Papatyalar Karanlıkta Büyür

Oleh kariabenam

768K 46.9K 81.9K

Soğukkanlı bir seri katille yolu kesişen bir kız... Üstelik kaderleri ortaktır ve sır perdesi aralanana kada... Lebih Banyak

I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII
XIV
XV
XVI
XVII
XVIII
XIX
XX
XXI
XXII
XXIII
XXIV
XXV
XXVI
XXVII
XXVIII
XXIX
XXX
XXXI
XXXII
XXXIV
XXXV
XXXVI

XXXIII

15.7K 1K 1.3K
Oleh kariabenam

Selamm, Allah'a şükür bu kez erken geldik. 🤩

Seviliyorsunuz, keyifli okumalar. 💘

Bilgi: Gökhan bu yollara düşmeseydi doktor olacaktı.

(Gelen yorumlar üzerine söylüyorum ki yukarıdaki bilgiyi başka kitapları gelin yazın diye söylemedim. Yukarıdaki bilgi Gökhan'a aittir ve Gökhan için çok hassas bir olaydır. İlla o kısıma yorum yapılacaksa Gökhan'la ilgili olmasını isterim. Bu da benim sizden ricamdır. Kırmayacağınızı umuyorum. 💝)

XXXIII

Doğum günlerinin benim için hiçbir zaman anlamı olmadı. Hatta üniversiteye gelene kadar genellikle unuturdum. Sıradan günlerden bir farkı olmazdı ama üniversiteye geçtiğim zaman, Melda ve Ecmel kutlamaya başladı. İlk defa kutlandığında üniversite birinci sınıftaydım ve çok şaşırmıştım. Yine de üvey annemin doğum günü kutlandığı zaman yaptıklarını taklit ederek olaya yabancıymışım gibi durmamaya gayret etmiştim. Fakat hâlâ bir önem arz etmiyordu. Kutlansa da kutlanmasa da umursayacağım bir şey değildi. Tabii arkadaşlarımın bana kıymet verdiğini hissetmek ayrıydı. Yine de onlar her ne zaman benim için bir kutlama yapacak olsalar kendimi mahcup hissederdim. Onlara yük oluyormuşum gibi gelirdi bana. Bunu bir defasında dillendirdiğimde çok fazla gururlu olmakla itham edildim. Belki de haklıydılar çünkü her zaman kendi işimi kendim yapmış, hatırlayamayacağım kadar nadiren birilerinden yardım istemiştim. Çünkü kimseye yük olmak istemedim. Her ne kadar Gökhan'da bu durumu aşsam da bu da mecburiyetten kaynaklanıyordu. Cinayet gibi bir olay benim gücümü aşıyordu.

İşte bu yüzden Gökhan'dan doğum günüm için hiçbir şey beklemedim. Hatta kutlayacağını aklımın ucuna bile getirmedim. Ama o bana silah hediye etti. Kabzasında soyadım yazıyordu ve her harfe dilini çıkarmış bir yılanın kuyruğu sarılmıştı. "İnsanlar sana nahoş bir lakap taktıklarında onları nükteleştirmen gerek, yoksa sözlerin ağırlığı altında ezilmek kaçınılmaz oluyor."

Sözlerin altında ezilmek kaçınılmaz oluyor... Nedense bunu söylerken sesinin düşen tonunun nedeni, aklına annesinin söylediklerini getirmesiymiş gibi hissettim.

"Sen öyle mi yapıyorsun?" dedim içten bir gülüşle. Bakışlarım, karanlık odadaki güçlü ışık kaynağının, şöminenin harlı ateşinin aydınlattığı silahtaydı. Silah simsiyah ve mattı, onun kadar anlamazdım silahlardan ama duruşu bile nadir bulunduğunu haykırıyordu.

"Hangi birini? Şeytan, canavar, pislik, deli olduğumu mu? Ya da en acımasız şekilde ölmem gerektiğini veya bir hücrede çürüyene kadar yaşamam gerektiğinden mi bahsediyorsun?" Gamsız bir şekilde kıkırdadı. "Evet, biri bunları söylediğinde her zaman alay ederim."

"Çünkü alay edince kabullenmek daha kolay oluyor." Sessiz çıkan sessim ciddileşti. "Ama bu doğru değil. Yani içselleştirirsem kendimden soğurum." Omuzlarımı indirip kaldırırken, "Bunları söyleyen kişilerin haksız olduğunu bilip onlardan uzaklaşmak daha mantıklı."

Direkt onu muhatap almasam da Gökhan gördüğüm en zeki insandı. Az önceki gülen halinden eser kalmamış, gözleri büyük bir boşluğa ev sahipliği yapıyordu. "Her neyse," diye kestirip attı. Derin bir nefes alıp umursamazlıkla karışık mutluluk maskesini yüzüne usulca geçirdi. "Nasıl bir hediye olduğunu bilmiyorum, belki biraz çocukçadır, belki biraz gülünçtür ama aklıma bir şey gelmedi. İlk defa birine bir hediye aldım. Özellikle söz konusu kadınlar olunca seçenekler daha da çıkmaza giriyor."

Şöminedeki bir odun önce çıtırdadı, sonra küçüldüğü için kenara düştü. "Hayır," dedim kelimeyi uzatarak. "Aldığım en güzel, en anlamlı hediye." Emniyeti kapalı olan silahın namlusunu Gökhan'a doğru uzatıp bir gözümü kapatarak onu nişan almış gibi yaptım. "Sonuçta ben de senin gibi katil oldum." Gökhan'ın dudakları ağır ağır kıvrıldı. "Piuvv," diye ateşlemiş gibi yaptım. Ardından silahı kucağıma indirdim.

Gökhan altına bir eşofman giymişti, bense iç çamaşırlarımlaydım ve şöminenin sıcak ateşi tenimi kızdırıyordu. "Kutlamadan falan anlamam, elimden gelen buydu." Hafifçe geriye doğru eğilip avuçlarını kalçasının iki yanından ahşap zemine koydu. Teni alevlerin yansımasıyla parlıyordu. "Sanırım hediye verdikten sonra iyi doğdun deniyor." Ensesini kaşıdı.

Alt dudağımın kenarını ısırdım. "Evet ama sen bana iyi ki varsan desen daha iyi hissederim."

Güldü. "İyi ki varsın." Belki de samimiyetini iliklerime kadar hissettirdiği üç beş cümlesinden biriydi. Sıcağa rağmen tüylerim ürperdi. Huzurla dolu, derin bir nefes aldım. Sabah korkunç bir şey yaşamıştık ama şu an baş başa, evrenin bize bahşettiği ikimize özel anı yaşarken olumsuz duygulardan uzak sayılırdık. İkimiz de sabahki olayın şokunu daha az önce atlatmıştık ve bence buna hakkımız vardı. Dünyanın pisliğinden, içine itildiğimiz çukurun çaresizliğinden uzak, yalnızca ikimize ait olan anın huzurunda boğulduğumuz dakikalara ihtiyacımız vardı. Biz bunu hak ediyorduk. İnsanlar için ne kadar kötü olsak da, ne kadar fazlalık olsak da bazen Gökhan ve ben mutluluğu hak ediyorduk.

Gökhan aniden uzanıp saçımı kulağımın arkasına itti, bu süre zarfınca gözlerimiz kilitli kaldı. Elini usulca geri çekti. "Deren öldü ama baban ölmeden onu bulacağız ve tüm bu saçmalıklara son vereceğim."

Dudaklarımı dilimle ıslattım, başımı çevirip ateşi izlemeye başlamadan önce bacaklarımı karnıma doğru çekip kollarımla sardım. "Umarım hiçbir şey çok geç olmadan halledebiliriz."

"Neleri çözdüğümü bilsen böyle ümitsiz konuşmazdın," dediğinde tepki vermeden yanağımı dizime yasladım. "Merve?"

Ateşi seyretmeye devam ettim. İsmimi söylediğinde göre ciddi bir şey soracaktı. "Babanı neden kurtarmak istiyorsun?"

"Başka çarem olmadığı için." Sesim boğuk, yorgundu. Silahın karnıma yaptığı baskıyı gittikçe daha çok hissediyordum.

