrı gitmeyelim bir yere."

"O niyeymiş?"

Bir yandan yürümeye devam ederken bir yandan fısıltısı dizlerimi titretmesin diye üstün bir çaba sarf ediyordum.

Barış sağ elini göğsünün üzerine bastırdığında bir kez daha soludu kulağıma doğru.

"En azından yolda şu tarafı biraz dizginleyebilirdim."

Benimkini tekletmeye ne hakkı vardı peki?

Duştan yeni çıkmış, uzayan sakallarına en sevdiğim kremini sürüp gelmişti.

Bir şey söylememe fırsat vermeden saçlarımın arasına bir öpücük bırakıp geri çekildi. Sonrasında hepimiz bize ayrılan masalara doğru yönelmiştik.

Balkan tayfa bir tarafta, Amerika kıtası diğer tarafta, Afrika bir diğer uçtaydı.

Biz Türkolarda bir araya toplanmıştık.

Aynen, etnik kaynaşma.

"Bırakın tabi abi, siz de bırakın beni. Adem Ljajic yalnızlığına terk edin tamam mı? Gökhan kim ki zaten?"

Yalnız Adem bile manitasıyla gelmişti yemeğe. Göz ucuyla Balkan masasına şöyle bir bakmıştım da güzel kadındı. Ama bu alkoliğin yüzü yine gülmüyor, sanki hayatının arka fonunda sürekli Teoman çalıyordu.

Ağlamakta haklısın Gökhan. Bu suratsızlıkla bile yanında biri var adamın.

Artık seninki Morutan yalnızlığı...

"Lan oğlum ne yaptık? Sen yalnız kalma diye yuva mı kurmayalım, karımızla çocuğumuzla mı dolaşmayalım?"

Ozan... Olayı ne yapıp edip karısıyla oğluna getirmişti.

Kudurtucu bir tarzı var.

Barış'ı kudurtmak üzerine kurulu.

Kolunu Gökçe'nin sandalyesinin arkasına atıp yönünü Gökhan'a dönmüştü.

"Verdammt! Kim organize yaptı bu yemeği böyle? Herkes eşiyle gelecekmiş. Hiç sordunuz mu bu çocuğun eşi var mı diye?"

Gökhan'sa hiç duymamış gibi kaldığı yerden söylenmeye devam ediyordu. Yüzünde sahici bir üzüntü olduğuna yemin edebilirdim.

"Hani sen yalnız takılmayı seviyordun lan? Ne artistlik yapıyorsun şimdi?"

Barış'ın kaşları çatılmış, elini havaya doğru savurduğunda yetişebilse Gökhan'ın ensesine sağlam bir sille indirecek gibi görünmüştü.

"Sahada seviyorum abi, saha dışında sevmiyorum. Meryemsizliğimi vuruyorsunuz yüzüme."

Kızı sadece hepimiz bir araya geldiğimizde hatırlamıyorsa bir şey bilmiyordum.

Mesela rahmetli Karius da kaleci olduğunu bir tek Galatasaray maçlarında hatırlardı. O hesaptı bu gevşeğin aşkı.

"Uzatma Gökhan, otur oturduğun yerde. Hadi."

Kerem daha fazla Gökhan'ın mızmızlığına katlanamamış olacak ki kolundan tutup pek de kibar olmayan bir şekilde yanına oturtmuştu.

"İlk defa Gökhan Arslan."

Barış insanların içinde benimle bu tonda konuşmaya tahminen ne zaman ara verirdi? Çünkü tüm vücudum ürperiyor, kış günü ayazda kalmış gibi titriyordum boğuk sesini her duyduğumda.

Kalbimin verdiği tepkileri görmezden gelerek kaşlarımı çattığımda omzumun üzerinden bir bakış attım.

"O ne demek? İstemiyor musun sen beni yanında?"

Kaşlarımı çatarak yan bir bakış attığımda serseri bir tavırla kolunu sandalyemin arkasına atmış, aramızdaki mesafeyi tamamen kapattığında yüzünü bana dönmüştü.

"Ben seni yanımda istiyorum, istiyorum da herkesin içinde böyle güzel olunur mu, insafsız..."

Yemekte böyleyse galada sonumuz hayır olsundu.

Geri çekilmeden önce şakağımın üzerine bir öpücük bırakmış, gözlerim anlık olarak kapanmıştı.

Dudaklarıma huzurlu bir gülümseme yerleştiğinde ben de ona doğru dönmüş, ufak hareketlerle yakasına uzanmıştım.

Hâlihazırda düzgün olan yakalarını bir kere daha düzeltirken kirpiklerimin altından attığım bakışlarla ifadesini yokluyordum.

"Yalnız ben de seni bu kurtlar sofrasına tek başına atmam yakışıklı."

Restorandaki karşı cinsten falan bahsetmiyordum asla.

Düşman en yakınımızdaydı...

Barış'ın yüzünde çarpık bir gülüş asılı kalırken çapkın bir tavır takınmış, karşılık vermek için dudaklarını araladığında onu bölen aramıza uzanan el olmuştu.

"Hayatım, jilet gibisin."

Geldi işte hayatın, yüzün gülsün be...

Çomağımı hazırlamıştım.

Şahsi algılama Doğacığım.

Doğa arkadan yaklaşıp Barış'ın yüzünü elleri arasına hapsetmiş, iki yanağına da sesli birer öpücük bırakmıştı.

Allah'ım, sen sabrını da verirsin.

"Yapıyoruz bir şeyler. Sen de fena değilsin."

Barış'ın yüzündeki gülümseme az öncekiyle yarışamayacak kadar genişlerken bir elini tersten Doğa'nın ensesine atmış, saçlarını hafifçe karıştırmıştı.

Şüphesiz sen kulunu dermansız bırakmazsın Rabbim...

Doğa geri çekilip doğrulduğunda bir süre bakışları Barış'la ikimizin üzerinde gezinmiş, ardından alıngan bir tavırla sormuştu.

"Ben nereye oturacağım?"

"Gel böyle."

Benim bünyede mutlak hâkimiyetini ilan eden gerginlik artık dışa vurmaya başlamıştı.

Sert bir şekilde sandalyemi kaydırıp Barış'la aramıza mesafe koyduğumda kaşlarımla o boşluğu işaret ettim.

Doğa'nın kaşları sahte bir şaşkınlıkla havalanırken gülmemek için kendini zor tuttuğu sesinden belli oluyordu.

"Aranıza mı gireceğim?"

Öne doğru bir adım atıp bir de kolunu Barış'ın omzuna yaslamış, başparmağıyla yanağını yavaşça okşamıştı.

"Siktir git ya."

Aaa benimki dün bana evlilik teklifi ettiğini hatırladı.

Günaydın.

Barış yüzündeki eli kabaca geriye doğru savurup sandalyesiyle beraber öne çıktığında Doğa'yı bertaraf etmekle kalmamış, bir de yana doğru eğilip benim sandalyemi altından kavramıştı.

Hiç beklemediğim bir anda kendimi onunla yapışık bir vaziyette bulurken düşmemek için anlık bir refleksle Barış'a tutundum.

Bacaklarından.

Hiç öylesine.

"Barış'ım."

Bir bitmediniz.

Şurada romantik bir an yaşayalım derken bu kez kim sözlüme asılıyor büyük bir merak içindeydim.

"Kralım."

Kelimelerim işlevsizdi.

Bora Abi de Barış'ın kalkmasına müsaade etmeden elini omzuna bastırıp yanağına bir öpücük kondurduğunda ben şoku atlatmış, ayaklanıp Sanem ablaya sarılmıştım.

"Abla sen onca sene nasıl dayandın ya?"

Tabi beş saniyelik sarılmada çekiştirmesem olmazdı.

"Alışıyorsun bir yerden sonra ablacığım. Benden çok takım arkadaşlarını öpmüştür mesela. Ne yapalım?"

Sanem Abla kabullenilmiş bir çaresizlikle dudaklarını büktüğünde ikimiz de birbirimize anlayışlı bakışlar atıyorduk.

Öğrenilmiş kumalık.

"Abi?"

Sanki az önce önünden ona sallamamışım gibi kocaman gülümseyip çocuksu bir heyecanla kıpırdandığımda Bora Abi'min yüzünde de benzer bir gülüş asılıydı.

Bir kolunu havaya kaldırıp eliyle işaret etti.

"Gel buraya kız, özlettin kendini."

Davetini duraksamadan kabul ederken kollarımı beline sardım.

"Ben de özledim abi, ne zaman alıyorum seni röportaja?"

Geri çekilip sahte bir şaşkınlıkla dudaklarını büktüğünde elini omzumdan çekmemişti.

"Sen baya kurdu oldun bu sektörün ha..."

Öbür türlü nasıl hayatta kalacaktım kral?

Omuzlarımı silkip kollarımı iki yana açarken kaşlarım havalanmıştı.

"Buraların adamıyız."

Ukala tavrım Bora Abi'yi keyiflendirmiş gibiydi. İşaret parmağını ileri doğru savurup göz kırptı.

"Sezon bitsin, sendeyim kardeşim."

"Aldım sözümü?"

Emin olmak istercesine baktığımda istediğim onayı sessiz bir şekilde almıştım.

"Aşk olsun Dila, bir rahat bırakmıyorsunuz kocamı."

Sanem Abla sahte bir alınganlıkla bana sitem ederken hepimiz yerlerimize oturmak için hareketlenmiştik.

Tam kendimi savunmak için atılacaktım ki bu kez araya giren karşımızda oturan Gökhan oldu.

"Ekmek parası be Sanem Yenge, demi abla?"

Almanya'da hep Kaiserslautern'i tutardım ben zaten.

Gökhan'ın savunmasını başımı sallayarak desteklerken dudaklarımı büküp dokunaklı bir ifade takınmaya çalıştım.

"Açız."

Teknik olarak yalan yoktu. Kanalda içtiğim bir kahveyle duruyordum bugün. Sabah yarım saat fazla uyumak için tüm gün aç gezmeyi göze almıştım.

Gece uyutmayanlar utansındı.

Benim mesnetsiz isyanıma karşın masadan aynı anda yükselen iki ses ise gerçekten açlığın tanımı gibiydi.

"Ben de!"

"Ben de!"

Gökçe'yle Kerem eş zamanlı olarak öne atılmış, seslerinin yükseldiğiniyse sanki konuştuktan sonra fark etmişlerdi.

"Seni biliyoruz Kerem."

Herkes Kerem'e göz devirirken laf sokma yükünü Gökhan çekmiş, diğer tarafta Ozan'sa Gökçe'nin saçlarının arasına bir öpücük koyup omzunu sıvazlamıştı.

"Güzelim benim."

Çok tatlıydılar. Söylemiş miydim?

Özellikle Gökçe bir gömlek ve bir etekle nasıl bu kadar güzel olabiliyordu bilmiyorum ama ay gibi parlıyordu.

Benim aşkımsın sen canımsın ya benim dünyamsın Seni o kadar çok seviyorum ki Tarifi mümkün değil biz kardeşiz kardeş et tırnak gibi olduk senden ayrı kaldığım zaman o kadar özlüyorum ki seni anlatamam Canımsın benim Aynı şekilde ben de senin evine geldiğim zaman kendi evim gibi rahat ediyorum nazardan saklasın öpüyorum öpüyorum öpüyorum öpüyorum iyi geceler Canımsın benim.

Sakin ol Dila Soyman...

Ama bu çekirdek aile bir tek benim değil Ozan'ın yanında oturan Necip'in de ilgisini çekmiş gibiydi.

Öne doğru eğilerek Gökçe'yle göz göze geldiğinde ufak bir baş hareketi yaptı.

"Tekrar hayırlı olsun yenge, Ozim..."

Sonrasında dönüp Ozan'ın omzunu hafifçe sıkmayı da ihmal etmemiş, Yakut çifti de kibarca gülümsemişti.

"Eyvallah Necom."

Bu kulübün yengeleri neden bu kadar güzeldi bilmiyorum ama Nur da çıtayı baya yukarılara taşıyordu sağ olsun.

Necip gibi o da nazik bir tebessümle bizimkilere döndüğünde Gökçe'ye yönelerek konuşmuştu.

"Hayırlı olsun, ne kadar oldu Gökçe?"

"Sağ ol Nurcuğum, 15. haftayı bitiriyoruz yarın."

Darısı başına demesi gerekiyordu, yaptığına bakın.

Hâlbuki evlenip çocuk yapan herkes bununla ilgili duyduğu en ufak bir cümlede üstüne vazifeymiş gibi karşı tarafın üstüne gitmeliydi. Hepimiz patavatsız ve şuursuz danalar olduğumuz için bunu kendimizde hak görmekten daha doğal bir şey yoktu.

Hayır, aksi falan değilim diyorum.

"İnşallah sağlıkla kucağına alırsın canım."

"İnşallah hayatım."

Olaya bak, kadının düğününde Karius'a yürüyordun, şimdi aynı masada elticilik oynuyorsunuz. Karius da köyüne döndü.

Muhteşem.

"Ee Necip Abi, bu sansasyonel olay hakkında bir yorumun yok mu? Gökçe Abla'yla Ozan Abi senin düğününde takılmacalık oynuyorlardı, şimdi sizden önce doğuruyorlar. Ne diyorsun?"

Bu ayılığı Gökhan'ın yapmasına zerre şaşırmayanlar?

Necip ise Gökhan'ın patavatsızlığını tam anlamıyla göğsünde yumuşatmış, gülen yüzünü bozmadan Ozan'a dönerek konuşmuştu.

"Ozimin evladı benim evladım, sıkıntı yok. Hayatın en siyah ve en beyaz anlarında hep beraberiz biz kardeşimle."

Kardeşim detayını iyi ki eklemiştin.

Elini omzuna atıp öyle derin derin bakınca insan bir ürperiyordu çünkü.

Nereden bildiğimi sormayın.

"Kardeşim benim, seviyorum seni."