"Şu an başka çaren yok, tehdit ediliyorsun ama en başında neden aramaya başladın? Henüz hiçbir şey belirgin değilken?"

Burnumdan sesli bir nefes aldım. "Bilmiyorum, sanırım şoktaydım. Ve..." Tereddütle duraksadım.

"Ve?"

Ve mi? Gökhan Tunalı gerçekten bu ufak detayı bu kadar mı merak ediyordu? O kusursuz umursamazlığa sahip adam ısrarla aynı soruyu soruyordu.

"Ve'si benim babamla hesaplaşmam var. Bana yaptıklarının hesabını soramadım çünkü."

"Anlıyorum," dedi fısıldayarak. "Artık uyuyalım mı? Yarın işimiz var." Sıcağın gevşettiği bedenim bu fikre son derece ılımlı yaklaştı. Kafamı dizimden ayırdığımda Gökhan, "Ama burada, şöminenin önünde uyumamız gerek. Diğer odalar henüz ısınmamıştır, uzun zamandır kullanılmıyordu burası."

Tebessüm ederek, "Çok güzel olur," dedim. Tam da böylesine doğal, ilkel bir şeye ihtiyacım olduğunu hissediyorken bu teklif fazlasıyla cazipti.

Gökhan'la birlikte ayaklanıp beraberce yatak odasına gittik. Gökhan tek başına bazanın döşeğini sürüklerken kapıdan geçirmekte epey zorluk çekince elimdeki iki yastığı komodinin üzerine koyup ona yardım ettim, yastıklardan sonra da yorganın bizi terleteceğini düşünerek çift kişilik battaniyeyi taşıdım. Gökhan'ın yanına gitmeden önce de gardırobun içinden bulduklarımı giyindim. Zaten beyaz boğazlı kazak ve siyah, bilekten sıkmalı eşofman altından başka pek seçeneğim yoktu.

Soğuk yatağın içine girip ısınmayı bekledik, neyse ki harı durulmamış ateş çabucak ısıttı. Yatağın içinde kaykılıp Gökhan'a yaklaştım ve başımı göğsüne yasladım. O da gövdemin altından kolunu geçirip elini belimde sabitledi.

"Her şey tamam mı?" Neyi sorduğumu biliyordu. Kadının evi, tüm bilgileri, olası sorunlar, savcıyla ilgili her şey. Gökhan'da bana, savcının iğnesinin düştüğü yerin bile öğrenildiğini söyledi. Söylemek istediği; hiçbir sorun yoktu, her sorun çözülmüştü. Gözlerim kapanana kadar bana A, B, C planlarını anlattı ama diğer ikisine gerek bile yoktu çünkü birlikte yaptığımız A planı yeterliydi.

Uykuya dalarken bir ara boşluktan düşer gibi hissedince irkilerek uyandım. "İyi misin?" diye sordu Gökhan uykusuz bir sesle. Yarı açık gözlerimi yüzüne kaldırdım, hiç uyumuş gibi bir hali yoktu.

Ona cevap veremeyecek kadar uykulu olduğu için başımı göğsüne geri yaslayıp uykuya daldım. Belki de bugün yaşadığım şoktan ötürüdür, bilmiyorum ama bir sürü kabus gördüm. Ama en net olanı ve en berbatı öldürdüğüm o dört adamın üstüme doğru geldiği rüyaydı.

Yüzlerinden vurulmuşlardı ve oluk oluk kan beyaz gömleklerini sırılsıklam yapmıştı. Suratlarının hiçbir yeri kan yüzünden belirgin değildi. Değişik bir ses çıkıyordu. Küçükken kurban kesilirken hayvandan çıkan o sese benziyordu. Sanki kan fışkırıyormuş gibi. Onları öldürdüğüm o yoldaydık ve etraf zifiri karanlıktı, dördünden başka hiçbir şey yoktu. Nefes alamadığımı hissettim. Koşup oradan kaçmak için arkamı döndüğümde bu defa o taraftalardı. Sağıma döndüğümde oralardı, soluma döndüğümde yine orada. "Gökhan!" diye bağırdım. Gerçekten de bağırdığımı hissettim ve sıçrayarak uyandım.

Gökhan'ın da benimkiyle birlikte doğrulan bedenini göz ucuyla gördüm. Nefes nefeseydim ve saç diplerimde biriken terlerden bir damlası boynumdan aşağıya yavaşça yuvarlandı. "İlk defa oluyor," dedim can havliyle. Sanki birisi boğazıma bıçağı dayamış gibi kendimi savunurcasına konuşmuştum. "Öldürdüğüm adamlar..."

Gökhan ayaklarını kendine geniş bir açıyla çekip dirseklerini dizlerine koydu. "Kabuslar mı görmeye başladın?" Sanki çok normalmiş gibi kaygısızca konuştu.

"Aradan o kadar geçmesine rağmen neden şimdi?" Yüzümü sertçe sıvazladım.

"Muhtemelen zihnin o olayın şokundan yeni kurtuluyordur," diye bir açıklama yapınca dehşete kapılmış bir ifadeyle ona baktım.

"Ne demek yeni kurtuluyordur? Sözde şoktan tamamen kurtulunca ne olacak?" Gökhan sustu. "Söyle," diye direttim.

"Duymak isteyeceğinden emin değilim," dedi tereddütle.

Bir süre sessiz kalıp sakinleşmeye çalıştım ve düşündüm. "Ne yaşayacağımı bilmek istiyorum. Eh, sonuçta bu konudaki en tecrübeli kişi olabilirsin."

Dudağını büktü. "Peki, oldukça realist olacağım. Kabusların sayısı artıp şiddetlenecek. Sonra sanrılar görebilirsin. Mesela bir kafede otururken gözüne öldürdüğün kişilerden biri takılır gibi olur, korkuya kapılırsın ama baktığında kimseyi göremezsin. Bunlar şiddetli bir bunalım işaretleri olabiliyor."

"Ne? Ben kafayı yerim," dedim fısıltıyla. Uykudan eser kalmamıştı. Gözlerimi diktiğim şöminenin ateşi yarıya inmişti.

"Öyle oluyor zaten." Beni kendiyle birlikte yatağa geri yatırdı. "İntihar etmeyi bile düşünüyorsun. Sırf kâbus görmemek için uyumamaya çalışıyorsun. Gece çöktüğünde içini delicesine bir sıkıntı, stres basıyor çünkü uyku vakti, ölüm vaktin gibi hissettiriyor. Çevrende kim varsa zombiye benzediğini söylüyor. Ama sonra... Alışıyorsun. Duyguların köreldikçe acı duymamaya başlıyorsun ve tüm bu işkence senden bir parça haline dönüşüyor."

Başımı iki yana salladım. "Bunu istemiyorum." Ağlayabilseydim hıçkırmaya başlardım. Ah, keşke biraz ağlayabilseydim...

"Bir rehabilitasyonda tedavi görebilirsin."

Sinirle güldüm. "Şikayetin ne? Taramalı tüfekle öldürdüğüm dört adamı kabuslarımda görmeye başladım ve işler ciddileşirse diye korkuyorum," diye tuhaf bir diyalog taklidi yaptım.

"Tabii ki öyle demeyeceğiz çok zeki kadın," dedi üzerine basa basa. Fakat sesi kızmış gibi değildi. "Güvenilir birini bulmak da zor olmaz."

"Bunu sen mi söylüyorsun?" diye sordum öylesine. "Rehabilitasyona falan yatamam ama kabuslar şiddetlenirse uyku ilacı kullanabilirim." Sesimdeki tondan, daha çok kendimi inandırmaya çalıştığım belli oluyordu.

"Merak etme," derken nefesini bıraktı. "Ben yalnızdım ve birçok şeyle uğraşmam gerekiyordu. Omuzlarımda inanılmaz bir yük vardı ama sen öyle değilsin. Tek değilsin ve bir yük taşımak zorunda da değilsin. Benim yaşadıklarımı yaşamana izin vermem."