Allah'ım sen eşlerinin iş arkadaşlarıyla sınananların da rabbisin. Yardım et.

Gökçe'yle aynı kaderi paylaşıyor olmak arkadaşıma olan sevgimi daha da arttırırken gözlerimi yumup başımı öne eğmiştim.

Kader mahkûmlarıydık biz.

"Herkese iyi akşamlar arkadaşlar."

Tam efkârlanacağım derken Ali Rıza Hoca'nın ortama girişi bir anda modumu yükseltmişti.

Herkesin iki dirhem bir çekirdek geldiği yemeğe eşofmanlarıyla katılım göstermesine asla şaşırmamıştım tabi ki.

Bir karşılama merasimine girmesinler diye hızla masanın başına hareketlenirken herkesten benzer mırıltılar yükselmişti.

"İyi akşamlar hocam."

Hiç İngilizce falan konuşmaya çalışıp kendini yormuyordu. Hayat mottosu; beni anlayan anladıydı.

Bu adamın hayatını biri kitaplaştırmalıydı artık.

Bu eşekler de bir zahmet yaşadıkları ülkede iyi akşamlar nasıl deniyor bir öğrensindi canım.

Seninle sorunlarım var Diaby.

Hocanın yanında hep Suat Hoca'yı görmeye alışıktık ama bu kez tek gelmişti. Şu kulüpte geçirdiğim onca zamandan sonra hala sevgilisiyle tanışamamış olmam gerçek bir başarısızlık hikâyesiydi.

Duyumlarıma göre kız Ukraynalıydı. Nasıl iletişim kurduklarını düşünürken gülmekten nefessiz kalmıştım bir keresinde.

Hoca geçip yerine oturduğunda hemen arkasından Suat Hoca da mekâna giriş yapmıştı. Neden ayrı ayrı girdiklerini Suat Hoca eşiyle kol kola bize doğru ilerleyince anlamıştım.

Ali Rıza Hoca da Gökhan Arslan sendromu yaşıyor olabilirdi.

Manken sevgilisinin yokluğu yüzüne vuruyordu galiba.

Acil şekerini ölçün hocamın.

Seri kola getirin.

Ben hocanın aşk hayatını düşünmeye dalmışken Barış'ın sesiyle birlikte odağımı yeniden toparladım.

"Kızlar yok mu yenge?"

Doğrudan Sanem Abla'ya dönerek konuştuğunda Barış'ın çocuk sevesi gelmişti belli ki. Ne zamandır Deniz'le Naz tarafından paylaşılamama komasına girmemişti tabi.

"Halalarına bıraktık Barışcığım."

"Özledim fıstıklarımı. Gelselerdi keşke."

Dudaklarını sıkıca birbirine bastırdığında üzgün bir şekilde bakmıştı.

Sanem Abla olsam şu an görümcemi arıyordum mesela. Çocukları getirsin diye...

Herkes ne yapıyorsa bırakıp şunun suratına bakabilir miydi ama ya?

"Vallahi onlar da seni özlemiş. Normalde babalarını izlerken uyuyakalırlar, geçen maç sen varsın diye maç sonu röportajlarını bile izlediler. Sonu Deniz için biraz kalp kırıklığı oldu ama..."

Sanem Abla'nın cümlelerini bana yan bir bakış atarak tamamladığında dudaklarında imalı bir gülümseme asılıydı.

Beni tüm yenge âleminin diline düşürmüştü...

"Hiç sorma abla. Babam buraya geldiğinde Barış için de kafa kırıklığı olacak."

Baygın bir bakış atıp başımı iki yana sallamıştım.

"Hakkı valla, kaç kere söyledim bu lavuğa yapma şu işleri kamera önünde diye."

Bora abi Barış'ın kendini savunmaya yeltenmesine bile müsaade etmeden araya girdiğinde ensesine de ufak bir tokat savurmayı ihmal etmemişti.

Sonrasında dönüp işaret parmağını tehdit edercesine yüzüne doğru sallamış, kaşlarını uyarırcasına kaldırmıştı.

"Ama bekle sen, bir kız babası ol da anlarsın."

"Amin abi."

Barış bozulmak bir yana dursun keyifle Bora Abi'nin söylediklerini onaylarken ben sesli bir şekilde iç geçirip önüme döndüm.

Şov geçici şovculuk kalıcıydı...

"Siz ne kolpa adamlarsınız lan. Bu yok kızım olsun, bilmem ne ayağı çekiyor, ortada ne yüzük var ne evlilik."

Neyse ki elimi alnıma yaslayıp yüzüme siper etmiştim. Yoksa şaşkınlıkla irileşen bakışlarımı nasıl gizleyecektim?

Bora Abi'ye malum mu olma ihtimali neydi?

Anlamsız bir dürtüyle yüzük parmağımı kaşırken oturduğum yerde rahatsızca kıpırdandım.

"Şimdi öyle demeyelim de abi..."

Barış dilinin ucuna kadar gelen kelimeleri zar zor tutuyor gibiydi.

Her şeyimizi göz önünde yaşarsak bir şey gizleyeceğimiz zaman elimiz ayağımız böyle birbirine dolanırdı işte.

Bora Abi Barış'ın itirazına kulak asmazken tüm masayı kalaylamaya yemin etmiş gibiydi.

Bu kez yönünü Ozan'a döndü.

"Öteki nikâh kıymış, kimsenin haberi yok, çocuğu da zar zor öğrendik..."

Dikkatin üzerimizden dağılmasıyla birlikte rahat bir nefes verirken ellerimin dışını serinleme ihtiyacıyla yanaklarıma bastırmıştım.

O sırada Ozan laf yetiştirme derdindeydi.

"Çok ani gelişti. Biz de son anda öğrendik."

Cidden, inan hiç beklemediğin bir anda oluyor tezine bir bağlılık duyuyor olabilirler miydi?

Çünkü söylediklerine kendisi de çok ikna gibi duruyordu.

"En düzgününüz Doğa diyordum, onun da ifşası eksik olmuyor, yarın öbür gün ne halt eder belli değil. Ne biçim adamlarsınız oğlum siz?"

Oh.

Ben senden razıyım abim.

Doğa'yı da es geçmemiş, bir güzel onu da sıradan geçirmişti.

Ama bu çoğul konuşma masadaki birilerini rahatsız etmiş gibiydi.

"Abi."

Necip yavaşça boğazını temizlediğinde benim dedem de hacıydı bakışlarını Bora Abi'ye yolluyordu.

Etkili de olmuştu.

"Sözüm senden dışarı Neco'm, Nur..."

Bora Abi avcu yere bakacak şekilde elini öne doğru uzattığında gayet ciddi bir tavır takınmıştı.

Bir sen kaldın geride be Neco.

Ama Kerem öyle düşünmüyor gibiydi.

Masaya konan ekmekleri birbirleriyle dürüm yapıp yemeye kısa bir ara verdiğinde başını kaldırıp konuştu.

"Ben ne yaptım abi, oturdum uslu uslu yemeğimi yiyorum?"

Olay saati neredeydin?

Yemek yiyordum.

Olay saatini nereden biliyorsun?

Ben hep yemek yerim...

"Sei nicht lächerlich Kerem. Sen hep yiyorsun, o senin default özelliğin."

İçimden yaptığım espriyi sesli bir şekilde söyleyen Gökhan olurken aynı şeyi düşünmüş olmamız beni de biraz düşündürmüştü.

Topçu IQ'su gerçekten bulaşıcıydıysa yanmıştım.

"Yakışmadı kral."

Doğa çok erken bir tepki verip Bora Abi'ye teessüf dolu bakışlarını yollarken nihayet başını telefonundan kaldırabilmişti.

"Ooo Doğa Bey, aramıza hoş geldiniz."

Kralın sahte bir coşkuyla karşılık vermesi üzerineyse oturduğu yerden kalkıp yanımıza doğru gelmişti.

İnşallah gerçekten aramıza oturmaya çalışmazdı.

"Hoş bulduk abi, nasılsın?"

Neyse ki bizi es geçmiş, Bora Abi'nin boşluğundan yararlanıp elini sıktığında bir de uzanıp yanaklarından öpmüştü.

Bugün ekstra bir şapur şupurdu JK topçuları.

"Otur lan, zevzek."

Bora Abi...

Tek kelimeyle anlatsam?

Onu çok seviyorum.

"Yavrum, ne oldu? Niye doldu gözlerin?"

Ozan'ın telaşlı sesiyle birlikte masanın ilgisi bir kez daha yön değiştirmişti.

Ben de sorgularcasına öne doğru çıktığımda Gökçe parmaklarının dışını gözlerinin altına bastırmış, hafif hafif burnunu çekiyordu.

"Sanem... Çocukları halasına bırakmış."

Geri alacak bayan, terk etmedi ya.

"Buna mı üzüldün?"

Ozan yerinde bir serzenişle solurken Gökçe'nin gözleri daha da dolmuş, dudakları hafifçe aşağı doğru bükülmüştü.

"Bizimkinin halası çok uzakta ama..."

En dar açıdan kendine duygulanacak bir şey bulmuştu.

Artık takdir ediyorduk hepimiz.

En son milletçe on beş gün Inter'de kalıp Icardi'yi mangala götüren Caner Erkin'i takdir etmiştik.

Nadiren gerçekleşirdi.

"Gökçe..."

"Bir şey deme Ozan, tamam."

Ozan bir kere daha ağzını açarsa Gökçe bu kez "kimse beni anlamıyor" diye ağlamaya başlayacak gibi duruyordu.

Anlaşılan ortalığı toparlamak yine bana kalmıştı.

Sahici olmayan bir alınganlıkla döndüm Gökçe'ye.

"Aşk olsun Gökçe."

"Ne?"

Ama belli ki inandırıcı oynuyordum.

Oh hala Buket'ten iyi oyuncuydum neyse ki.

Ellerimle kendimi işaret ederken omuzlarımı kaldırıp indirdim.

"Teyzesi ne güne duruyor bu çocuğun?"

Gökçe'nin omuzları düştüğünde başı da yeniden önüne eğilmişti.

"Ama Diloş, sen onun güzel, çıtır, zengin ve çok meşgul teyzesi olacaksın. Aynı şey değil."

Ben cevap verecekken ne zamandır sesi çıkmayan Gökhan'ın dili kaşınmıştı belli ki.

"Pardon Gökçe Abla, kulak ziyaretçisi oldum da..."

Akreditasyon kartını görelim.

Muhteşem deyim katlediyordu çocuk, saygı duyuyordum.

İşaret parmağını havaya kaldırıp bana dönmeden beni işaret etmiş, yamuk bir şekilde gülümsemişti.

"Dila Abla'm zaten güzel, çıtır, zengin ve çok meşgul ama bu takıma komple annelik yaptı. Bence allzeit-favorit bir teyze olur."

Ne güzel şeyler söylüyordu bu çocuk.

Bir gün kanalına konuk olayım madem.

Ben duyduğum iltifatlardan gayet memnun bir şekilde gülümserken Barış aynı fikirde değil gibiydi.

"Ağzını topla la."

Nereden anladığımı sormayın.

"Sevgisizlikten öleceğim artık ya."

Onun bu ani çıkışına karşın Gökhan çocuksu bir alınganlıkla ayağını yere vurmuş, oturduğu sandalyeyi kolçaklarından tutup gürültüyle başka yöne çevirmişti.

Ben onun bu haline gülerken boynuma çarpan nefesle duraksadım.

"Ben de güzelliğinden öleceğim diyordum ama öldürmeyen Allah öldürmüyor."

Barış, başını omzuma doğru eğmiş, parmağının dışıyla önüme dökülen tutamlardan bir tanesini arkaya ittirdiğinde yine aynı perdeli sesle konuşmuştu.

Faul!

"İyi akşamlar gençler."

Zamanlama çok iyiydi.

Yoksa benim kalp ritimleri tribün davuluna dönecekti.

Faruk Başkan hızlı bir giriş yaptığında bir anda herkesin ilgisini de üzerinde toplamıştı.

"Başkanım."

Mykonos'u nasıl bıraktınız da geldiniz ya...

"Hoş geldiniz hepiniz."

"Siz de hoş geldiniz."

Ayağa kalkmaya yeltenenler olsa da başkan hepsini yaptığı el kol hareketleriyle oturtmuş, büyük bir gülümsemeyle konuşmuştu.

"Hepimiz toplanmışız galiba? Başlayalım mı hocam?"

Bakışları etrafı şöyle bir kolaçan ettiğinde Adem'in bile burada olması ona herkesin alanda olduğu fikrini vermişti demek ki.

Son anda Ali Rıza hocaya döndüğünde onay beklercesine bakıyordu yüzüne.

Bu akşamın hocanın pek ilgisini çektiğini söyleyemeyecektim. Şimdiden sıkılmış, mecburi bir onay cümlesi kurarken istifini bozmamıştı.

"Buyurun başkanım."

Faruk Başkan ellerini gürültüyle birbirine çarptığında söze girdi.

"Bu akşamki yemekte sponsorumuz vesilesiyle bir araya geldik biliyorsunuz."

Bir taraftan tercümanlar çeviri yaparken ışıklar bir anda kısılmış, loş bir ortam oluşmuştu.

"Biz yemeğe başlamadan önce siz futbolcu kardeşlerime bir sürprizleri varmış."

Sürprizleri diyorum, hiç sevmem.

Neyse ki muhatabı ben değildim.

"Ohh, Gott sei Dank! Bir sürpriz önceden haber verildi de kayda erken başlayabileceğim. Ne varsa başkanımda var ya. Başkanım!"

Tüm topçular sessiz sessiz oturmuş ne geleceğini beklerken Gökhan aniden yükselmiş, kamerasına sarılmadan önce ayağa kalkıp bir tezahüratın fitilini ateşlemişti.

"Faruk Fidan, Faruk Fidan, Faruk Fidan Fa-ruk Fi-dan!"