Gökhan'ın bu rahat konuşmalarının alt yapısını böylece öğrenmiş oldum. Kupkuru kesilmiş dudaklarımı ıslattım. Suya ölesiye ihtiyacım vardı ama kalkıp mutfağa gitmek içimden gelmediği gibi Gökhan'dan da istemek istemiyordum. "Umarım söylediklerini yaşamam."

"Bana güven," dedi sıkılgan bir tavırla. "Şimdi gözlerini kapat ve düşünmemeye çalış."

Bu kabusun üzerine bana aldığın silahı mı düşüneyim mesela?

Tabii bunu dersem muhtemelen bozulurdu. Ben de beni düşünerek aldığı hediyeyi alay malzemesi yapacak biri değildim. En azından dışarıya söyleyecek biri değildim.

Zihnimin huzurlu dakikaları da böylece toz olmuştu. Dudaklarımı birisi birbirine dikmiş gibi hissettiğim için tek kelime etmedim. Omuzlarımdaki kemikler kırılmışçasına ağrıyordu ama tüm bunlara rağmen gözlerim örtülmemeye yemin etmiş gibi uyanıktı. Tabiri caizse cin gibiydi.

Şafak sökene kadar ağır ağır aydınlanmaya başlayan odayı seyrettim. Gökhan'ın aldığı düzensiz nefesler yalnızca bir ara, kısa bir süreliğine düzene girmişti ama sonra yeniden uyanmış olacak ki düzensizleşti.

Bir ara boğazımdan yukarıya ağlama isteği yükseldi. Kendimi delicesine yalnız, yapayalnız hissettim. Bu his, geleceğimi düşünmek gibi bir aptallık yaptığım an çöreklenmişti kalbime. Bu işten sağ salim kurtulsak da Gökhan yollarımızın ayrılması gerektiğini söylemişti.

Hayat yine bana karşı zalimdi.

Bu konuyu dillendirip ona yalvaracak, kendimi aciz gösterecek değildim. Ondan sonra da yaşamaya devam edebilirdim ama kalbimde açılacak olan boşluk hislerimin çoğunu çürütecekti. O benim için alışkanlık değildi. Onsuz yapabilirdim. Ama her zaman, çoğu kez eksik. Sevgiyi alışkanlıktan ayıran da buydu.

Yataktan çıktığımızda saat yediye çeyrek vardı. Ben duş almaya giderken, Gökhan da kömürlükten odun getirip şöminedeki ateşi tazeledi. Tabii bunu yapmadan önce külleri güzelce temizlemesi gerekti. Banyoya girmeden önce burnunun ucuna değen gri kül lekesini görüp güldüm. Nedense gözüme bir katilden çok uzak, sevimli bir oğlan gibi görünmüştü. Üstelik kirli sakallarına ve iş yaparken çattığı kaşlarına rağmen.

Uzun süredir kullanılmamasına rağmen sıcak su hemen açıldı ama benim oyalanacak isteğim yoktu. Başımı sadece bir kez şampuanladım. Vücudumu bile köpüklemeden beyaz bornoza sarınarak küvetten çıktım. Hızlıca, derimi tahriş edecek kadar sert hamlelerle kurulandım çünkü soğuk ufaktan ısırmıştı. İç çamaşırlarımı sepete atıp öylece az önce üzerimden çıkardığım, Gökhan'a ait olan beyaz boğazlı kazağı ve siyah eşofman altlığını giyinip soluğu aynanın önüne, saç kurutma makinesinde aldım. Hem tarayıp hem saçlarımı kuruttum, ki bu yaklaşık on dakikama mal oldu. Ama saç kurutucunun düğmesine basıp kapattığımda saçımda ıslak bir tel bile kalmamıştı. Bugün hava soğuktu ve daha önemlisi başımı üşütüp kafama saplanacak bir ağrıyla uğraşamazdım.

Kendimi banyodan dışarı attığımda görüş alanıma Gökhan girdi. Şöminenin çaprazındaki tekli kanepede yayılarak oturmuştu ve dirseğini koltuğun kenarına koymuş, şakağını da işaret ve orta parmağına bastırmıştı. "Yaklaşık beş dakikada banyo yapıp on dakika boyunca da saçını kuruttun. Tuhaf bir denge oldu."

"Oturup bunu mu hesapladın?" Onun yanına doğru yürüyüp karşısındaki tekli koltuğa bedenimi yığılırcasına bıraktım.

"Bilerek yaptığım bir şey değil, zihnim ben istemesem de hemen hemen her olayın ne kadar sürdüğünü hesaplıyor."

Gözlerimi kıstım. "O kafayla yaşamak zor oluyordur."

Başını olumlu anlamda salladı. "Çoğu zaman." Aldığı sesli nefesten konuyu değiştireceğini anladım. "Kahvaltılar da senden demek isterdim ama yiyeceğe dair hiçbir şey yok." Kolundaki saate baktı. "Kadın işe gitmek için evden genellikle sekiz buçukta ayrılıyormuş. Bu da demek oluyor ki sekizde kadının kapısını çalmak zorundayız. Ben de bir duş alayım, sonra çıkalım. Umarım yolda bir şeyler atıştırmayı sorun etmezsin."

Umursamazca omuz silktim. "Yemesem bile sorun değil."

Gökhan bir tepki vermeden yanımdan geçip arkamda kalan banyoya gitti. Adım seslerinin ardından banyo kapısının açılıp kapandığını, bir süre sonra da suyun açıldığını işittim. Başımı geriye atıp gözlerimi yumdum. Gözlerimin etrafı sızım sızım sızlıyordu. Gözlerimi ovuşturdum ve dakikalarca öylece durdum.

Bu işi de yapabilirdik. Savcının evine girecektik. Bugün ailesi tatile, kayağa gideceği için bu fırsatı değerlendirmeliydik. Biraz fevri olduğunu hissediyordum ama Gökhan öyle olmadığı konusunda diretiyordu. Odaya girer girmez ilk işimiz savcının masadan uzaklaşmasını istemek olacakmış çünkü masanın altında veya kenarına bir acil yardım düğmesi olabilirmiş. Bunu zaten tahmin edebiliyordum. Sonra da savcıyı konuşturacaktık. Gökhan söylemese de savcıyı her türlü öldüreceğini biliyordum, aptal değildim. Çünkü Gökhan'a göre adamın işinin adaleti sağlamak olması gerekirken adalete engel oluyordu. Çifter çifter öldürülen o insanların kanını yerde bırakıyor, ruhlarını huzura erdirmek için çabalamak yerine işleri daha da çıkmaza sürüklüyordu. İnsanları keyfince öldüren azılı katilin safındaydı.

Yapacağımız her şeyi teker teker düşündüm. Hiçbir detayı unutmayana kadar zihnimde senaryoları, diyalogları tekrarladım. Gökhan da banyodan yaklaştık on beş dakika sonra çıktı. Acelemiz olmasına rağmen bu kadar uzun süren duşun sebebini merak ettim. "Son planı yeniden konuşabilir miyiz?" Ne kadar gergin olduğumu, kaşlarının üzerinden bana bakıp anladı.

"Evi tümden yakacağız," diye tekrar etti. "Önce bir çakıyla bıçaklayacağız ama ölümcül olmayacak, amaç çakıda adamın kanının olması. Sonra odayı ve odanın girişini ateşe vereceğiz. Hem de Savcı Bey daha tam ölmemişken. Böylece yangının mı yoksa savcının mı daha önce öldüğünü kestiremezler."

"Neden bunu yapalım ki?" Mantıksız bulduğum için değildi, sebebini detaylarıyla öğrenmek istiyordum.

Planı her konuştuğumuzda farklı bir noktaya takılıyordum. Tekrar konuşmak istememin nedeni de buydu, hiçbir pürüz olmamalıydı.

Cevabı çok basitmiş gibi omuz silkti. "Kanıtları daha fazla yok etmek ve kafalarda soru işareti bulmak için."

"Kamera kayıtlarını resetlememiz gerek. Sonra da büyük bir hasar vermemiz. Sonra üstüne bir de o odayı da yakmamız gerek." Sıkıntıyla alt dudağımı kemirdim, üstelik ağzıma kan tadı gelene kadar yaraladığımı fark etmemiştim bile. "Ve en son ana kartı da alıp yok etmemiz gerek, hepsi ek tedbir."

Gözleri heyecanla parladı, cinayet planı yapmak bir insana ancak bu kadar keyifli gelebilirdi sanırım. Çünkü ben zerre kadar keyif almıyordum. "Eğer çifter çifter işlenen cinayetlerin bizle bağlantılı olduğunu ve bu savcının da olayın üzerini kapatmaya çalıştığını bilselerdi kesinlikle bizden şüphelenirlerdi." Kollarını iki yana açıp geri serbest bıraktı. "Ama bizden polise gitmememizi isteyerek kendi topuklarına sıktılar. Kimsenin bu savcıyla bağlantımız olduğunu bildiğini sanmıyorum."

"Ya bilenler varsa?" Çenemi işaret parmağımla baş parmağım arasına alıp sıktım. "Belki anlattığı birileri vardır."

"Delil? Parmak izi yok, kamera kaydı yok, hiçbir kayıt yok. Hatta savcının evinin civarındaki mobese kameralarında bile biz yokuz." Kendinden o kadar emindi ki neredeyse yaptığımız işe rağmen kendimi güvende hissedecektim.

"Ne?" Ağzım şaşkınlıkla aralandı. "Onu nasıl yapacaksın?"

"Beni gücendirmeye başlıyorsun," dedi ciddiyetle. Bir anda canı sıkılmış gibi göründü. "Yıllardır bu pis işlerin içindeysem sağlam bir bilgi ağım olmalı, mantığını kullansana. Teknolojik alanda uluslararası hackerlara taş çıkartan sessiz kurtarıcılarım var."

Başımı salladım. "Anlıyorum. O zaman o hackerın, otopside tespit edilen ölüm saatinden bir saat öncesinden başlayıp gereken zaman dilimine kadar Çınar'ın evindeki kamera kayıtlarını silip yerine eski kamera kayıtlarını da kopyalayabilir. Polisi eğer Çınar'dan şüphelendirirsek kamera kayıtlarına bakacaklar ve tam cinayet işlenen saatte Çınar'ın güvenlik kamerası sistemine kopya görüntüler koyduğunu az bir araştırmayla anlayacaklar ve çakıdan sonra bu durum şüpheleri üzerine tamamen çekeceklerdir."

Gökhan beni hayranlıkla süzdü. "Zekan beni büyülüyor."

Tabii bununla övünemedim, kaşlarımı uzun süredir çatmaktan kaşlarımın olduğu kısım ağrıyordu. "Nottan bahsetmişti, ya o not evin içinde değilse?"

"O notu Çınar'ın yazmadığı ne malum, el yazısını birebir taklit eden yetenekli insanlar var." Bu, polise sunacağımız antitezdi. Gökhan gülümsedi. "Öldüren kişinin ben olduğuma içten içe emin olsalar da deliller neyi gösterirse gerçek odur." Derin bir nefes verdi. "Zamanımız olmayacak, sen savcıyı öldürdüğümüz odayı yakıp garaja ineceksin. Ben de güvenlik kameralarından yansıyan görüntülerin bulunduğu, tüm kayıtların olduğu odayı yakacağım." Dudak büktü, tabii önce her ihtimale karşılık tüm verileri sıfırlayacağım ve sonra o tarafı da yakacağım. Güvenlik eve doğru koşacaktır. Biz de o fırsatta kaçacağız."

"Öyle mi? Evdeki iki çalışan da evde oturup yangını mı seyreder sanıyorsun?"

"Yalnızca bir çalışan diyelim, sonuçta birinin ipleri bizim elimizde. Hangi taraftalarsa onların olmadığı diğer üç bölgenin birinden kaçarız."

Tereddütle, "Bu büyük bir olay," dedim. "Savcı cinayetinin peşi bırakılmaz."

"Sen büyük olay görmemişsin."

"Polisler, kadın suçsuz olsa bile her ihtimale karşılık onu zorlayacaklardır. Büyük bir psikolojik baskı kurarlar."

"Bizim kurduğumuz kadar kuramazlar." Omuz silkti. "Bugün evde bulunan üç çalışanı da araştırdıklarında bütün bunları onların yaptıklarına veya yataklık ettiklerine inanmazlar. Bir düşünsene," dedi büyülenmiş gibi bir ses tonuyla. "Pek çok sokağın kamera kaydını hackliyorsun."

Bir süre sessiz kalıp sıraladığımız ihtimalleri ve karşılığındaki cevapları hazmetmeye çalıştım. Aslında tüm bu soruları daha önce de sormuştum, sadece tekrar etmekte fayda olduğunu düşünüyordum. "Otopsiden belli olur mu?" diye sordum gergince. Bu tür şeylere çok yabancıydım. "Yani sonuçta ceset tam olarak yanmadan yangını söndüreceklerdir."

"Ölüm şekli, zamanı ortaya çıkacak ama bunları bilmek onları çözüme getirmez. Yani önce bıçaklanıp sonra yandığını bilseler ne? Sadece bıçağın peşine düşebilirler ama o da zaten eğer biz çıkmaza girer gibi olursak Çınar'ın evine saklayacağız."

Ellerimi saçlarımın arasından geçirdim. Karşılıklı oturuyorduk ama pencere onun karşısında olduğu için ışık onun yüzüne vuruyor, beni karanlıkta bırakıyordu. "Ya bize o saatlerde nerede olduğumuzu sorarlarsa? Biri savcıyla bağlantımızı biliyorsa ve polise söylerse bize ispatlamamızı isterler."

Parmaklarını birbirine geçirip çıtlattı. "Hım, dağ evindeki tüm kamera sistemini yok ederiz eve gidince. Sonrasındaysa Uras ve Gamze bizimle evde olduklarına dair şahitlik ederler."

"Araba sorunu da var."

"Mobese kamera kaydı yok dedim ya, hem binip savcının evinin yakınına gideceğimiz araba sisteme kayıtlı değil. Tedbir," dedi beni taklit ederek. "Ama eğer bir mucize olayı gerçekleşir de arabayı ve aldığımız yeri tespit ederlerse aldığımız adam bu arabayı alanın Çınar olduğunu söyleyecek. Tabii ismini bilmeyecek ama ona Çınar'ın resmi gösterildiğinde 'evet evet bu' diyecek heyecanla." Başını yana eğdi. "Merak etme, eğer bir pürüz çıkarsa söz veriyorum o işin altından da kalkarım." Dudaklarını ıslattı. "Hatta bıçaklayanın ben olduğumu gözleriyle görseler bile bir yolunu bulurum. Yalanlar, sağlam bir mantığa dayandırılırsa gerçeğe dönüşebilirler. Gördün, kafandaki her soru işaretinin bir şekilde çözümünü hızlıca verdim."

Aslında haklıydı, böyle yeteneklere sahip olmasa şimdiye kadar bin kez öldürülüp, bin kez hapse atılmıştı ama ben onun kadar tecrübeli değildim ve öldürdüğümüz kişinin bir savcı olması beni dehşete düşürüyordu. "Katil bulunana kadar işin yakasını bırakmazlar."

"Ne güzel işte, Çınar'ı bulurlar." Ofladı. "Sen haberlerde gördüğün gibi mi sanıyorsun? Bu ülkede hemen hemen her cinayetin üzeri bir şekilde örtülür. Çoğu formalite icabı incelenir gibi yapılır. Sırf halk, ya da kurbanın yakınları tatmin olsun diye. Kurban, ülkeyi yönetenlerden biri değilse ölümü değerli olmaz."

Burnumdan yavaş ama sesli bir nefes verdim. "Tamam," diye mırıldandım. "Yapalım şu işi."

Avuçlarımı dizlerime koyarak destek alıp ayaklandım. "Bir yere uğrayıp kıyafet almam lazım, savcının yanına gidiyoruz, resmi iş sonuçta," diye dalgaya vurdum. Dün gece girişte çıkardığım çantayı aldım. Cüzdanım içindeydi, telefonum da. Kısa kontrolün ardından çantanın ağzını kapatıp Gökhan'ın açtığı kapıdan çıktım.