Maaşlarını seven tüm takım arkadaşları da el mecbur ıslık ve alkışlarla Gökhan'a eşlik ederken başkan bu sevgi selinden gayet memnun görünüyordu.

Yalandan Gökhan'a bir iki sus mus yapmıştı ama Mykonos'ta manitasının yanında bile bu kadar mutlu görünmüyordu vallahi.

"O zaman ben de yerime geçeyim, başlasın."

Başkanının sözlerinin ardından ortam tamamen karanlığa büründüğünde masaların karşısındaki duvara yansıyan ışıkla birlikte hepimizin odağı o tarafa dönmüştü.

Önce beyaz bir ekran belirdi, sonra da ekranın ortasında kocaman bir Vodafone logosu.

Logonun altındaysa şöyle yazıyordu; Değerlilerinden en değerlilerine.

Bir an başımı çevirip Barış'la göz göze geldiğimde onun da kaşları merakla havalanmış, dudakları ise sözsüz sorguma cevap verircesine bükülmüştü.

Gerçekten kimseden çıt çıkmıyor, herkes gelecek olanı saf bir ilgiyle bekliyordu.

Yeniden önüme döndüğümde ekrandaki logo ve yazı yavaşça solmuş, görüntü değişmişti.

Kırklarının ortalarında gibi duran minyon bir kadın doğrudan bize gülümsüyordu sanki. Kim olduğunu bilmiyordum ama siması çok tanıdık geliyordu.

"Aaa annen! Doğa Abi annen!"

Gökhan tüm soru işaretlerimi silerken ayaklanıp Doğa'nın omzunu şiddetle dürtmüş, Kerem'in çekiştirmelerine rağmen yerine oturmadan kamerayı Doğa'ya doğrultmuştu.

"Merhaba Beşiktaş ailesi, ben Doğa'nın annesi Necla. Öncelikle sezonun geri kalanından hepinize başarılar diliyorum, kalbimiz hep sizinle."

Gökhan'ın coşkulu tanıtımıyla birlikte herkes kısa bir an Doğa'ya dönse de Necla Teyze'nin sesi ilgiyi kısa sürede ekrana çevirmişti.

"Necla Teyze oley!"

Gökhan sanki kadınla her akşam oturup çay içiyormuş gibi bir sahiplenmeyle yaklaşmıştı mevzuya.

Bu sefer ki minik tezahüratına eşlik eden olmazken herkes pürdikkat videoyu izliyordu.

"Benim güzel oğlum, anneler gününde sürprizleri hep sen yaparsın ama bu kez ben seni şaşırtayım istedim. Bugün yemekler bizden. Şöyle etli, güzel bir kuru dolma yaptım afiyetle yiyin diye. Güç olsun, kuvvet olsun inşallah."

Bunca hazırlığın, prodüksiyonun sebebi anneler günüydü demek.

Herkes Doğa'nın vereceği tepkiye odaklanmışken ben kaçamak bir bakışla Barış'ın yüzünü görmeye çalışıyordum.

Dönüp iyi misin diye soramazdım ama belki ifadesinden anlayabilirdim.

Kollarını önünde bağlamış, dudakları düz bir çizgi halini almıştı.

Tepkisiz durmaya çalışsa da takındığı donuk tavrın zorlama olduğunu anlayabiliyordum.

"Seni çok özledim, burnumda tütüyorsun ama biliyorum ki orada işini layığıyla yapıp yine bizi gururlandıracaksın. Seni çok seviyorum oğlum."

Yine o burukluğu hissetmesinden deli gibi korkuyordum. Kendi annesine ne kadar yabancı olduğu yüzüne bir kez vuruluyordu Necla Teyze'nin her sözünde sanki.

Yaşadığım anlık stresle buz keserken tüm cesaretimi toplayıp bir elimi Barış'ın dizinin üzerine yasladım.

Bakışları anında bana dönerken ben nasıl baktığımı bilmiyordum ama o, yüzümdeki soru işaretlerinin hepsinin arkasını okuyor gibi bakıyordu gözlerime.

Dizinin üzerindeki elimi kendi avcuna hapsettiğinde dudaklarını sahici olmadığını karanlıkta bile anlayabileceğim bir gülümseme çekiştiriyordu.

Bana doğru eğildiğinde bu kez tam anlamıyla fısıltıyla konuşmuştu.

"Sorun yok."

Sonrasında göz temasımızı çok sürdürmeyip yeniden ekrana dönse de ikna olduğumu söyleyemezdim.

Ama üzerine gidip orayı daha fazla kaşımayacaktım.

Sessiz kalıp ben de yeniden videoyu izlemeye koyuldum.

Necla Teyze'den sonra bu kez kıta değiştirdiğimize yemin edebileceğim bir anne ekranda belirirken N'koudou öne atılıp galiba Fransızca "aaa annem" demişti.

CV'ye eklensin; A1 fransızca.

Anneler değişiyor, diller değişiyor, ama duygular hep aynı kalıyordu.

Avrupa'dan Afrika'ya, oradan da Balkanlara geçmiştik ama tüm anneler kameraya aynı şekilde bakıyordu sanki.

Gökhan'sa itinayla herkesin yanına gidip gözün de yaş namına bir şey varsa yakalamak için üstün bir çaba gösteriyordu.

"Oha! Vida! Annen yaşıyor muydu senin?"

Gökhan Güneş...

Neyse ki Türkçe söylemişti de adam anlamamıştı.

Kadın tatlı tatlı konuşuyor, biz de altyazıyı takip etmeye çalışıyorduk ama bir yerden sonra çeviri bozulmuş gibiydi çünkü ne pişirdiğini söylediği bölümü asla anlamamıştım. Ekoti çukoti bir yemekler yapmıştı. Eyvallah.

Görüntüler bir kere daha değişirken Gökhan'ın esas odağı tabi ki takım arkadaşlarıydı.

Yememiş olacak ki Atiba'ya uzaktan uzaktan zoom yaparak vlogunu çekmeyi sürdürdü.

"Evet arkadaşlar Atiba dedem biraz üzüldü, tabi onun annesine ulaşamamışlardır diye düşünüyorum yani teknik olarak mümkün değil sanırsam."

Bir de Türkçe anlamasından tereddüt ettiği için fısıltıyla konuşuyordu.

Dayak yemiş insan temkinliliğiydi bu, nerede görsem tanırdım.

"Adem kenarda garsonu sıkıştırıyor benim şişeyi getir diye, yine neye içiyor asla anlamadık."

Gerçekten bu kez hiçbirimiz anlam verememiştik.

Kız arkadaşı bile çözememişti mevzuyu. Ama anladığım kadarıyla adamın mutlulukla ilgili bir problemi vardı.

Sadece gol atınca gülüyordu.

Bu kulübü en çok Şeref Bey seviyordur, kesin.

"Aaa annem! Anne!"

Gökhan'ın seslendirmeleri odağımı yönetmekte o kadar başarılıydı ki gerçekten kimden bahsetse kendimi onun ruh halini düşünürken buluyordum.

Manipülatif gücü avukat olsa çok işine yarayabilirdi.

Gökçe avukat olmasaydı seni kaçırmazdım Gökhan'ım.

"Dila Abla, annemi gördün mü? Annem."

Kamerayı indirmeden kolları öylece havada kalmış, ama heyecandan nereye saracağını şaşırmıştı.

Tabi ki ilk adresi bendim.

Sultan Teyze'yi ekranda gördüğünden beri büyük bir coşkuyla tüm ilgiyi üzerine toplamıştı.

"Kuzularım biliyorum bizlerden uzakta, birçok şeyle mücadele ediyorsunuz ama biz sizin hep yanınızdayız. Bugünde varlığımızı yemeklerimizle hissedin istedik. Benden tüm Beşiktaş ailesine şöyle bol yoğurtlu bir Kayseri mantısı... Afiyet, bal, şeker olsun canlarım."

Messi mi Gökhan mı diye sorsanız bir tek Samet Aybaba değil tüm takım Gökhan derdi bence, çünkü Gökhan Kayserili, Messi'nin nereli olduğunu bilmiyoruz.

"Anam benim, canım anam."

Gündüz kuşağında bir programa katılmışız gibi hissediyordum.

Bir yerlerden Büge Ansız çıksa şaşırmayacaktım.

Gökhan'a içten bir şekilde gülümseyip yeniden videoya döndüğümde Sultan Teyze yine o şefkat dolu bakışlarıyla ekrandaydı.

"Gökhan'ım seni çok seviyorum bir tanecik oğlum. Kendine dikkat et. Kerem'e de dikkat et, diğerlerine de mantı kalsın."

Sonlara doğru muzip bir tavır takınmış, bu da tatlılığına tatlılık katmıştı.

Gökhan uzanıp Kerem'in kafasına sağlam bir tokat savurduğunda hemen arkasından dayak yeme korkusuyla aralarına takımın tüm defans oyuncularını koyup geri kaçmıştı.

"Sultan Sultan oley!"

Sonrasında tezahüratına başladığındaysa Kerem göz devirmekle yetinip seni dövmek için enerjimi harcayamam bakışlarından atmıştı.

"O ne oğlum Kazım Kazım gibi?"

Yine de laf sokmaktan geri duramamıştı tabi.

"Kes ya."

İkisinin atışmaları aralarında sürüp giderken ben hala ara ara attığım yan bakışlarla Barış'ı kontrol ediyordum.

İlk başlardakinin aksine daha rahat görünüyordu. Gökhan'ın zevzeklikleri onun da dudaklarının kenarına minik bir gülümseme takmıştı ama hala ifadesinin önündeki o sisi görebiliyordum.

Sessiz bir şekilde iç çektiğimde mecburen önüme dönmüştüm.

"Ben Bora'nın annesi Ilgın Yenilmez."

I am Jose Mourinho.

Ilgın Teyze platin saçlarını ellerini kullanmadan sırtına doğru savurduğunda yanımdan yükselen nefes sesiyle birlikte refleks olarak dönmüştüm.

Sanem Abla, yanaklarına doldurduğu havayı üflemiş, annesine yüzündeki o meşhur gülümsemeyle bakan Bora Abi'yi baygın bakışlarıyla kısa bir an süzüp bana doğru eğilmişti.

"Bir rahat vermiyor ya."

Gelin-kaynana çatışması.

Almasam olur muydu?

Sanem Abla'nın söylenmelerini Bora Abi duydu mu diye gerilmekten videonun geri kalanına odaklanamamıştım ama en son etli lahana sarmasını yakalamıştım.

Kralım severdi.

Tüm ülke olarak bunu biliyorduk ama nedenini sormazsanız sevinirdim.

"Evlatlarım hepinize selamlar olsun Trabzon'dan, Ozan'ım senin de gözlerinden öperim aslanım. Kan olsun, can olsun diye hamsi tava yaptım sana annem, en sevdiğinden."

Benim en sevdiğim kaynana belliydi.

Özür dilerim takım, ama Sevim Teyze'yle aramızda farklı bir bağ var. Şahsiyel.

Ne noktada Ozan'a giydirmeye başlayacak diye merakla karışık bir keyifle beklerken yumuşayan bakışları işin pek de oraya gitmeyeceğini ele veriyor gibiydi.

"Duygulandım vallahi billahi."

Ozan parmaklarının dışını gözlerinin altına bastırmış, başını omzuna eğip tamamen ekrana dalmıştı.

Sevim Teyze herkese öyle kolay kolay göstermediği gülümsemesini yüzüne kondurmuştu.

Sesli bir nefes aldığında kelimelerinin dalgalanacağı o titrek soluktan belliydi.

"Yanınızda yörenizde biz yokuz belki ama eşleriniz var, yol arkadaşlarınız var. Onlar size yarenlik ediyorlar. Ben de önce kendi kızım Gökçe'nin, sonra da hepinizin eşlerinin anneler gününü kutlarım. Birbirinize iyi bakın evlatlarım."

Sevim Teyze öyle bir yere dokunmuştu ki kimseden çıt çıkmıyordu.

O tatlı gülümsemesini koruyup kameraya el sallamayı sürdürürken hafifçe öne çıkıp Gökçe'yi yokladım.

Bugüne duygusallık bombası atıldığı için önünü göremeyecek kıvama geldiğini tahmin ediyordum.

"Anne..."

Gözlerinden akan yaşları kurulama gereği duymadan annesine bakarken titreyen sesiyle solumuştu.

"Milletin kayınvalidesine bak, bir de benimkine bak Dila."

Sanem Abla bir dur ya.

Şu kulüpte bir Güzin Abla muamelesi görmediğim kalmıştı, sayende o da oldu vallahi.

Beni dürtükleyip aksi bakışlarla ekranı işaret ettiğinde tek yaptığım üzgün bir ifade takınmaya çalışıp geçiştirmek olmuştu.

Tam yeniden önüme dönecektim de yanımdaki sandalyenin geriye doğru itilmesiyle odağım yön değiştirdi.

Barış bir elini sandalyenin altına atmış, doğrulmak için yeltendiğinde kendine bir boşluk açmaya çalışıyordu.

Telaşla ben de öne doğru kaykıldığımda onu durdurmak istercesine yüzüne bakıyordum.

Ağır gelmişti.

Daha fazla taşıyamamanın yorgunluğuyla uzaklaşmak istiyor gibiydi.

Çenesini o kadar sıkı bir şekilde birbirine kenetlemişti ki kendini kastığını dikkatli bakmasam bile fark ederdim.

Tam koluna tutunup onunla beraber kalkmaya yelteneceğim sırada bir şey oldu.

"Barış."

Sessizliği bölen tanıdık tınıyla beraber ben bir anda sanki hava ağırlaştı, diğer tüm sesler sustu.

Benim hareket kabiliyetim sanki kaybolmuştu. Barış'sa yüzünü yavaşça ekrana döndü.

"Oğlum ben annen Zeliha..."

Annem Barış'a her zamanki baktığı gibi bakıyordu. Onun eksildiği yerleri tamamlamak isteyen kocaman gülümsemesiyle bakıyordu.