Hemen kapının önündeki arabaya bindik, ağaçların çevrelediği patika yolu geçip ana caddeye varana kadar konuşmadık. Sanırım ikimiz de araba yolculuğu yaparken konuşmayı sevmeyen tiplerdendik ve onunla bu konuda uyuşmamız iyiydi.

"Şurada durur musun?" dedim bir butiği göstererek. Gökhan direksiyonu hafifçe kırıp istediğim tarafa yöneldi ve butiğin önünde arabasını durdurdu. "Senin gelmene gerek yok, hemen alıp çıkarım," dedim emniyet kemerimi çıkarırken.

"Takım elbise almalısın," diye evden çıkmadan önce yaptığım şakaya gönderme yaptı.

Gülerek, "Güzelinden bulursam neden olmasın," deyip kapıyı örttüm ve daha örter örtmez, sahte olmamasına rağmen az önceki gülüşüm aniden silindi.

Gergindim ve bunu yok sayıp inkar etmez beni daha çok geriyordu. Butiğin ağır kapısını iterek açtığımda yüzüme dengesiz sıcaklıkta hava dalgası çarptı. Pekala, iş gerçekten basitti. Öncelikle buna inanmam gerekiyordu. Daha sonra da Gökhan'ın tecrübelerine. Yüzlerce adam öldürüp yakalanmayan, zekasının insanı ürkütecek kadar keskin olduğu bir adamla yapacaktık bu işi sonuçta.

"Hanımefendi?" Silkinerek kendime geldim ve görevliye boş boş baktım. O anda anladım saniyelerdir bön bön askılıktaki elbiselere hareket etmeden baktığımı. "Aradığınız bir şey varsa yardımcı olayım." Girdiğimden beri ilk kez dikkatle içeriye baktım. Ara mahallede bulunan bir butikten halliceydi. Kıyafetlerin çoğu kalitesiz duruyordu ve tozlu, ağır havası da bu gözlemimi pekiştiriyordu.

"S beden siyah badi ve siyah dar paça pantolon." Neden böyle bir kombin seçtiğimi başta idrak edemesem de sonradan anladım: Tüm casusluk filmlerinde böyle giyinirlerdi de ondan.

Mahcup bir ifadeyle, "Maalesef siyah badimiz kalmadı," dedi kadın ellerini önünde birleştirip. "Ama siyah bir kazağımız var, üstelik ince, kalın da değil."

"O da olur." Kenarda bir dakikaya yakın bekledim. Kadının kucağına aldığı kıyafetleri kasadan geçirip ödemesini yaptıktan sonra kabine girerek üzerimi değiştirdim, neyse ki üzerime tam oturmuştu da değiştirmekle uğraşmak zorunda kalmamıştım. Nasıl göründüğüme bile bakmadan Gökhan'ın kıyafetlerini poşete koydum ve hızlı adımlarla kendimi dışarıya attım. Hava epey kapalıydı, henüz yağmur yağmıyordu ancak kara bulutlar yere serpilecek damlaların habercisiydi.

Gökhan çaktırmadan beni hızlıca süzdü. Arabayı çalıştırırken, "Tamam mısın?" diye sordu.

Diğer eliyle uzattığı poğaçaya ve kahveye baktım. "Tamam, başka işim yok." İkisini de tek eliyle tutmayı ustaca başarmıştı. Kendisinin kahvesi ve bir parça keki ikimizin arasındaki kolluğun üzerindeki haznedeydi.

Gözüm saate takıldı. Sekize çeyrek vardı. "Kadının evi uzak mı?"

"Hayır, bu caddeye bağlanan başka bir caddeye açılan sokakta."

"Yakın deseydin de yeterdi." Kağıdı biraz aşağıya indirip poğaçadan bir ısırık aldım ama daha çiğnemeye başlar başlamaz hiç iştahımın olmadığını fark ettim.

"Çok gergin görünüyorsun," dedi Gökhan kahvesinden bir yudum aldıktan sonra.

"Gözünden bir kere de bir şey kaçsın," dedim neredeyse homurdanır gibi tuhaf bir ses çıkararak.

"Sen gelmek zorunda değilsin, eve geri götürebilirim."

Dudaklarımı hırsla ıslattım. "Defalarca kez dediğim gibi tabii ki hayır. Bu yalnızca senin sorunun değil, ben de kiralık katil tutmuş bir patron değilim."

"Farklı bir çıkarım tekniğin var," dedi sahte şaşkınlıkla. "Bakış açın ilginç."

Bakışlarımdaki karşımdaki yola sabitledim ve kadının evinin önüne gidene kadar başka hiçbir şey konuşmadık. Sokak; yaşlı, pek çoğunun sıvası dökülmüş müstakil evlerden oluşuyordu. Yolu daracık, iki karış enindeki kaldırımların taşları irili ufaklı, girintili çıkıntılıydı. Sabahın erken saatleri olduğu için tüm sokağa derin bir sessizlik hakimdi. Arabayı park ettiğimiz uzaktaki caddeden araçların homurtusu işitiliyordu. Kollarımı bedenime doladım ve butikten bir mont almadığım için kendime hayıflandım. Yürürken göz ucuyla Gökhan'a baktım, onun da montu yoktu ancak bunu sorun ediyormuş gibi durmuyordu.

"İşte burası," deyip demirleri paslanmış bahçe kapısının önünde durduğunda ben de durdum. Gökhan elini parmaklıklardan içeriye uzatıp kapıyı sessizce açtığı sırada duvarın köşesine sinen tekir bir kedi gürültüyle miyavlayarak demir parmaklıkların arasından kaldırıma atladı.

Gökhan'ı takip edip bahçeye girdim. "Yapman gerekeni biliyorsun," diye fısıldadı. Başımı salladım. Elindeki şeffaf, içinde beyaz çamaşırların olduğu poşeti elime verdi.

İşin en kolay kısmı burasıydı. Kadın yatalak kocasıyla birlikte yaşıyordu. İki tane de çocuğu vardı ancak ikisi de ayrı şehirlerde üniversite okuyordu. Yani bu demek oluyordu ki kapıyı başka birinin açması mümkün değildi.

Gökhan evin yan tarafına geçti. Derin bir nefes alarak avuçlarımı yumruk yapıp geri açtım ve daha fazla oyalanmadan kapıyı yavaşça tıklattım. Üç adım gerileyerek beklemeye koyulmuştum ki kapı çabucak açıldı. Yaşlı, yüzüne yılların verdiği yorgunluğun çizgileri olan bir kadın kapıyı çevik bir hareketle açtı. Ufak tefek bu kadının nasır tutmuş kaba elleri ilk görüşte dikkat çekiyordu. "Buyur kızım?" dedi yumuşak mı sert mi olduğu anlaşılmayan bir sesle. Ses telleri yıllarca sigara içmekten hasar görmüş olmalıydı.

Dibi gelmiş saçları açık sarıydı ve keçe gibi saçları sanki doğduğundan beri bakım yapmıyormuş izlenimi veriyordu. Dudaklarını koyu pembe renge beceriksizce boyamız, aynı şekilde yalnızca gözünün altına siyah kalem çekmişti. Kilosu dengesizdi. Giydiği kazaktan mıdır bilmem, karın çevresindeki yağ oranı göze batıyor, üst gövdesine rağmen kot pantolonun sardığı incecik bacakları insanda 'bu bacaklar gövdesini nasıl taşıyor' sorusunu doğuruyordu.

Gülümseyip mahcup görünmeye çalıştım. "Ben bu mahalleye yeni taşındım da, dün akşam çamaşırlarımı bahçeye asmıştım. Çocuklar nasıl becermişse içeriye girip almışlar. Bazılarını yırtık pırtık halde sokaktan topladım. İçlerinden biri kıyafetlerimden birkaçını sizin bahçeye attığını söyledi. Tek başıma bakmayayım, gören olursa yanlış anlaşılır."

Kadın elimdeki poşete bakarak anlayışla başını salladı. "Ah şu veletler, hepsi Asuman'ın çocuklarının başının altından çıkıyor. Ama kışın da haylazlıklarını sürdüreceklerini bilmezdim. Dur bakalım kızım burada mıymış." Arkasından yürümeye başladım ama gözüm, hemen arkamda olduğunu bildiğim Gökhan'daydı. Köşeydi döndük, ben kenara çekildim ve Gökhan açtığım yolu kat ederek üç adım önümüzdeki kadıncağızın ağzını eliyle kapattı. Kadının ilk hamlesi iki eliyle birlikte Gökhan'ın bileğine asılıp kendini kurtarmaya çalışmak oldu ama onun gücüne gücü yetmedi. Gökhan geriye doğru yürürken beraberinde kadını da kendiyle birlikte yürümeye zorladı. Onları takip ederken yüzüm kadının yüzüne dönüktü. Gözleri dehşetle açılmıştı ve kışa rağmen alnında boncuk boncuk terler birikmişti.

Dibinden aşağı yarısı siyah, yarısı sarı olan perçemi sürdüğü fondöteni kusan alnına düşmüştü. Gözleri dolu doluydu ve yardım ister gibi bana yalvaran gözlerle bakıyordu. Suçluluk hissedebilirdim ama yapacaklarımızın tedirginliği çekeceğim vicdan azabına gölge düşürüyordu. Gökhan evin içine girmeden önce ben girip antreyi kontrol ettim. Yatalak eşinden başka kimse olmadığını bilsek de tedbirsiz davranamazdık. Baş işaretimi gören Gökhan kadını hızlıca içeri çekti. "Kocan nerede?" diye fısıldadım kadına yaklaşıp. Gözleri korkuyla açıldı. "Hayır, ona zarar vermeyeceğiz." Ne kadar mümkün olursa ancak o kadar güven vermeye çalıştım. Yutkundu. Gökhan ağzını sıkı sıkı tuttuğu için başı hafif geriye doğruydu. "Kocan nerede?" diye tekrarladım.

Bir süre durdu. Ardından gözleriyle bir kapıyı işaret etti. "Uyuyor mu?"

Başını salladı. Hoş, uyumasa da bizi birine anlatacak değildi. Adam ne konuşabiliyordu ne de kolunu kımıldatabiliyordu. Ama amacımız onu korkutmamaktı. Kocasının uyuduğu odayı kontrol etmedim çünkü bu onu uyandırabilirdi. O odaya en uzak yere, mutfağa gittik. "Şimdi," dedim saçlarımı geriye doğru atıp. Gökhan kadını sandalyeye oturttu. "Senden küçük bir ricamız var. Savcının evine girmemize yardım edeceksin."

Kadın sanki ölüm tarihini söylemişiz gibi gözlerini fal taşı gibi açtı. "Seninle bir problemimiz yok. Ne sana ne de ailene zarar vermek gibi bir niyetimiz de yok."

"Tabii," diye araya girdi Gökhan. "Dediğimizi yaptığın sürece."

"Kimse zarar görsün istemeyiz, değil mi?" Ne kadar istemesem de sesime tehditkar bir tını eklemek zorundaydım. Kadın konuşmaya çalıştı. "Gökhan bırak bakalım ne diyecek."

Gökhan silahı arkasından çıkardı, emniyetini açar gibi yaptı ama aslında açmamıştı. Kadının kafasının arkasına silahın ucunu bastırıp, "Eğer sesin biraz bile yükselirse beynin dağılır," dedi. Elini tamamen çekmedi, çok hafif, neredeyse kadının ağzıyla kendi avucu arasında bir santim mesafe bırakacak şekilde çekti.

"Savcı öğrenirse hayatımızı karartır," dedi şiddetle ağlayarak. Yine de sesini kısık tutmaya özen gösteriyordu.

Gökhan, "Şşş," dedi. "Sakin ol, hiçbir şey olmayacak. Bize güven."

"Ben yapamam." Kadın gözlerini sıkıca yumduğunda göz yaşları kırışık, solgun yanaklarından aşağıya yuvarlandı. "Lütfen yalvarırım-"

Gökhan yüzünü buruşturdu. Kadın onu göremiyordu tabii. "Hayır hayır hayır, yalvarmak falan yok. Dinle, savcıya yakalanma şansız yüzde on bile değil. Ama istediğimizi yapmazsan yaşama ihtimalin yüzde sıfır. Kocanın, iki çocuğun için de aynı şey geçerli. İkisinin de okulunu bitirip bir iş sahibi olup yuvalarını kurmasını istersin, değil mi?" Silahın ucuyla kadının gözüne düşmüş saçı ittirmek istedi ama kadın korkuyla irkildi. "Şimdi istediğimizi yapacak mısın, yapmayacak mısın?"

Gökhan katıydı, tüyler ürpertecek kadar. Ama böyle olmazsa kadın kesinlikle diretirdi.

Kadın, filmlerdeki gibi zoru oynamadı. Kafasında bir silah ve aynı odada bulunduğu iki yabancı varken başka türlü hareket edemezdi zaten. "Güzel. Şimdi öncelikle antreye bir bomba yerleştireceğiz. Ters bir şey yaptığın an bum! Anlaşıldı mı?" Biz her türlü paçayı yırtar, sonra gelip senin icabına bakarız. Tabii bu bugüne özel değil. Bu olay hiç yaşanmadı, sen eve iki yabancıyı sokmadın, bugün tıpkı diğer günler gibi sıradandı, evine kimse girip seni tehdit etmedi. Tüm bunlar asla yaşanmadı. Anlıyorsun değil mi?"

Silahı kadının yanağından şah damarına kadar indirdi. Kadıncağız nefesini tutmuştu. "Olur da bir gaflete kapılıp bir sineğe bile anlatırsan tüm hayatın cehenneme döner."

"Tamam, yemin ederim kimseye bir şey demem," dedi ağlamaktan çatallaşmış bir sesle.

"Güzel," diye mırıldandı Gökhan ve poşeti kaşıyla işaret etti. "Poşetin dibindeki bombayı kocasının kapısının altına yerleştir." Cebinden çıkardığı minik, dikdörtgen aleti kadına gösterdi. "Buna bastığım an ev havaya uçar."

Ama bomba sahteydi. Ki zaten hiçbir yere gösterdiğimiz sahte bombayı yerleştirmedik. Kadın blöf yaptığımızı düşünmüyordu çünkü muhtemelen savcının evine giren kişinin tehlikeli olduğu barizdi. Böylece planımızı kadın anlattık ve kadının eve girdiğinde kulağına takacağı bir verici verdik. Böylece bizi hep duyacak, biz de onu duyacaktık. Gökhan bu kulaklığı asla çıkarmamasını, her an ulaşılabilir olması konusunda sıkı sıkı tembihledi. Ve kalın bir poşetin içinde bir şişe benzini verdik, biz savcının olduğu odaya girdikten sonra kadın bu şişeyi kapının önüne koyacaktı. Biz içeri girdikten on beş dakika kadar sonra evdeki çalışan kadını garaj kapısının tam tersi taraftaki çardağa götürecekti. Ta ki yangın fark edilinceye dek.

Böylece kadın kapısının önüne gelen, bölge civarda çalışan işçileri de taşıyan servise binerek işine, savcının evine gitmeye koyuldu. Biz de kulağımıza kadına verdiğimizin aynısından taktık, evden bir hayalet gibi çıkıp sokağı inmeye başladık. "Sakın yanlış bir hareket yapma. Ailen aklının bir köşesinde olsun," diye tembihledi.

"Tamam," dediğini duydum kadının. Servisin içinde olmasından kaynaklıydı sanırım, uğultu duyuluyordu. Biz de Gökhan'ın arabasına binip önce orta lükslükte bir araba aldık. Tabii iki silahı ve kare cihazı almayı unutmadık. Aracı teslim aldığımız yer kırık dökük binaların olduğu, kimseciklerin olmadığı bir sokaktı. Bu araba hiçbir yerde kayıtlı değildi. Camları siyah filmle kaplıydı. Yıllardır kullanılmıyormuş, araba araştırılsa bile ait olduğu hiçbir yer yokmuş. Aracı aldığımız adam söyledi ama Gökhan'ın adama güvendiği belliydi, yine de onu da tehdit etti ve adamın eline, gözlerimi kocaman açtıracak miktarda para bıraktı.