Temkinli bir şekilde Barış'a döndüğümde o daha fazla kendini taşıyamıyormuş gibi yeniden sandalyesine oturmuş, ekrandan bir an için gözlerini ayırmamıştı.

"Bu anneler gününde benim en güzel hediyem sen oldun."

Zeliş gözleriyle bile gülüyordu kameraya bakarken. Barış'ı görüyor gibi bakıyordu.

Araya giren mesafeye rağmen gözlerinin dolu dolu olduğunu görebiliyordum. Ama o yaşlara inat bir kere daha gülümseyip coşkuyla konuşmaya devam etti.

"Belki tarif edemem seni ne kadar sevdiğimi ama her zaman yanında olduğumu bil. Sen de her zaman benim aklımda, kalbimde, dualarımdasın."

Annemin kurduğu her bir cümlede Barış'ın bakışlarındaki sis dağılıyor, içinde yanan ateşe biri üflüyordu.

İfadesi gevşerken dudağının kenarını hafifçe çekiştiren o tebessümün izi sağ tarafındaki çukuru belli belirsiz derinleştirmişti.

"İyi ki benim oğlumsun, iyi ki ben de senin annenim."

Annem en sonunda gözlerindeki yaşlara direnememiş, bir an sonra yanakları o yaşlarla ıslanmıştı.

O, telaşla yüzünü kurulamaya çalışırken ben Barış'a döndüm.

Çatık kaşları bu kez de bükülmüştü.

Çenesi yine seğiriyordu.

Annemin görüntüsü ekrandan yavaşça silinirken bu kez sandalye daha gürültülü bir şekilde geriye itilmiş, ben daha yeltenemeden Barış kalkıp masadan uzaklaşmıştı.

Üzerimdeki şaşkınlığı atıp hemen arkasından ben de ayaklandığımda topuklulara aldırmadan arkasından koşturmaya başladım.

O kadar hızlı yürüyordu ki masadakileri çoktan geride bırakmıştık.

Köşeyi döndüğü an son bir gayretle adımlarımı sıklaştırıp seslendim.

"Barış!"

Nefeslerimi düzenleyemeden dar koridora girdiğimde Barış başını koluna gömmüş, bana dönmeden önce gözlerini kabaca kurulamaya çalışmıştı.

"Dila..."

Yeşillerinin etrafı hafifçe kızarmıştı. Gözleri hala silemediği yaşlarla parlıyordu.

Aramızdaki mesafeyi birkaç adımda kapatırken bakışlarım yüzünden bir an olsun ayrılmamıştı.

Tam karşısında durduğumda burnunu çekip sorarcasına baktı bana.

"Biliyor muydun?"

Beni değil de az önce yaşananların gerçekliğini sorguluyor gibiydi.

Islanan kirpiklerinin altından attığı bakışlar genzimi yakarken dudaklarım istemsizce bükülmüştü.

Ağzımı açarsam ağlayacağımı bildiğimden yalnızca başımı iki yana sallamakla yetindim.

Temkinli bir şekilde ifadesini süzerken bir kere daha kendini sıktığını gerilen çenesinden anlayabiliyordum.

Bir elini beline yaslamış, boştaki eliyle yüzünü sıvazladığında sesli bir nefes vermişti.

"Çok tuhaf biliyor musun?"

"Ne?"

Sesimin çıkmasına şaşırırken tereddütle izliyordum alazlanan yüzünü.

Sert ifadesi an be an dağılırken bu kez o bana bir adım yaklaştı.

Dudaklarını çekiştiren gülümsemenin burukluğunu göğsümün ortasında hissederken o umursamaz bir tavır takınmaya çalışıyordu.

Omuzlarını silkti, gözlerini bir anlığına yumdu.

"Bende kırık dökük ne varsa bir şekilde seninle toparlanıyor."

Yine karşımda on bir yaşındaki o küçük çocuk vardı.

Ve benim o çocuğa sarılmaktan başka çarem yoktu.

******

Bazen hayatın beni sürüklediği noktaya inanmakta güçlük çekiyordum.

Bir sene önce televizyonun karşısında üzerimde pijamalarım, elimde dondurma tabağıyla izlediğim bir törene, bugün fiziki olarak katılım göstermem yetmemiş gibi bir de sunuculuk yapacaktım.

"Beşiktaş'tan kimler geliyor şimdi?"

Makyajımı bozmamak için yüzümü kaşıyamıyorken Yarbatu'nun imalı soruları beni daha da kaşındırıyordu.

"Nereden bileyim Yarbatu? Bana niye soruyorsun?"

"Barış senden önce mi evden çıktı onu söyle bari?"

Gevşekliğinden bir şey kaybetmeden üstelediğinde yanaklarıma doldurduğum havayı sesli bir şekilde üfleyip yanıtladım.

"Evet..."

Çocuklarla toplanıp öyle geleceklerini söylemişti. Ama bu özel hayatın gizliliğine girerdi. Manitamla konuştuğum her şeyi Yarbatu'ya yetiştirecek halim yoktu.

Bir de manitamın takımlar içinde nasıl ateş ettiğini anlatmam tamamen gereksiz olurdu.

Dress codelar sağ olsun, var olsundu.

Kulüp eşofmanlarından sonra beyaz gömlek, kumaş pantolon ve kravat ilaç gibi gelmişti.

"Neyse, onlar cepte. Kesin bizim yanımıza gelirler. Şöyle bir iki de başkan ayıklasak kırmızı halıda..."

Senin kafandaki waxa giden vergilerimize yazık.

Umarım şu birkaç yıl içinde aşırı doz jöle kullanımından kel kalmazsın Yarbatucuğum.

"Allah aşkına elimizde mikrofon varken goy goy yapıp beni germe. Daha fazla canlı yayın olayı kaldıramaz benim kariyerim."

Biri bizi duyuyor mu diye etrafı kolaçan ederken suratıma gergin bir gülümseme asıp dişlerimin arasından söylenirken benim aksime Yarbatu oldukça rahattı.

Elini "boş ver" dercesine havaya savurmuş, yanaklarını içine çektiğinde gözlerini devirerek konuşmuştu.

"Ohooo... Bunlar sana koymaz, neler gördün neler."

Nereden başlasam...

Kısa bir an oturup bunu düşünme gafletine düşesim gelse de son anda direkten dönmüş, düşüncelerimi doğru yöne, yani Yarbatu'ya sövmeye yönlendirmeye karar vermiştim.

"Murtaza Dengiz Başkan geliyor, sonra söylenirsin. Dur şimdi."

Dudaklarımı araladığım sırada aldığım nefesten gelecek olanı anlayan Yarbatu ise elini önünde kaldırıp beni susturmuştu.

Bakışları uzaktaki bir noktaya kenetlendiğinde ben de anlık bir refleksle oraya döndüm.

Bu kadar çok kulüp yöneticisini bir arada görmeye asla alışamamıştım.

Murtaza Başkan bize doğru ilerlerken yüzünde sıcak bir gülümseme vardı.

Ben duruşumu dikleştirip elimdeki mikrofona sarıldığımda Yarbatu da rejiden son onayları alıyordu.

"İyi akşamlar başkanım."

Başkan tam ortamıza geçmiş, ikimizin de koluna hafifçe dokunduğunda kendini kameraya göre konumlandırmıştı.

"İyi akşamlar gençler."

Girişi yapan Yarbatu'nun ardından bu kez mikrofonu başkana uzatma sırası bendeydi.

"Öncelikle nasılsınız başkanım?"

Yönünü hafifçe bana dönen Murtaza Dengiz, önce dudaklarını birbirine bastırdı, ardından sesli bir şekilde iç çekti.

"İyi diyelim iyi olalım isterim ama zor... Bunca işin gücün arasında zor."

Haberin kokusunu alan Yarbatu anında öne atılırken başkanın ağzından bir şeyler koparabilmenin derdindeydi.

"Başkanlık beni yordu, keşke olmasaydım mı diyorsunuz başkanım?"

Demek bu manşetler buralardan çıkıyordu...

Vay be.

Biz paslanmışız, esas haberci belli olmuştu.

Ben Yarbatu'nun sorusunun şaşkınlığını üzerimden atamamışken bir de başkanın beklenmedik cevabı şaşkınlığımı ikiye katlamıştı.

"Kesinlikle."

Bu kadar şeffaf olmaya çok da gerek yok sanki be başkan.

Niye yapıyorsun be sevgili başkanım?

"Pişmansınız yani?"

"Yoo... Şimdi bak, beni gazeteci tuzağına düşürme. Asla değilim."

Daha fazla batmadan Yarbatu'nun onu köşeye sıkıştırma çabalarına dur demeye karar veren başkanın kaşları çatılmıştı.

"Estağfurullah başkanım, ne tuzağı..."

Bizimki anında süt dökmüş kediye dönerken omuzlarını içeri çekip masum bir tavır takınma derdindeydi.

Murtaza Başkan ise çoktan başka bir frekansa geçmişti.

Gözleri anlık olarak bana değdiğinde anlatmaya başladı.

"Papa inmiş havaalanına, gazetecilerden biri sormuş, sayın papa kerhaneye uğrayacak mısınız diye."

Barış!

Koş, pezevenklerin eline düşüyoruz sanırım.

Ne diyeceğimi bilemezken tek yapabildiğim mikrofonu biraz daha yakınlaştırıp dudaklarımdaki sabit gülümsemeyi korumak olmuştu.

Sonumuz hayrolsundu.

"Papa şaşırmış tabi, demiş ne kerhanesi? New York'ta kerhane mi var?"

Adam olayı iliklerine kadar yaşayarak anlatıyordu.

Nutkum tutulmuştu.

Yarbatu bile ne diyeceğini bilememişti.

Hâlbuki uygun bir kerhane şiiri bulacağına emindim.

"Ertesi gün manşet; Papa iner inmez New York'ta kerhane var mı diye sordu."

Başkan kollarını kaldırıp bir de havaya hayali bir manşet attığında kendimi o manşeti hayal etmekten alıkoyamamıştım.

"E doğru..."

Benim de onunla birlikte hikâyenin içine çekildiğimi anlayan başkan bana dönüp omuzlarını kaldırarak gazetelere hak vermiş, sonrasında elini durmasını işaret edercesine önünde kaldırıp Yarbatu'ya yönelmişti.

"Onun için, beni bu gazeteci tuzaklarına düşürme. Ben çok mutluyum, son günlerde üzülüyorum ama mutluyum. Koskoca Galatasaray kulübünü yönetmek kolay mı?"

"Değil tabi başkanım. Haklısınız."

Yarbatu ters bir şey söylerse bu canlı yayının bizim hayrımıza son bulmayacağını anlamış olacak ki telaşla başkanı olumlamayı tercih etti.

Bu akşam tek doğru hareketi diyebilirdik.

Ama Murtaza Başkan'ın durmaya niyeti yoktu.

"Bizden öncekiler de ne zorluklar atlatmışlar. Ali Sami Yen'i, Özhan Can Aydın'ı, Ceyhun Üveybek'i rahmetle analım bu vesileyle."

Saydığı isimleri bir bir başımla onayladığımda ortama hâkim olan ağır havayı dağıtan şey dudaklardan dökülen son isim olmuştu.

Kaşlarımın çatılmasına engel olamazken hafızamı bir kere daha yokluyordum ki benden önce mevzuya müdahale eden kişi tam olarak konunun birincil muhatabıydı.

"Ben ölmedim yahu!"

Röportaj alanımızın tam önünden geçen Ceyhun Bey, belli ki ismini duyar duymaz duraksamış, kollarını havaya kaldırıp isyan edercesine söylenmişti.

Murtaza Başkan'a gücenmiş bir bakış atıp yoluna devam edeceği sırada başkan da telaşla öne atılıp özür dilercesine elini havaya kaldırmıştı.

"Pardon, pardon. Neyse ömrün uzadı Ceyhun Bey."

İyi tarafından bakalım dersek...

Zaten Fenerbahçe'nin bunca senedir şampiyon olamaması da Şampiyonlar Ligi'nde sıfır çekme ihtimalini ortadan kaldırıyordu.

"İyi akşamlar arkadaşlar, kolay gelsin."

Murtaza Başkan bu geceki kaos kotasını doldurduğuna karar vermiş olacak ki kibar bir gülümseme takınıp bizimle kısaca vedalaşmış, alandan ayrıldığında biz de yönümüzü yeniden kameraya çevirip anlık bir kapanış yapmıştık.

Yarbatu'yla birlikte geleni geçeni kesip kimi yanımıza çekebiliriz hesapları yaparken konuşmadan iletişim kurma yeteneklerimizi de bir tık geliştirmiştik.

Veli Oğlak'ı biz almasak iyi olurdu.

Bugünlük bu kadar başkan yeterdi.

Ender Karaali bizi törene kadar burada mahsur bırakırdı.

Geç.

Aslında şöyle yönetim kısmını bir kenara bırakıp birkaç hocayla konuşabilirsek sevinçten Lua Lua gibi takla ata ata sahneye kadar ilerlerdim gibi.

Ama beklediğim hoca kesinlikle o değildi.

Ahmet Kalkavan kısa paçalı kumaş pantolonu, rugan babetleri ve kelini gizlemek için taktığı geniş kasketiyle kırmızı halı üzerinde yürürken istemsizce düşen ifademe engel olamadım.

Tereddütle Yarbatu'ya yan bir bakış attım.

O da aynı tereddütle bana bakıyordu.

Adamın kafasına tükürmemden korkuyor olabilirdi.

Yoksa Ahmet Hoca'yla sabaha kadar konuşacak konu bulacağına emindim.

Gözlerinde o ışığı gördüğüm an ifademi toparlamaya çalışıp kendimi tüm profesyonelliğimle röportaja hazırlıyordum ki bir an hocayla göz göze geldik.

O kısa an pek de sevecen olmayan bakışları bana değdiğinde onun da yüzü bariz bir şekilde düşmüş, ardından adımları sıklaşmıştı.

Duraksamadan yanımızdan geçip gittiğindeyse öylece kalmıştım.

Ozan seni içeride bir daha dövsün de gör.

Kel.

Çok meraklıydım ben de sanki sana.

"Bu adama bir yumruk da sen atmadığına emin misin?"

Yarbatu da en az benim kadar şaşırmış, hayretle aralanan çenesini kapatamadan sormuştu.

Kendime gelmeye çalışarak omuzlarımı silktiğimde gözden kaybolsa da arkasından bakmaya devam ediyordum.

"Keşke atsaymışım diyorum şu an."

Futbol dostluk, kardeşliktir, aynen.

"Hak veririm."

Sesli bir nefes aldığımda başımı iki yana sallayıp nihayet önüme dönebilmiştim.

Sakinleşmek için bir buçuk dakika boyunca gözümün önüne Taner Abi'yle Ozan'ın, Hoca'yı soyunma odasına kilitlediği anları getirmem gerekmişti.

Ben iyice kötü biri olmuştum.

Ya da iyi olmaktan yoruldum diyelim...

Hocanın bizi es geçmesinin arkasından neyse ki Anadolu'dan birkaç topçu çekebilmiştik de biraz olsun keyfim yerine gelmişti.

Bu ülkenin futbolunun yalnızca elit futbolculara değil, Uğur Demiroklara, Mustafa Yumlulara da ihtiyacı vardı nihayetinde.

Gayet eğlenceli geçen röportajlarından arkasındansa birkaç büyük balık yakalama zamanının geldiğinin farkındaydık.

Bu gece bize Seyrantepe taraflarından akıyordu maşallah.

Fetih Hoca görüş açıma girer girmez bir an Ersan Abilerin alanı yokladım.

Neyse ki Veli Oğlak'la derin bir sohbetin içindeydiler de hocayı kapabilecektik.

Onunla herhangi bir soyunma odası dayağı geçmişimiz olmadığına göre yüzüme iğrenerek bakıp sonra da çekip gitmezdi.

Hoca Ersan Abi'nin önünden geçip ilerlemeye devam ederken biz Yarbatu'yla sözsüz bir şekilde anlaşmıştık.

Ben yere değen eteklerimi nazik bir hamleyle önüme doğru savurup yönümü dönerken yüzüme gereğinden fazlaca büyük bir gülümseme astım.

"İyi akşamlar hocam."

Ağır adımlarla bize doğru ilerlerken hamlemi yapıp ufak bir el hareketiyle hocayı yanımıza davet ettim.

O da bunu ikiletmeden aramızdaki yerini aldığında ufak bir baş selamı vermiş, ceketinin düğmelerini hafifçe düzeltmişti.

"Fetih Hocam, bu geceyle ilgili düşüncelerinizi alalım önce, büyük bir organizasyon. Türk futbolunun değerli isimleriyle bir aradayız. Neler söylemek istersiniz?"

Biraz da resultante importante.

Bazen hocanın mimiklerinin abartıldığını düşünürdüm.

Ta ki ona iki adımdan daha yakın olana kadar.

Gerçekten de Zehra Güneş'ten bir tık daha fazla mimiklerini kullanıyordu.

"Tabi ki futbolun tüm paydaşlarıyla birlikte burada olmak benim için çok keyifli. Buradan sizlerin vesilesiyle bu geceyi düzenleyen herkese teşekkürlerimi iletiyorum. Bizler de bu organizasyon aracılığıyla diğer arkadaşlarımla fikir alışverişi yapıp, Türk futbolunu en iyi yerlere getirmeye çalışacağız."

Kendine has tavrıyla bir şeyler anlatırken ara ara kameraya kısık ve karizmatik bakışlar atmayı da ihmal etmiyordu.

Uzun yakalı beyaz gömleğinin üstteki düğmelerini iliklememiş, saçlarını her zamanki gibi geriye doğru taramıştı.

"Hocam, lig yarışını soracağım. Artık tam anlamıyla maratonun sonundayız ama öncesinde Murtaza Başkan da az önce buradaydı. Görüşme şansınız oldu mu?"

Biz de Yarbatu'dan bir şeyler öğrenmiştik. Biraz da ben kaos kovalayacaktım.

Aralarının iyi olmadığını biliyordum. Nitekim Fetih Hoca'nın rahat tavrının zorlama bir rahatlığa dönüşmesiyle doğru bir noktaya dokunduğumun farkına varmıştım.

"Haberim yok."

Bakışları benle Yarbatu arasında gidip gelirken aynı zamanda etrafını da yokluyordu.

"Nerede, burada mı?"

"Evet hocam."

Olağan bir sesle onayladığımda bu kez dudaklarını abartılı bir şekilde bükmüş, omuzlarını kaldırıp ellerini ceplerine sokmuştu.

"Haberim olmayan bir şeye yorum yapmayayım, ilk defa duyuyorum. Haberim yok."

Gol atıyormuşsun denince Kenan Karaman:

"Peki hocam şampiyonluk?"

Konunun değişme vaktinin geldiğini anladığımda rotamızı yeniden futbola çevirdim.

Fetih Hoca da belli etmek istemese de memnun olmuş gibiydi.

Ufak bir nefes verdiğinde bakışları uzaklara dalmış, kaşları hafifçe çatılmıştı.

"Bazen gerçekçi olmasa da, insan hayal etmediği sürece başarılı olamaz. İyi akşamlar."

Bu akşam her yerden özlü söz akacaktı belli ki.

Ali Rıza Hoca'm gelseydi de şöyle bir kahvehane şekli futbol yorumlasaydık.

Barış sen gol at, Kerem gol yeme, Ozan pas ver, Doğa koş.

Bu kadar basitti işte ya...

"Fetih Kavram'la birlikteydik. Onun da görüşleri bu şekildeydi."

Yarbatu kameraya dönüp kapanış yapmaya niyetlendiğinde ben daha yeni başladığımızı anlamıştım.

Uzaktan gördüğüm siluet bile onu tanımam için yeterli olmuştu.

Bizim Ali Rıza Hoca hayalleri siyah poşete konabilirdi şimdilik, çünkü bambaşka bir özlü söz fırtınası geliyordu.

Uy. Aha.

"Hız kesmeden devam ediyoruz röportajlarımıza. Erol Hoca'yı görüyorum kırmızı halının bir ucunda. Buraya doğru geliyor, bize de uğramadan geçmeyecektir diye düşünüyorum."

Yarbatu'ya kapatmaması için yaptığım kaş gözler sonuç vermiş, o da Erol Hoca'yı fark ettiğinde ikimiz de benzer birer gülüşle hocayı beklemeye koyulmuştuk.

Bu sefer varış noktasının biz olacağımıza dair bir şüphem yoktu. Hocam bayanları seviyordu.

Erol Hoca'yı ilk defa papyonla görüyordum.

Alışık olduğumuzun aksine bir tarzla geceye hazırlanmıştı belli ki.

Saçlarını ters yöne doğru taramış, hatta gözlerim bana bir oyun oynamıyorsa saçlarını ayırdığı yere ufak bir çizik bile atmıştı.

O da olur. Hoca yaptıysa vardır bir bildiği.

Saçlarını Ümit Davala tıraşı yapsa bile bir şey demezdim. Öyle olması gerekiyordur der, geçerdim.

Ben hocayı süzerken o kırmızı halının etrafına toplanan kalabalığa el sallıyor, isteyenlerle kısaca fotoğraf çektirip yoluna devam ediyordu.

Tam bu imza faslı bitti, bize ulaşacak derken ayağının altında toparlanan halı tökezlemesine sebep olmuştu.

Hoca dengesini zar zor toparlarken ben istemsizce iç geçirirken buldum kendimi.

"Aman, aman."

Yarbatu sanki bu mesafeden müdahale edebilecekmiş gibi elini öne doğru uzatıp eğilmiş, bense öylece donakalmıştım.

"Hoca yalpaladı değerli izleyenler."

Piçliğine yapıyordu.

Artık emin olmuştum.

Erol Hoca adımlarını normal bir sıraya sokup ilerlemeyi sürdürürken bir taraftan da içinden halının ipliklerine küfür ettiğine emindim.

Kırmızı halı, Kiev maçını yönetmiş gibi bakıyordu.

Kırmızı halı, ilk 37 dakika ona Galatasaray deplasmanında faul çalmamış gibi bakıyordu.

Kırmızı halı, Tolgay Arslanmış gibi bakıyordu.

Dürüm yapıp yemezse iyiydi...

"Hocam aman, iyi misiniz?"

İkimiz de buyur etmeden önce sahici bir ilgiyle sorduğumuzda Yarbatu kamera açısına girmeyen olayı izleyicilere de anlatma telaşıyla kısa bir an yönünü dönmüştü.

"Erol Gündeş Hoca'm bizlerle ama ufak da bir kaza atlattı. Bir yalpaladınız hocam."

O sırada hoca da yanımızdaki yerini almış, hafifçe boğazını temizleyip duruşunu dikleştirmişti.

"Vallahi hep nazar bunlar."

Hoca şakayla karışık bir tavırla söylendiğinde ben de ortamı yumuşatma çabasına eşlik edip elimle onu işaret ettim.

"Doğrudur vallahi hocam, çok şıksınız. Hepimizin gözü kaldı."

erolunpapyonu diye hesap açmama ramak kalmıştı.

İltifatıma karşın hocanın gülümsemesi daha da genişlerken ceketini hafifçe çekiştirip kaşlarını kaldırdı.

"Vallahi ben hep aynı elbiseyi giyiyordum Dila. Dünya Kupası'na giderken yalnız, dönerken kalabalıktım. Giderken kıyafetim konuşulmadı ama dönerken konuşuldu. Oysa kıyafetim hep aynıydı."

Bir yerden felsefe çıkartmasa yaşayamazdı.

Papyon üzerinden bile hayat dersi çıkartıyordu.

Bambaşka bir büyüklüktü hocanınki.

"Peki hocam müsaade ederseniz ben de konuşayım kıyafetinizi biraz. Beşiktaş'tan ayrılırken şöyle demiştiniz; geldiğim ilk gün mavi bir elbise giyiyordum; bugün siyah-beyaz giyiyorum. Bugün de üzerinizde siyah ve beyaz renkleri görüyoruz. Bir anlamı var mıdır?"

Biraz muzip bir tınıda yönelttiğim soruyu başka birine asla soramazdım. Hocamla muhabbetimize güveniyordum.

Beni yanlış anlamazdı bence.

Dudaklarını çekiştiren gülümseme büyüdüğünde haklı olduğumu anlamıştım.

Başını iki yana sallayıp "sen var ya sen" bakışlarını yollayıp Yarbatu'ya dönmüştü.

"Görüyor musun, yine nereden yakaladı mevzuyu? Kadınlar var ya çok dikkatliler, hiçbir şey kaçmıyor gözlerinden."

Ben hemen yanında değilmişim gibi dedikodumu yaparken keyfi yerine gelmiş gibiydi. Yine de soruyu ciddiyetle cevaplamaya koyuldu.

"Ben bundan beş sene evvel geldim Beşiktaş'a, Beşiktaş için canımı veririm ama şu an görevlerin belki de en üstüne getirildim. Milli takımın hocasıyım, taraflı bir tavır takınmam mümkün değil. Yanlış olmasın."

Kerhane fıkrasını Murtaza Başkan'dan dinlemiş olacak ki manşetler konusunda hoca da çok hassastı. Samimiyetle yaptığı itirafın ardından net cümleleriyle kesin çizgiler çekmişti.

İkimiz de hocayı sessizce onayladığımızda bu kez konuyu değiştirme sırası Yarbatu'daydı.

"Hocam peki ligin son durumuyla ilgili bir yorum alabilir miyiz sizden? Nasıl görüyorsunuz şampiyonluk şanslarını?"

Hoca sesli bir nefes alıp kısa bir an duraksadı.

Tarafsız bölgede kalmak onu zorluyor gibiydi.

"Çok çekişmeli, keyif veren bir sezon oldu. Tüm takımlar yarışın içinde bir şekilde var oldular ama şu an görünen o ki Türkiye'de en iyi futbol oynayan ikinci takım Başakşehir. Birinci henüz yok, çıkmadı."

Bunun üzerine bu gece boyunca düşünecektim...

Beynim boş bir levhaydı. Erol Hoca'm o levhaya çivi çakmaktan hiç çekinmiyordu.

Ama biz de işimizde gücümüzdeydik. Esas öğrenmek istediğim şeyin üzerini biraz örterek yeni bir soru yönelttim.

"Hocam lig biter bitmez milli takımın aday kadrosunu açıklayacaksınız diye biliyoruz. Kafanızda oyuncular net mi, sürpriz isimler var mı? Bize böyle birkaç tüyo verebilir misiniz? Malum Avrupa şampiyonası geliyor..."

Şey var mı hocam, şöyle uzun, sarışın, yakışıklı, yeşil gözlü, şovperest, golcü birileri?

Hocanın ağzından laf alabilme ihtimalim bile heyecanlanmama sebep olurken istemsizce omuzlarımı geriye atıp daha büyük bir ilgiyle dinlemeye koyuldum.

"Sürpriz, neye göre kime göre? Benim ekibimle aylardır sürdürdüğüm bir çalışma var, her ligden oyuncularımızı takip ettik, analiz ettik, bunun sonucunda da kararlar verdik ama kusura bakma şimdiden söyleyip bir hafta önceden yok hoca şunu aldı, bunu almadı, şunu hocaya kim aldırdı tarzı spekülasyonlara giremem. O takatim kalmadı. Artık açıklayınca gelirsiniz üstüme."

Bize buradan iş çıkmayacaktı belli ki.