Böylece savcının evine doğru yol aldık. Savcı epey seçkin bir muhitte oturuyordu, etraftaki evler, biz milyoneriz diye bağırıyordu. Dolayısıyla hiçbir ev birbirine fazla yakın değildi. Gökhan kulağındaki vericinin düğmesine bastı. "Ne durumdasın?"

Kadın öksürdü. Bu 'şu an müsait değilim' demekti. Eve epey uzak bir yerde duruyorduk. Bir süre arabanın içinde bekledik. "Savcıların bu kadar güvenlik tedbiri aldığını bilmiyordum," dedim. Lisedeyken arkadaşımın ablası ve eniştesi de savcıydı ve bir kez, dönem ödevi için evlerine gitmiştik ama hepsinde sıradan güvenlik tedbirlerinden başka bir şey yoktu.

"Yasaları çiğneyen bir savcıysa belanın er ya da geç onu bulacağından emin olduğu için daha sıkı tedbir almak istemiş olabilir."

Kadının konuşması sohbetimizi böldü. "Tamam," dedi kadın çabuk çabuk. "Yaklaşık on dakika sonra kapıya bakan güvenliği çağıracağım. Giriş kartımı da dışarıya doğru atacağım. Benim 'sağ olsun oğlum' dediğimi duyduğunuzda kartı okutup hızlıca girin."

Gözlerim geniş, boş ve düzgün sokaktaydı. Gökhan dışarı çıktı, önceden bagaja koydurttuğu iki siyah kalın hırkayı, iki siyah şapkayı ve mavi renk iki atkıyı çıkardı. Hızla üzerimize geçirdik, en son olarak şeffaf, parmaklarımızı tamamen saran eldivenleri takıp silahları belimize sıkıştırdık ve lüks evlerin olduğu sokağı seri hareketlerle tırmandık ama savcının evine yaklaştığımızda yavaşladık. Nihayet kadının, "Hüseyin, bana bir yardım ediver, bostanı sulayacağım ama hortum bahçenin musluğundan çıkmış. Takıyorum, suyu açıyorum birden çıkıveriyor."

Adamın, "Sedat usta yok mu Kadriye Teyze?" dediğini duyduk.

"O hafta sonları çalışmıyor ki oğlum." Kadın rolünü iyi yapıyordu.

"Tamam tamam, yapalım da sen işini gör." Adamın bu sözünün ardından yeniden yürümeye başladık. Gözümüz savcının evinin bahçe kapısındaydı, dolayısıyla kadının dışarı doğru attığı kart gözümüzden kaçmadı.

Kartı yerden aldı Gökhan. Kadın da birkaç saniye sonra "Sağ olasın oğlum," dedi.

Beyaz demirlerden tertemiz bahçeye baktık. Köşeyi dönen kadınla güvenlik dışında kimsecikler yoktu. Gökhan kartı okuttu, kapı ağır ağır açıldı. Neyse ki normal giriş olduğu için kapanması da kısa sürecekti. Hızla içeri girdik. Eldivenin içindeki ellerim gerginlikten sırılsıklam olmuştu. Koşar adım ilerledik ve sağ taraftaki garajın, arabaların gittiği yerinden aşağıya indik. Nefesim kesik kesikti. Karanlık garajın içine vardığımızda Gökhan silahı eline aldı. Sesleri dinleye dinleye ilerledik ancak borulardan gelen uğultudan başka ses yoktu.

"Çok sağ olasın Hüseyin." Kadının kulağımda çınlayan sesi yüzünden yerimden sıçradım.

"Kolay gelsin Kadriye Teyze."

Bizse bir köşeye sinmiştik. "Savcının hangi odada olduğunu söyle. Beş dakikan var," dedi Gökhan.

"Tamam," dedi kadın. Bir hışırtı sesi duyduk, sonra sessizlik. Güm güm atan kalbimin sesinden başka bir şey duyamıyordum. Sırtımı, ölüm kalım meselesiymiş gibi sıkı sıkıya duvara yapıştırdım. Dakikalar ıstırap verecek yavaşlıkla geçiyordu. Gökhan başını çevirince ben de ona döndüm. Elini uzatıp boştaki elimi tuttu bir süre. Dudaklarını oynatarak, "Sakin ol," dedi. Başımı belli belirsiz salladım. Onun elini sımsıkı tuttum. Bir süre daha bekledik.

"Salonda, tek başına duruyor. Mutfakta bir çalışandan ve benden başka kimse yok evde, hafta sonu ya." Kadın son kelimesinin gereksiz bir detay olduğunu fark edip birden sustu.

"Oradan sakın ayrılma. Gözün salonun kapısında olsun, savcı çıkacak olursa hemen haber ver. Biz oraya gelir gelmez sen güvenlik ekranlarının olduğu odanın önünde bekle. Olur da girmeye çalışan biri olursa engel ol." Bu da milyonda bir olacak şey için tedbirdi çünkü evde zaten üç çalışan vardı, biri güvenlik kulübesindeydi zaten. Mutfaktaki çalışanın da bodrum katına inmezdi.

Kadın anladığına dair bir şeyler mırıldandı. Gökhan evin planının olduğu ufak kağıdı açtı ve garajın içeriye bağlanan kapısına doğru ilerlemeye başladı. Boğucu, dar merdivenleri çıktık ve demir, yangın merdivenine benzeyen kapıyı usulca açtık. İçeride kimse yoktu.

Gökhan kağıda baktı. Ben de onu takip ederken silahımı çıkarıp iki elimle tuttum. Ev tek katlıydı ama tavanı yüksekti. İki katlı da yapılabilecek evi bu şekilde tercih etmişlerdi. Kadını gördük. Gözleriyle karşısındaki kapıyı, yani hemen yanında durduğumuz kapıyı işaret etti. Savcı her an çıkacakmış gibi yüreğim tekledi. Şu saatten sonra bize bir şey olacağı yoktu ama adamdan hiçbir bilgi almadan öldürmek yazık olurdu.

Gökhan, kadından kulaklığı alıp işaret parmağıyla kadın gitmesi için işaret verdi. Daha sonra ikimiz de salonun kapısının iki yanına ayrı ayrı yerleştik. Gökhan kapıyı tıklattı. Kalbim göğüs kafemsimi yırtıp fırlayacakmış gibi hissettim. Nasıl oluyordu da dimdik durabiliyordum, şaşılasıydı. Kaba saba bir sesin, "Gel!" dediği duyuldu. Nefesim kesildi, Gökhan'la bir saniye kadar bakıştık. Silahı artık önündeydi. Kapıyı hızla açıp içeriye girerken silahı tam karşımızdaki üçlü kanepenin ortasında ayak ayak üstüne atmış, fincandaki kahvesini yudumlayarak tabletinden bir şeyler okuyan savcıya yöneltti.

Bağıracağını sandık.

Ama adam güldü. Önce kısık sesle, sonra kahkahayla. "Ben de seni bekliyordum Gökhan Tunalı. Eninde sonunda geleceğini biliyordum."

İşte, hesaba katmadığımız buydu. Korku bedenimi ele geçirdi, sanki ruhum titredi.

Gökhan kapının üzerindeki kilidi diğer eliyle çevirdi. "Olduğun yerden kalk ve şu sandalyeye otur, ellerini başının üzerine koy." Sesi tam bir katile aitti.

Adam keyifle sırıtarak dediğini yaptı. Ama öfkelendiği belliydi. "Biliyor musun?" dedi sandalyeye otururken. "Eğer ölürsem katilimin sen olacağı hakkında bir not bıraktım. Ne kadar ileri görüşlü bir adamım değil mi?"

Gökhan cebinden bir cihaz çıkarıp odada kamera, ses kayıt cihazı var mı diye kontrol etti. Temizdi. "Tabii bu notun, deliller başka bir adamın cinayeti işlediğine çıkarsa hiçbir değeri kalmaz." Çınar'ı kast ediyordu. Adamın yüzündeki tebessüm yitip gitti. Gülme sırası Gökhan'daydı. "Beni o kadar aptal mı sanıyorsun?"

Savcı dudağını büktü. "Buraya kadar geldiğine göre, aptal değilsin."