Hocanın kaşları çatılmış, bakışları anında ciddileşmişti. Ben sadece bir civcivin akıbetini merak ediyordum. Yoksa kaleye Uğurcan'ı mı Altay'ı mı koyacağınız inanın ilgimi çekmiyordu.

Nutella ya da jelibon değilim. Only Akdora.

"Aman hocam estağfurullah."

Sesimi olabildiğince yumuşak tutarken hocaya en yumuşak bakışlarımı atıyordum. Sonumun hamsiköy sütlacı gibi olmasını istemezdim.

Bana Engin Baytar'a baktığı gibi bakarsa kaldıramazdım.

"Yok şey için söylemiyorum. Eleştiri... Eleştiri yerinde olduğu zaman güzeldir ama kötü niyet varsa her şey yok olur."

Alışkın olduğumuz frekansı yeniden yakaladığında ben de çaktırmadan bir nefes verip ufak bir gülümsemeyle konuştum.

"Hocam yine kitabın ortasından konuştunuz."

Ortamı yumuşatmak için anamın ruhunu ortaya koymuştum.

Ne olur gülü gülene verin artık hocam.

Benim hayallerim mahşere kalmıştı tabi. Hoca'nın tavrında tek yumuşama ibaresi düz bir çizgi halini alan kaşları olmuş, ardından bakışları Yarbatu'yla benim aramda gidip gelmişti.

"Ben aslında acılarımı paylaşmıyorum, paylaşırsam bunun altında kalanlar olur. Hoşça kal."

Hiç beklemediğim bir hızla veda edip arkasına bakmadan alandan ayrıldığında toparlama ihtiyacıyla Yarbatu'yla eş zamanlı olarak birbirimize doğru adımladık.

"Erol Gündeş Hoca'mıza teşekkür ediyoruz yayınımıza katıldığı için."

Karşılık veremeyecek kadar uzaklaştığı için muhabbeti ikimiz çevirecektik.

Benden sonra Yarbatu sazı eline almış, etrafı şöyle bir yoklarken bir taraftan da konuşmaya başlamıştı.

"Evet değerli izleyenler biliyorsunuz pek çok dalda ödüller sahibini bulacak bu gece. Yılın en iyi takımı, yılın teknik direktörü, yılın en iyi çıkış yapan futbolcusu... Bu yüzden de hayli yoğun bir trafik var tabi ki kırmızı halıda..."

En şovcusunu seçseler kesin alırdık.

Ama yılın en iyi çıkış yapan futbolcusu da olabilirdik bence. Her ne kadar sakatlık Barış'ın ivmesini düşürse de onun kadar net bir gelişim gösteren başka bir futbolcu olduğunu düşünmüyordum.

Tamamen objektif yorumum.

Ve bu yorumu içimde tutmam gerekmişti çünkü eğer olmazsa Barış'ın hayal kırıklığını büyütmek istemiyordum.

Çok fazla ihtimal vermiyor gibi konuşuyordu ama içten içe istediğini görebiliyordum.

Kesinlikle hak ediyordu da.

Diğer adayları otuz altıncı kez kafamda oylayıp yüzdelik şansımızı bir kere daha gözden geçirirken bakışlarım bize doğru ilerleyen kalabalık grup üzerinde duraksamıştı.

"Şimdi de görüyoruz, Ali Rıza Yalkın ve oyuncuları da buraya doğru geliyorlar."

Gözlerim benden izinsiz odağını seçtiğinde sanki diğer herkes bulanıklaşmış, bir tek o ve ben kalmıştık.

Aradaki mesafe giderek kısalırken hiç acele etmeden her bir hareketini dikkatle izledim.

Dirseğini büküp gömleğinin kolunu hafifçe çekiştirmiş, kol düğmesini bir kere daha düzelttikten sonra parmaklarını saçlarının arasından geçirmişti.

Sabırla yeşilleriyle buluşmayı beklerken şu an ekranda yalnızca Yarbatu'nun olması için içimden bildiğim tüm duaları da ediyordum.

Sanki hızlanan kalp atışlarım ekrandan görülebilecekmiş gibi hissediyordum.

Düşüp bayılsam abartılı mı olurdu?

"Ne dersin Dila, bu ekibe bir ödül gider mi bugün?"

Yarbatu benim dış bir müdahale olmadan konuşamayacağımı anladığından el mecbur okları bana çevirmiş, beni anlamsız sessizliğime bir son vermek zorunda bırakmıştı.

Zoraki bir gülümsemeyi yüzüme astığımda bakışlarımın hedefini maalesef değiştirememiştim çünkü bu kez karşılıksız değildi.

"Neden olmasın değil mi Yarbatu? Elbet bir gün kavuşacağız demişti Ali Rıza Hoca ve takımıyla kavuşur kavuşmaz da büyük işlere imzasını attı. Hep beraber öğreneceğiz."

Kelimelerimin izini takip edecek halde değildim.

Barış beni telaşsız bir şekilde süzerken ben kendi ismimi bile doğru söyleyebileceğimden emin değildim.

Sık nefeslerim duyulmasın diye mikrofonu kendimden çaktırmadan uzaklaştırdım.

Alana doğru yaklaşmayı sürdürürken attığı her adımda gözlerine yayılan beğeni dolu ışıltıyı daha net görüyordum.

O beni ilk kez görüyormuşçasına izlerken ben kendimi düzgün olan saçlarımı bir kez daha düzeltirken bulmuştum.

Sanırım hoca haklıydı. Çünkü bir heves olsa çoktan geçmişti ama Barış'la benden hiç geçmeyecek gibiydi.

Sonunda kalabalık ekip önümüzde durduğunda bakışlarımı benimkinden ayırıp diğerlerinin ayırdına varabilmiştim.

Kerem, Doğa, Ozan, Bora Abi, Ali Rıza Hoca...

"Hocam, hoş geldiniz. Arkadaşlar, siz de buyurun lütfen."

Yarbatu nazik bir şekilde hepsini yanımıza buyur ederken biz iki uca açılmıştık.

Tüm topçular aramıza yerleştiğinde benim yanımda Bora Abi, onun yanındaysa Barış vardı.

Sanki ilk defa görüşüyormuşuz gibi kibar bir gülümsemeyle hepsine kısaca baktığımda tahmin edersiniz ki bir noktada gereğinden fazla oyalanmıştım.

"Hoş geldiniz."

Neyse ki ekip kalabalıktı da kameraların beni yakından alacakları bir durum yoktu.

Yoksa yine manşetlerdeydik.

Dila Barış gelir gelmez arka odaya geçelim mi dedi.

"İyi akşamlar."

Ali Rıza Hoca tüm takım adına bizi cevaplarken ben kendi gerginliğimi biraz olsun atabilmek adına eğlenceli bir ton yakalamaya çalışıyordum.

"Neredeyse takımın yarısı burada hocam, bu geceden ödül bekliyoruz galiba?"

Tabi Barış'ın bakışlarının gölgesini her an üzerimde hissetmek işimi pek de kolaylaştırmıyordu.

Şu ortadaki dev kokteyl kâsesine kafamı sokmama ramak kalmıştı.

"Yani ödül alınır, verilir bunlar çok mühim değil ama önemli olan bu gece burada bulunmak diye düşünüyorum öncelikle onu söyleyeyim."

Ali Rıza hoca imdadıma yetişip nispeten uzun bir cevapla bakışları üzerine çektiğinde ellerini cebine atmış, rahat bir tavırla yanıtlamıştı.

Üzerinde mora çalan, koyu pembe, yakalı bir tişört, altında gri kumaş bir pantolon vardı.

Hocaya özel gün kombini yapın dersek...

"Eminim futbolcu arkadaşlarım da benimle aynı fikirdedir."

Bana bakarak kurduğu cümlenin ardından, yanında dizilen futbolcularına da sırayla kısa birer bakış atıp eliyle onları işaret etmişti.

Ekipten onaylayan mırıltılar gelirken birden bir ses yükseldi.

"Kesinlikle hocam. Yalnız bırakamazdım."

Raul Jimenez ne yapıyor?

Gözlerim şaşkınlıkla irileşirken kaşlarımı kaldırıp uyarırcasına Barış'a döndüm çünkü bakışlarının hâlihazırda üzerimde olduğunu hissedebiliyordum.

Gözlerimiz kesiştiğinde ne dediğinin yeni farkına varmış gibiydi.

Bu kez telaşlanma sırası ona geçerken benden çektiği ilgisi her yerdeydi.

"Bırakamazdık. Sizi..."

İnanılmaz bir acemilik.

Bravo hayatım. Aynen devam böyle.

Elleriyle ortada rastgele bir noktayı işaret etmiş, ihtiyaçla kravatını düzelttiğinde direkten dönemediğimizi hepimiz anlamıştık.

Doğa ve Ozan birbirini dürtükleyip gülüşmeyi de ihmal etmemişti tabi ki.

Tamam beyler ya tamam, yine en çok biz magazin olacağız tamam. Futbolmags en çok bizi paylaşacak tamam.

Onlara göz devirmemek için büyük bir mücadele verirken yanaklarıma hücum eden kanı da görmezden gelmeye çalışıyordum.

Makyajım silindi mi derdine son. Allığım Barış sayesinde tazelenmişti.

"Hocam çok kısa sürede büyük bir etkiniz oldu takım üzerinde. Özellikle de burada bulunan genç oyuncular üzerinde. Bununla ilgili ne söylemek istersiniz? Genç jenerasyonda Ali Rıza Yalkın etkisi diyebilir miyiz?

Normal bir yayında olsa Yarbatu'nun da Ozan'la Doğa'ya katılacağına emindim ama tören ortamı onu etkisi altına almış olacak ki büyük bir ciddiyetle yeni bir soru yöneltmişti hocaya.

"Biz sadece oyuncularımıza güvendik, öncelikle onu söyleyeyim. Çıkın oynayın dedik, onlar da oynadı aslanlar gibi. Yüzleri de burada hepsine bir kere daha teşekkür ediyorum."

Ali Rıza Hoca normalde egosuyla bilinen biriydi ama konu bu kadro olunca teveccühten geri durmuyordu. Her zaman sözleriyle olmasa bile bakışlarında bile ekibi nasıl sahiplendiğini görebiliyorduk.

Seni evlatlık verecek böyle giderse ama Barış. Kulübün gol yükünü değil gündem yükünü çekiyorsun çünkü.

Bakma bana öyle yan yan.

Zaten çok yakışıklı olmuşsun.

Bir de ellerini öyle önünde birleştirip omuzlarını geriye atınca daha bir "of of ne parça ya bu" oluyorsun.

"Hocam devre arasında transfer yapmayı bırakın eldeki as oyunculardan da sürpriz bir şekilde takımdan ayrılanlar oldu. Karius, Ruiz, Görkem, Taner... Siz bu eksiklikleri nasıl kompanse ettiniz, nasıl toparladınız takımı?"

Benim kafam uçmuş, Yarbatu garibim de burada Karius Marius, kova kepçe falan anlatıyor.

Biz bu adamdan razıyız.

"Yarbatu'm biz olanla oynayacağız. Kimin olup olmadığı önemli değil, kimin ne oynadığı önemli sahaya çıktığında."

Yarın bir gün Beşiktaş şampiyon olursa şampiyonluk videolarına koyulacak bir anın içindeydik. Acilen Barış'a düşmeyi bırakıp edit duruşuma geçmem gerekiyordu. İnşallah kontörüm siyah beyaz efektle de belli olurdu.

Ben mikrofonuma sıkıca sarılıp ilgimi tamamen hocaya verirken hoca da bir an soluna dönüp Kerem'i bulmuş, eliyle yavaşça omzuna vurmuştu.

"Karius gitti, biz Kerem'e dedik geç kardeşim kaleye, istersen yüz elli tane gol ye. Kerem'i, Gökhan'ı, Barış'ı gözüm kapalı oynatırım ben, istedikleri kadar hata yapsınlar. Hiç problem değil bizim için. Tamam?"

Cümlelerini sıralarken asla gülmediği için bazen sinirlendiğini düşünüyordum ama kamera önündeki genel tavrı buydu.

O lakayt yaftası üzerine kalmasın diye uğraşıyordu sanki.

Bizse aldığımız cevaptan oldukça memnunduk.

Hocanın aksine kocaman bir gülümsemeyle mikrofonu kendime çektim.

"Gayet netti hocam, teşekkür ediyoruz."

"O zaman hazır hocamız da bahsetmişken seni öne doğru alalım Kerem, sen neler söylemek istersin?"

Yarbatu kısa bir adım geriye atıp Kerem'in öne çıkmasını sağladığında itiraz şansı tanımadan konuşma potasına atmıştı çocuğu.

O da bugün ekürisi olmadığından mıdır nedir, pek bir çekingen duruyordu.

Utana sıkıla mikrofona doğru eğilirken kısa bir an hocaya bakmıştı.

"Ben sadece teşekkür edeyim hocama güveni ve güzel sözleri için, benim isteğim Beşiktaş'a her zaman en iyi şekilde hizmet vermek tabi ki. Çok fazla da uzatmadan ben topu Doğa Abi'ye atayım."

İlgiyi aceleyle üzerinden çekme çabasıyla sağ tarafındaki Doğa'ya döndüğünde Yarbatu'yu da bileğinden hafifçe ittirip mikrofonun kumama çevrilmesine sebep olmuştu.

"Zaten hep bana atıyorsun oğlum."

Saha içi şakalar, komiklikler.

Sen de hep Barış'a oynuyorsun Doğa, onu ne yapacağız?

"Kerem burada da oyunu geriden kurma görevini sana yükledi Doğa, geleceksin mecbur. Senin düşüncelerin neler bu akşamla ilgili?"

Yarbatu durumdan memnun bir gülümsemeyle yönünü tamamen Doğa'ya döndüğünde Doğa'nın pek konuşası yok gibiydi.

Kafasında bu geceye uygun bir Mevlana sözü düşünüyor olabilirdi.

Araştırmak lazımdı.

"Abi şimdi Bora Abi buradayken bana düşmez, lütfen."