"Sen buraya gelmek için zeki olmak gerektiğini mi düşünüyorsun? Siktiğimin evine çömez bir hırsız bile girebilir." Bir saniye kadar susup savcının yüzündeki ifadenin keyfini çıkardı. "Merve silahını sakın indirme," dedi. Yaklaşıp savcının üzerini kontrol etti. Neyse ki adamın giydiği pijamanın cebi yoktu, Gökhan'ın işi kısa sürdü.

Geri çekildi. "Evet, anlat bakalım."

"Ellerimi indirebilir miyim artık?" dedi sorusunu umursamadan.

Üzerinde bizim için tehlikeli bir şey bulunmadığı ve önü arkası bomboş olduğu için, "Tabii," dedi kibarca. "Evet, şimdi bize anlat bakalım şu bizim kaçıkla bağlantın ne?"

İnkar edecek kadar aptal değildi. "Kaçık olduğu doğru ama dünyanın en zeki insanıdır kendisi."

Gökhan silahı bir an olsun indirmiyordu. "Anladım, demek ki bu bir kişi."

Savcı bir saniye için kaşlarını çattıktan sonra gülmeye çalıştı. "Çok önemli bir detay olmasa gerek," diye daha çok kendisini teskin etmeye çalıştı.

"Senin gibi bir salağın anlayamayacağı kadar önemsiz ancak." Gökhan bunu öylesine güzel söylemişti ki sanki dudaklarının arasından hakaret değil, övgü çıkmıştı. Adam onun bu dengesizliği karşısında şaşaladı.

"Kurtuluşunuz yok," deyip hafifçe öne doğru eğildiği an Gökhan da ben de silahlarımızı daha sıkı tuttuk. "Onu bulup öldürebilirsiniz ama ölüsü bile peşinizi bırakmayacak." Sinir sanki tepeme fırladı. Boynumdaki tüm damarlar gerilmişti.

"Bak, ben Gökhan kadar sabırlı ve kontrollü değilim. Eğer gülmeye devam edersen seni taşaklarından vurur gebertirim." Tüm kaslarım kaskatıydı.

Gökhan'ın da gözlerinde bir saniye kadar korkunç bir dalga boyutunda nefret göründü, dudaklarında ağır ağır beliren tebessümle saklamaya çalışsa da başaramadı. Gökhan masaya doğru ilerleyip iki sandalyeyi savcının karşısına çekti. Adamla bizim aramızda iki metre kadar mesafe vardı. Ben sandalyeye düz otururken Gökhan çevirdi, bacaklarını açarak yerleşti, sandalyenin sırt kısmına bir kolunu yaslayarak başını yana eğip savcıya baktı. "Sormadan oturduğumuz için bağışla, saygıdeğer savcı. Tahmin edersin ki ayakta beklemek insanı yoruyor."

Savcı cevap vermedi. "Aptal numarası yapmayın, beni hatırlamadığınızı söylemeyin."

İkimiz de kaşlarımızı çattık. Hayır, kesinlikle bu adamı daha önce görmediğime yemin edebilirdim. "Siz iki velet benim midemi bulandırıyorsunuz." Yine öne doğru eğildi ama Gökhan'la ben az önceki gibi silahı tutuşumuzu sıkılaştırmadık. "Yaptığınızın cezasını çekmeniz için bir şeyler düşünüyordum. Sonra buna gerek kalmadan o beni buldu." Pis pis güldüğünde iri dişleri göründü. "Sizin için hazırladığı ölümü bir bilseniz korkudan altınıza sıçardınız."

Sert bir soluk olup sinirle titreyen elimi sıkıp açtım. "Birazdan son nefesini verecek bir adam için fazlasıyla özgüvenli sözler bunlar." Derin, sabır dolu bir nefes verdim. Savcı umursamadığını belli etmek istercesine ufak bir çocuk gibi omuz silkti.

Gökhan araya girdi. "Biliyor musun? En çok sizin gibi adaleti elinde oyuncak eden insanlardan. Kendileri rahat etsin diye bir yerlerde masum insanlara acı çektiren piçlerden."

"Ah, Gökhan." Başını iki yana ümitsizce salladı. "Henüz küçüksün. Adaletsizliğe uğramış biri nasıl adaleti sağlayabilir?"

"Konuş da bir önce seni geberteyim."

"Ölümü umursasam sana bulaşır mıydım, Gökhan Tunalı?" Savcı yine ciddileşmişti. "Ve şu yanındaki kıza bak, fırsatı olsa derimi diri diri yüzer."

Gökhan konuyu değiştirdi. "Bize neyi hatırlamadığımızı söyle."

"Bunu anlatmamam gerekirdi ama bu yalnızca onun intikam oyunu değil, madem öleceğim, o zaman sizi bunları çektiren öteki adamın, yani benim kim olduğumu söyleyeyim." Gözleri delicesine parladı. "En azından gözlerinizde gördüğüm o korkuyla karışık şaşkınlık beni tatmin eder. Ama önce sorayım. Kaç yaşında katil oldun?"

"Bu sikik bir oyun değil, orospu çocuğu. Neyi hatırlamadığımızı söyle," dedim öfkeyle. Dakikalardır sıktığım çenem, konuşunca ağrıdı.

"Ben söyleyeyim mi nasıl katil olduğunuzu? Kimleri öldürdüğünüzü?" Adamın gözleri doldu ama öfkeden mi üzüntüden mi olduğunu anlamadım. "Bu söylediklerimden sonra öldürebilirsiniz çünkü asla o kişiyle ilgili size bir ipucu vermeyeceğim. Madem ben öleceğim, davamı o tamamlasın."

"Başla," dedi Gökhan silahını oynatıp sabırsızlığını göstererek.

"Sen," dedi bana bakarak. Gözleri gölgelendi. Sanki bedeni bir saniye için titredi. Bakışlarında geçmişim acı dolu gölgesi belirdi. Bir anda az önceki adam gitmiş, yerine keder ve kin dolu bir adam gelmişti. Yutkundum. "Sen Merve Balaban, benim kızımı öldürdün."

Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Nefesim kesildi ve kulaklarım uğuldadı. Oturduğum yerde sendeledim. Ellerim o kadar şiddetli titremeye başladı ki silah düşmesin diye kucağıma indirdim.

"Sen de Gökhan Tunalı, benim karımı öldürdün."

Dakikalarca süren bir sessizlik yaşandı. Gökhan benim kadar şaşırmadı, daha çok öldürdüğü kişiler arasından hangisinin savcının karısı olduğunu seçmeye çalışır gibiydi. Ama savcı, "Yıllar yıllar önce," dediğinde Gökhan da şoka uğradı ama kontrolü hemen geri aldı. "Hatırlamıyor musunuz?"

İkimiz de yüzüne öylece baktık.

"Çocukluk arkadaşı olduğunuzu hatırlamıyor musunuz cidden?"

❄️

Ayy ne düşünüyorsunuzzzz, yorumları alayım buraya. 🤩

Bunu bekliyor muydunuz?

En başa sınır eklemek zorunda kaldım etkileşimin vasat olmasından dolayı. Bir okur bakarsanız o kısma sevinirim.

Güle güleee.

Lanjutkan Membaca

Kamu Akan Menyukai Ini

680K 25.9K 87
Genç kızın arkadaşının verdiği yeni numarayı yanlış yazan kızın gelecekteki kocasına tesadüfen yazması. İlk başta kız engel yesede engel bir şekilde...
44.6K 1K 29
bir gün ansızın babam yanında onlarca siyah takım elbiseli adamlarla gelmişti ben okulu bitirmeyi planlarken o benimle evlilik planları kuruyordu ond...
1.2M 51.8K 45
0545* Sizi "MAFYA" adlı gruba ekledi #Romantizm kategorisinde 1.Sıra✨ #3Ay kategorisinde 1.Sıra✨ #Siyah kategorisinde 1.Sıra✨ #Esir kategorisinde 1.S...
2M 99K 43
Abisinin arkadaşına yaptığı sosyal medya akımından sonra hayatı değişeceğini kim bile bilirdi ki? ○●□■ Siz : Seni bir arkadaş bir dos...