Gereksiz bir efendilikle, bilmesek yiyeceğiz, vakur bir tavır takınarak Bora Abi'ye döndüğünde kral da kısık bakışlarıyla Doğa'yı süzüyordu.

Yemezdi.

Sen giderken kralım dönüyordu.

"Biz kralı sona saklamıştık ama seni de zorlamayalım o zaman, hemen Barış'a geçelim."

Yarbatu da Doğa'nın Mevlevi politikasından etkilenmiş olacak ki hiç ikiletmeden kabul etmiş, beni yine bilmediğim bir ateşin ortasına atmıştı.

Durduğum yerde istemsizce kıpırdanırken sessizce boğazımı temizliyordum ki golü hiç beklemediğim birinden yedim.

"Onun canlı yayınla arası pek iyi değil, sonu çok hayırlı bitmiyor biliyorsun. Dila daha iyi biliyor gerçi ama..."

Ehe.

Bora Abi bana yan bir bakış atıp dudaklarını birbirine bastırdığında Ozan'ın kıs kıs gülüşlerini buradan duyabiliyordum.

Mikrofonu kapat Yarbatu.

Bari onu yap.

Bora Abi'nin topu bana atmasıyla birlikte şu bir yıldır hiç olmadığı kadar fazlaca bir profesyonellik yüklenmenin zamanının geldiğini anlamıştım.

Bugün de buradan dönersem asıl ödül bana verilmeliydi.

Yüzüme en objektif ve sade gülümsemelerimden birini astım.

Yapabilirdim.

Barış'ı öpmeden ya da Barış beni öpmeden bu röportajı tamamlayabilirdim.

"Hoş geldin Barış."

Hani over-dose profesyonelim, bu sektörün baya içindeyim ya, sizi falan da attım komple kenara.

Benim çırpınışlarım şu an buradaki herkesin hoşuna gidiyor gibiydi.

Özellikle de Barış'ın.

Bana en pahalı gülümsemelerinden birini sunmasının başka bir açıklaması yoktu çünkü.

Gamzelerinin çukurları giderek derinleşirken ben sesimi kaybetmeden aceleyle konuştum.

"Bugün adaylar arasında sen de varsın, yılın en iyi çıkış yapan futbolcusu ödülü için. Neler söylemek istersin, nasıl görüyorsun şansını?"

Apar topar mikrofonu da ona yönelttiğimde rahat bir nefes alacak alanım yoktu çünkü kamera tam olarak burnumun dibindeydi.

Bunun yerine nefesimi içeri doğru alıp tepkisiz kalmayı denedim.

Tabi Barış'ın doğrudan bana yönelip üzerime doğru eğilmesi bunu biraz zorlaştırmıştı.

"Hoş bulduk, size de kolay gelsin..."

Kolay gelsin yetmezdi.

Allah yar ve yardımcım olsundu.

Rabbim nefsime mukayyet olmayı nasip etsindi.

Tedirgin bir tebessümle geçiştirmeye çalıştığımda Barış bana insaf etmiş gibi görünüyordu. Sesli bir nefes alıp bakışlarını bir anlığına da olsa üzerimden çekti.

"Vallahi işim zor gibi görünüyor, rakiplerimin hepsi çok iyi, çok potansiyelli oyuncular. Onlar da çok emek verdi bu sene."

Centilmenliği tutmuştu bunun da. Hepsinin içinden geçeceğiz falan desene işte, evde Ozan'la böyle kibar konuşmuyordunuz ama.

Kartal'ın kulaklarını kapatmak zorunda kalmıştık Gökçe'yle.

Evet, Barış'la aramızda öyle sesleniyoruz çocuğa. Lütfen yeğenimin adını sorgulamayın. Bjksel sebepler.

"Bir de benim bir sakatlığım oldu biliyorsunuz, bir süre sahadan da uzak kaldım. O yüzden diğer arkadaşlarım sanki bir tık daha önde ama bilemeyiz tabi ki."

Barış'ın ifadesi durağanlaşırken keyifli halleri bir anda buhar olmuş gibiydi.

Uzakta bir noktaya sabitlediği bakışlarının odağı olma isteğiyle aniden öne atıldığımda mikrofonu kendime çevirmiştim.

"Belki de düşündüğünün tam aksine o sakatlıktan bu kadar kısa sürede ve iyi bir şekilde dönmen, o bahsettiğimiz çıkışını vermek zorunda kaldığın araya rağmen sürdürmen ödülü sana yaklaştırır."

Bir yerde biz de yorumcuyduk canım. Kendi yorumumuzu katmazsak ne anlamı kalırdı?

Cümlelerimin ardından istediğimi alırken yeşillerinin odağında yine ben vardım.

Bakışlarımız kesiştiğinde gereğinden fazla bir coşkuyla onay beklercesine sordum.

"Olamaz mı?"

"Olur."

Gelini öpebilirsiniz.

Salak ile avanak olarak dünyanın en anlamsız röportajını gerçekleştirmeye devam ederken Barış'tan beklenmedik netlikte bir cevap gelmişti.

Tabi bunu duyan ekip durur mu, başladılar kıkırdamaya. Ali Rıza Hoca renk değiştirmişti gülmekten.

Barış bir kez daha durumu toparlama telaşıyla lafa girdi.

"Olur inşallah yani. Siz öyle diyorsanız..."

Hanımcılığı da asla bir kenara bırakmıyordu.

Yerim.

Uysal bir tavırla başını omzuna eğip dudaklarını birbirine bastırdığında bu röportajı bir an önce kapatmamız gerektiğinin bir kere daha farkına varmıştım.

"Başarılar dileyelim o halde."

Mesafemi korumaya çalışarak kurduğum cümlenin ardından aynı şekilde ondan da aynı uzaklıkta bir cevap bekliyordum.

Daha çok beklerdim.

Ağzını açtığı an anlamıştım.

"Çok teşekkürler ama ben zaten bu yıl bir ödülden çok daha fazlasını kazandığımı düşünüyorum hâlihazırda..."

Dudaklarının kenarını çekiştiren serseri gülümsemeyle birlikte bana üstten bir bakış atmış, gözleri acele etmeden üzerimde yavaşça dolaşmıştı.

Boydan çekmeseler kaval kemiğine doğru bir tekme savururdum.

Hak etmişti.

Sertçe yutkunduğumda ne diyeceğimi bilememiştim. Arkadan gelen uğultularsa hiç yardımcı olmuyordu.

"Oooo."

"Boş geçmiyor, sevgili seyirciler."

Ozan'la Doğa mikrofona ihtiyaç duymadan seslerini duyurmayı başarmışlardı.

Binlerce kişiye...

Tabi ecel terleri dökmemi izlemek keyifli olsa gerekti.

Ama biz bu suda çok abdest almıştık.

Bir şekilde sağ çıkacaktım bu yayından!

"Bu akşam da hak eden kazansın diyelim o zaman."

Sesimi hala yumuşak tutmayı başarmama bir alkış alabilirdim. Çünkü şu an Barış'ın kravatını kısa tarafından çekip onu boğma güdüsüyle savaşıyordum.

Oysa ellerini cebine atıp omuzlarını silkmişti.

"Şüphem yok."

Benim de şüphem yoktu. Bu gece insanlara arkamızdan üç hafta konuşacakları kadar malzeme verecektik belli ki.

Konuşulmak huydu bizde.

******

Barış'ın ve bilumum Beşiktaş bağlantılı terör örgütü üyelerinin markajından kurtulur kurtulmaz kendimi kameraların odağından dışarı atmış, makyaj tazeleme bahanesiyle biraz olsun dinlenme fırsatı bulmuştum.

Gecenin geri kalanını Yarbatu'yla birlikte sahnede geçirirken ise tahminimden daha büyük bir heyecan etrafımı sarmıştı.

Bir an ağzımı açıp tek kelime edemeyeceğimi hissetsem bile bir iki tökezlemenin ardından ortama ayak uydurmayı başarmıştım.

Ödüllerin çoğu açıklanmış, sıkça araya giren VTR'lerde de soluklanma imkânı bulmuştum.

Yavaş yavaş gecenin sonuna yaklaşırken büyük ödüller de bir bir sahiplerini buluyordu.

Ödülün sahibi sahneye doğru adımlarken ben elimdeki kartı bir kez daha kontrol edip anonsa devam ettim.

"Bir dünya üçüncülüğü, iki Süperlig şampiyonluğu, Şampiyonlar Ligi puan rekoru ve grup liderliği, bir Avrupa Ligi çeyrek finali ve A milli takımla bir kez daha Avrupa Şampiyonası bileti. Değerli izleyenler, işte Erol Gündeş, yılın en iyi teknik direktörü..."

Erol Hoca'm kazanırsa diye bu duyuruya özel olarak çalışmıştım. Üç gündür ayna karşısında Barış'a yakalanmamaya çalışarak hocayı övmek biraz zor olmuştu ama değmişti. Salondan istediğim reaksiyonu almayı başarmıştım.

Erol Hoca nihayet sahneye geldiğinde önce uzanıp Yarbatu'nun elini sıktı, ardından benim ona uzattığım eli kavrayıp beni nazikçe kendine doğru çekti.

Kısaca sarıldığımızda ağzımın kulaklarıma varmasına pek de engel olamamıştım.

Hoca beni seviyordu ya.

Ödülünü Yıldıray Çelikören'den alıp onunla da selamlaşmış, ardından doğrudan ufak kürsüye hareketlenmişti.

"İyi akşamlar herkese."

Mikrofonu kendine göre ayarlayıp bakışlarını doğrudan karşısına diktiğinde bu mesafeden Nazım Sangare'yi Gine milli takımına yollayacağına emindim. Kesin kimseyi görmüyordu.

Ben de göremiyordum.

Biri hariç...

"Ben hatıralara döndüğüm an geleceği karanlığa atacağımı düşünürüm..."

Yine kafamdan geçenler farklı yönlere kaymaya başlayacaktı ki hoca tüm salonu susturan bir giriş yaptı.

"O yüzden şunu diyeyim, hiçbir zaman kahraman olmak istemedik, biz sadece işimizi yaptık. Yapmaya da devam edeceğiz."

Mütevazı görünen tavrının arkasındaki haklı gururu görebiliyordum. Hocama kendini beğenmek bile yakışıyordu ama ya...

"Dün bir rüyamız vardı, yarın da hayallerimiz olacak. Tekrar iyi akşamlar."

Alkışlar yükselirken o beklemeden ödülünü alıp kürsüden ayrılmış, temkinli adımlarla sahneyi gerisinde bırakmıştı.

O inene kadar uğultu dinmezken biz de bir süre ortamın yeniden sakinleşmesi için sessiz kalmıştık.

Elimdeki kâğıtları bir kere daha kontrol etme ihtiyacıyla başımı önüme eğdiğimde Yarbatu sözü almıştı.

"Erol Gündeş Hoca'mızı bir kere daha tebrik ediyoruz ve bir başka ödüle geçiyoruz."

Bir başka ödül...

Bizim ödül...

"Ve geldik yılın en iyi çıkış yapan futbolcusuna..."

Heyecanım sesime yansımış mıydı bilmiyorum ama bakışlarımı karttan ayırıp koca salonda onunla göz göze gelmeye çalışırken haddinden fazla bir hevesle konuştuğuma emindim.

"Bu ödülü açıklamak için sahneye Sayın Tekin Metin'i davet ediyoruz."

Tekin Metin alkışlar arasında sahneye gelirken Yarbatu hafifçe yönünü bana dönmüş, kaşlarını kaldırarak sormuştu.

"Heyecan da dorukta tabi... Değil mi Dila?"

Bu da benim dostum mu düşmanım mı belli değildi.

Yeto Yarbo, yeto.

"Tabi ki tüm adaylarımız için heyecanlı bir bekleyiş, senin de dediğin gibi Yarbatu."

Sevimli bir şekilde gülümseyip onu geçiştirmeye çalışırken Tekin Metin çoktan yanımıza ulaşmış, sırayla ikimizin de ellerini sıkıp ödülü açıklamak üzere yerini almıştı.

"İyi akşamlar. En iyi çıkış yapan futbolcu..."

Uzun uzun konuşmamasına şaşıramadan hemen açıklayacağını anlamamla birlikte istemsizce yerimde kıpırdanmıştım.

Elindeki zarfı açıp kartı içinden çıkarttığında vakit kaybetmeden mikrofona doğru eğilmiş, bakışlarını izleyicilerin arasına dikmişti.

Soner Seyran derse hastanelik olur, Ferit Müftüoğlu derse tuzlu ayran banyosu yapar, Abdüş derse de kendimi jiletlerdim muhtemelen.

Burada genç bir kızın hayatı söz konusu Tekin Abi, lütfen doğru düzgün bir isim açıkla.

Tekin Hoca dudaklarını araladığında resmen ağzından çıkacak iki kelimeye muhtaç durumdaydım.

Aldığım nefesi ciğerlerime hapsetmiş, kendimi diğer tüm seslere kapamıştım.

Yalnızca Tekin Hoca'nın sesine kilitlenmiştim.

Yarım bir nefes aldı.

Bir kere daha zarftaki isme baktı.

Mikrofona doğru eğildi.

Sonra nispeten daha gür bir sesle konuştu.

"Barış Akdora."

İsmi algılamak için bir süre beklemem gerekmişti.

Akdora.

Barış Akdora.

Gol.

Allah'ım gol.

Hayır, elimdeki kartları havaya atıp dizlerimin üzerinde kayarak Drogba gibi sevinemem şu an.

Bir şey yok, bir şey yok, bir şey yok...

Kendimi ve mutluluğumu dizginlemeye çalışırken yavaşça yutkunup ellerimin dolu olduğuna şükretmeye başladım.

Yoksa ben de Doğa ve Ozan gibi ellerim patlayana kadar alkışlayacaktım sanırım.

Oturduğu yerden kalkar kalkmaz odağım ona kaydığında yüz ifadesini seçemiyordum ama kesik hareketlerinden ne yapacağını bilemediğini anlayabiliyordum.

Beklentiye girmemek için o kadar çabalamıştı ki şimdi bu ödül gerçekten onun için hesapta yok gibiydi.

Arkadaşlarının tebriklerini hızla kabul etmiş, onları arkasında bıraktığında seri adımlarla ilerlemeye koyulmuştu.

Bir tarafta attığı goller yansıtılırken bir tarafta da canlı hali ekrana geliyordu.

Yüzünde giderek büyüyen gülümsemeye engel olamazken ceketinin düğmelerini ilikleyip önündeki basamakları tırmanmaya koyuldu.

Ben yine ne yapacağını kestiremediğim bir andaydım.

Bize doğru ilerlerken gözleri bir an bana değmiş, bense kendimi gözlerimi yumup ona sıcak bir gülümseme verirken bulmuştum.

"Tebrikler."

Yarbatu'nun ona uzanan elini kavradığında şakaklarını birbirine tokuşturup selamlaşmışlardı.

Onlar ayrıldığındaysa elimi kolumu nereye koyacağımı unutmuştum.

Tam önümde durduğumda gülüşümü bozmadan titreyen elimi öne doğru uzattım.

Gözleri kısa bir an ona uzattığım elle gözlerim arasında gidip geldiğinde sadece tokalaşmayacağımızı çoktan anlamıştım.

Yine de elimi havada bırakmayıp kavramış, boştaki eli ise vakit kaybetmeden belimi bulmuştu.

Aramızda elbisenin kumaşı var mıydı, yok muydu ayırt edemiyordum. Aşinası olduğum dokunuşlarını tenimde hissettiğime emindim.

Dudaklarımdan dökülen titrek soluğa engel olamazken o çoktan aradaki mesafeyi sıfırlamıştı.

"Sözü tuttuk."

Nefesi tenimi sıyırdığında fısıltısını doğrudan kulağıma dolmuştu.

Dudakları yanağımın üzerine telaşsız bir öpücük bıraktı.

Hafifçe geri çekildiğinde diğer tarafı boş bırakmayacağı yüzündeki gülümsemeden belliydi.

Engel olamayacağım için tadını çıkartmaya baktım.

Başımı diğer tarafa doğru eğip ona uygun bir alan açtığımda şirince gülümsemiş, dudaklarımın içini ısırıp aynı şekilde fısıldamıştım.

"Tuttuk."

Her şey güzel olmuştu.

Yaptığım hareketle birlikte dahası mümkünmüş gibi keyiflenirken ikinci öpücüğü biraz daha da uzun sürmüştü.

Vur deyince öldürüyordu işte. Bu da böyle bir modeldi.

Ufak uyarımla birlikte nihayet ayrılabildiğimizde bu anın yalnızca bana uzun geldiğine inanmak istiyordum.

Neyse ki sonrasında Tekin Hoca'nın yanına doğru koşar adım gitmiş, ödülünü alırken ona sarılmayı da ihmal etmemişti.

Sadece bana değildi yani çok Sayın Türk halkı. Sarılmayı seviyordu bu adam.

Ödülüyle birlikte kürsünün başına geldiğinde az önce Erol Hoca'nın eğdiği mikrofonu kaldırmak zorunda kaldı.

"İnanın ne diyeceğimi bilemiyorum şu an."

Yarım bir adım geriye doğru atıp onu izledim.

Sağ elinde tuttuğu ödüle hala inanamayan bakışlar atarken ben oraya ne kadar yakıştığını düşünüyordum.

Kariyeri boyunca hep buralarda olmayı, hatta daha iyilerini hak ediyordu.

Yapabileceğini biliyordum.

"Yani kesinlikle hayalim vardı ama beklentiye girmedim diyebilirim. Çünkü biliyorsunuz bir sakatlık yaşadım, uzak kaldım futboldan."

Geri dönmüştü.

Bundan sonrası ise çok daha parlaktı.

"Ama böyle bir sezonda böyle bir ödüle layık görülmek beni inanılmaz mutlu etti, hepinize teşekkür ediyorum."

Onun için inanılmaz bir motivasyon olduğunun farkındaydım. Çok zor yolları arkasında bırakmıştı. Şimdi bu ödül geleceğe dair umutlarını daha da sağlamlaştıracaktı.

Görüşüm bulanıklaştığında burnumda da bir sızı hissettim.

Törenin ortasında ağlarsam tam olacaktı.

Bir kere daha yutkunduğumda gözlerimi kırpıp yaşların dağılmasını bekledim.

"Bu yolu benimle yürüyen, bana destek olan çok insan var hayatımda. Kardeşim, annem, babam... Hepsi var olsun, hep yanımda olsunlar."

Cümleleri dışardan sıradan ya da klişe olarak görülebilirdi.

Ama bundan çok daha fazlasıydı. Çok daha anlamlısı. Sahici bir sahiplenme duygusuyla onlara sarıldığını görebiliyordum.

Yeşil hareler biraz daha ışıldadığında beni mahveden tek hecelik o gülüşü yankılandı tüm salonda.

Başını kısa bir an önüne eğip iki yana salladığında elindeki ödüle bir kere daha inanamaz gibi bakmış, ardından tekrar mikrofona yönelmişti.

"Birisi var ki hepiniz biliyorsunuz, o olmasaydı bırakın ödül almayı belki bu kapının önünden bile geçemezdim."

Bu çocuk niye benimle tanışmadan önce Yemek Sepeti'nde kuryeymiş gibi davranıyordu?

Sağ elindeki ödülü havaya kaldırıp bana doğru döndüğünde iki yanındaki çukurlar bir an olsun derinliğini kaybetmiyordu.

Ben yine ne yapacağımı bilemezken Barış kendinden oldukça emin görünüyordu.

"Çileği ben aldım ama pasta senin."

Kelimeler dudaklarından dökülür dökülmez salonda bu geceki en yüksek gürültü de kopmuştu.

Alkışlar ıslıklara karışırken benim tek yapabildiğim elimdeki kartları kolumun altına sıkıştırıp o alkışlara eşlik edebilmek olmuştu.

Başımı hafifçe omzuma eğmiş, görüş açımdan çıkana dek onu izlemiştim.

Hayatım boyunca başarılarını hep en önden izleyecektim.

******

O kalabalığın ortasından sonunda çıkmayı başarmış, kendimizle kalabilmiştik.

Saatlerin ardından topuklulardan kurtulabildiğimde Bugatti'nin koltukları hiç olmadığı kadar rahattı.

Saçlarımı da tokaların esaretinden kurtarıp başımı arkaya yasladığımda yan dönmüş, bacaklarımı da kendime doğru çekmiştim.

Bir tek dağılan ya da dağıtan neyse ki ben değildim.

Barış çoktan ceketi arka koltuğa fırlatmış, kravatını da onun yanına bir yerlere göndermişti.

Yetmiyormuş gibi bir de gömleğinin birkaç düğmesini iliklerinden kurtarmıştı.

Ne yapmak, nereye varmak istemekteydi acaba?

"Barış?"

Araba kullanırken dikkatini dağıtmayayım diye konuşmamaya çalışıyordum ama bu hiç adil değildi.

O her fırsatta benim dikkatimi dağıtıyordu.

Dağıttığı saçları da dikkatimi dağıtıyordu, kollarını sıyırdığı gömleği de...

"Güzelim?"

Bir de bu ses tonu.

Bir bu eksikti.

Dudaklarımı büküp bakışlarımı önüme eğdiğimde omuzlarımı silktim.

"Yok bir şey."

Sonunda aklımı başımdan almıştı işte.

Gecenin karanlığına güvenerek bana değen anlık bakışlarından kaçmayı başardığımda kırmızı ışıkta yavaşlamamız hesapta yoktu.

"Dila..."

Araba durduğunda çenemi tutan eli beni ona bakmaya zorlamış, böylece daha fazla saklanamaz olmuştum.

"Niye doldu o gözlerin şimdi?"

Ödülüne bakıp bakıp ağladığımı nasıl anlatacaktım ki şimdi?

Sıkıntıyla yanağıma doldurduğum havayı üflediğimde tek yapabildiğim oflamaktı.

"Off."

Sonrasında bükülen dudaklarım ve titreyen sesimse hesapta yoktu.

Parmaklarımla oynayarak bir yere kaçamayacağımı anladığımda yüzümdeki elinin bileğine tutundum.

"Gurur duyuyorum seninle."

"Bunun için ağlamayacaksın değil mi?"

Gerçekten dolan gözlerimin sebebinin bu olduğuna ikna olamıyor gibiydi.

Ama gözyaşlarım onu ikna etmekte kararlıydı tabi.

Benden izinsiz bir damla yanağımdan yuvarlanarak eline süzüldüğünde o yaşı silmek için tutuşundan kurtulmuştum.

Işığın yeşile dönmesiyle birlikte o da mecburen önüne dönmek zorunda kaldı.

Ama kendi kendine gülüp söylenmeyi de ihmal etmiyordu.

"Yerim kızım seni."

Bunun mecazen olduğuna emindim, ta ki az öncekinden daha güçlü bir tutuşun beni çenemden kavradığını hissedene kadar.

Barış tek eliyle direksiyonu tutarken tek eliyle bana uzanmış, yetmiyormuş gibi bir de yanağımı dişlemişti.

"Barış!"

Beklenmedik hamlesinin şaşkınlığını üzerimden atamamışken bir de kahkahası içimdeki depremleri şiddetlendiriyordu.

İsyan edercesine kolun vursam da dudaklarımı çekiştiren gülümsemeye mani olmaya yeltenmemiştim bile.

Boşunaydı.

İsyanıma kayıtsız kalıp odağını tamamen yola verdiğinde kısa bir sessizlik olmuştu.

"Asıl ben seninle gurur duyuyorum."

"O niye?"

Onu sahnede öpmeden durabildiğim için miydi acaba?

Bu konuda iyi olan bendim hayatım, kötü olansa sen.

"Tüm gece ışıldadın, gözlerimi alamadım senden."

Normal bir şeyi dile getiriyormuş gibi bir olağanlık vardı sesinde.

Omuzlarını kaldırarak konuştuğunda yeni bir utanç dalgasının beni ele geçirmek üzere olduğunun farkındaydım.

Beğenilmek ayrı, onun tarafından beğenilmek apayrı sevindiriyordu.

Yine de kendimi eleştirmekten geri duramadım.

"Çok heyecanlandım ama fark edilmiştir kesin."

Mermer gibi olmuştu suratım zaten. Ellerim stresten buz kesmişti, tokalaşan herkes anlamıştı kesin.

"Heyecanın bile güzel."

Ben kendimi rezil ettiğim anları düşünürken bir anda kendimi Barış'ın hayranlık dolu bakışları altında kıvranırken buldum.

Yine bir ışıkta durduğumuzda başını omzuna yaslayıp bana dönmüştü.

Aynı şekilde ona bakarken soludum.

"Sana güzel."

"Bana güzel ol zaten."

Fısıltıyı andıran boğuk sesi tüm algılarımın onunla dolmasına sebep olduğunda kendimi yine efsunlu bir anın içine çekiliyormuş gibi hissediyordum.

Ellerimi bacağına yaslayıp ona doğru yaklaştığımda tek düşünebildiğim dudaklarıydı.

Temasıma karşılıksız kalmazken sol eli belimi kavramış, beni iyice kendine çekmişti.

Kendime ikinci kez düşünme fırsatı vermedim.

Daha doğrusu genzime dolan kokusu bende düşünecek akıl bırakmamıştı.

Verdiğim soluk dalgalanırken dudaklarımı dudaklarına bastırdım.

Orada hayat buluyordum sanki.

Dudaklarının dudaklarımla birleştiği o anda.

Bir elim yakasını kavradığında parmaklarımın arasındaki kumaşı sertçe kendime çekmiş, bu ufak öpücüğü derinleştirmiştim.

Onun belimdeki eli kalçama kayarken benim bacağındaki elim de hareketlendi.

Verdiği sert solukların arasında bir homurtu duyumsasam da durmadım.

Alt dudağını dişlerimle ezdiğimde kalçamdaki elini uyarırcasına sıkmış, içimdeki ateşi daha da körüklemişti.

Daha fazlasını istercesine ona doğru kavislenen belimi kavramış, beni kendine bastırmıştı. Sonumuzun nereye gittiğini kestiremezken zamandan tamamen kopmuş gibiydik.

Nerede olduğumuzu çoktan unutmuştum.

Kulaklarımıza dolan korna sesi bize gerçeği hatırlatana kadar.

İlkine bir tepki veremeyecek kadar uyuşmuştum.

Ne dudaklarından ne de ondan kopamıyordum.

Onun da benden farkı yok gibiydi.

Korna sesleri bu kez daha şiddetli bir şekilde yükseldiğindeyse sinirli nefesi dudaklarımda solmuştu.

Mecburen ayrıldığımızda bunun burada bitmediğini biliyordum.

Anlaşılan gece çok uzun olacaktı.

******


Continue Reading

You'll Also Like

Haz By 🍀

Romance

395K 6.1K 20
Çocukluktan beri Karan Avcıoğlu'na karşı hisleri olan Efsun Alakurt'un hikayesidir. Sevdiği adamla birlikte olduklarından sonra her şeyin farklı ola...
1.3M 54K 46
~TAMAMLANDI~ 0545* Sizi "MAFYA" adlı gruba ekledi #Romantizm kategorisinde 1.Sıra✨ #3Ay kategorisinde 1.Sıra✨ #Siyah kategorisinde 1.Sıra✨ #Esir kate...
58.1K 12K 21
🏆WATTYS 2022 YARI FİNALİSTİ🏆 Psikoloji | Gizem / Gerilim Sekiz kişi, bir helikopter kazası. Denizin ortasında ıssız bir ada, adanın ortasında hafız...