küçük işlerin adamı ve ebruli...

By Nneoll

23K 2.8K 9.5K

Küçük işlerin adamı, uydurma tamam mı? More

1| Yolları karıştırmayan Yibo.
2| Düş kapanı ile kandırılamayan çocuk.
3| Mevzubahis cılız bir çiçek,
4| Tek bir saç teli ve onun anlamları.
5| Yine olsa yine ve sadece senin için.
6| Küçük işlerin adamı ve günlük sayfaları.
7| Senin adın Ebruli.
8| Uykusuz uyku.
9| Sevilmeye yakın kediler.
10| Kendi düşmeyen ağlar.
11| Kıskançlık denizinin sıcak suları.
12| Göğsünde, sol kaburgalarının orada bir yerde.
13| Kavgacı çocuklarla baş etme rehberi.
14| Seni öptüm ve kıyamet bu yüzden koptu.
15| Ölen bir çocuk için hiç üzülmeyen dünya.
16| Her insan, bulutlara kafasını kaldırarak bakar.
17| Şanslı olanlar ve daha çok.
18| Tanrının yardımcı olduğu konular.
19| Kalbimiz neden böyledir?
20 | Ağlayan çocuğun rüyası ve bu rüyanın sahipleri.
21| Evden ayrılmak ve hatırlanması gereken öpücükler.
22 | Sadece aptalların baktığı haksız parmaklar.
23 | Zamanı telafi edebilmek.
24 | Ben anlamam, hiç kimseyi dinlemem; asla da vazgeçmem.
25 | Uçsuz bucaksız bir oda; kahvesini soğuk içenler.
27| İnsanlar ve heykeller.
28| Kazanılamayan savaşlar, bir gemi ve yenik düşmüş yalnızlar.
29| Sevgili baba,
30| "Benim sesim, kalbim ve buraya gelme cesaretim."
31| Yibo amcanın duydukları.
32|Patikalar, kımıl kımıl gölgeler.
33|Buradayım ve gittiğin yerde de olacağım.
34 | Zamanın terk ettiği yer ve dönüp dolaştığımız düşünceler.
35 |Ev olmak, eve dönmek.
36| Görünmez kapıyla tanışan adamın bir günü.

26| Hak ettiği gibi...

591 62 186
By Nneoll

Güneş gökyüzündeydi.

Okul çıkışı uğradığı park diğer her yerden daha serin, ama daha sesliydi. Bir süredir oyun oynamadığı çocukların okullarından çıkıp parka gelecekleri saati bekliyordu, çünkü nedensizce hepsini göresi gelmişti.

Gözlerini kapatarak oturduğu ağaç dibinde telefonundan yükselen bildirim sesini duydu. Az önce aramasını cevapsız bıraktığı babasının mesaj attığını bildiğinden cebindeki cihazı çıkarmak için herhangi bir girişimde bulunmamıştı. Kimseyle konuşmadan, hiçbir şey yapmadan oturup soluklanmayalı epey oluyordu, bunun tadını çıkarmak istiyordu.

Tabi böyle düşünüyordu ama yukarıdan bir yerden uçuşarak koluna dokunan ve bir rüyanın ömrü kadar yaşayan baloncukların varlığını da henüz fark edebilmişti. Tüm renklerin yansıdığı ve Yibo'yu bir anlığına bir film karesindeymiş gibi hissettiren baloncuklar geldikleri yerden mutlulukla ayrılıyorlardı.

Uykulu gözlerini tıpkı kendisi gibi ebruli renklere sahip baloncukların nereden geldiğini öğrenmek için daha çok açarak etrafına bakındı. Az ötedeki ağaç dalında oturan çocuk ayaklarını sallayarak tüm dikkatiyle baloncukları aşağıya üflüyor ve arada bir kıkırdayarak yanındaki küçük saksıya doğru mırıldanıyordu. Bu dünyadan değilmiş gibi durduğundan dikkatini çekmişti; Yibo o çocuğu tanıyordu.

Ve parkın en güzel yerini soran o çocuk aradığı yeri sonunda bulmuş gibi duruyordu.

"Ulan!"

Yibo bakmamak için inat ettiği baloncukları eliyle kovaladı, olduğu yerde tepindi ve elini öfkeyle sallarken yeniden bağırdı. "Bak buraya dört göz!"

Ağacın tepesindeki çocuk gözlüğünü düzeltip ve yaptığı şeye ara verip Yibo'ya çevirdi yüzünü. Öfkeli bir seslenişe verdiği karşılık tatlı bir gülümseme olmamalıydı ama, mutluyken gülmeden duramazdı.

"Çocuk parkına çevirdin burayı, tepeme tepeme baloncuk şey yapıyorsun! İn gel göstereyim sana insanları rahatsız etmek nasıl oluyormuş!?"

Yibo birden neden böyle sinirlendiğini anlayamamıştı. Sadece düşünüyordu ki, çocukların sahip olabildiği bu tasasız neşenin ve sonuçsuz eylemlerin bir yetişkine ait olması bu kadar kolay olmamalıydı. Her ne kadar uzunca bir yol kat etmiş olsa bile kendisinin bunu yapamayacağından olsa gerek, galiba kıskanmıştı.

"Seni tanıdım! Sen bana parkın en güzel yerini gösteren kişisin." Diye konuşan çocuk baloncuk üflemeyi bıraktığı için küçük kutunun ağzını kapadı ve ıslanan ellerini şortuna kuruladı. Ağaçtan inecek gibi durmuyordu, nasıl ineceğine dair soru işaretlerini ise aşağıdaki genç anlayamamıştı.

"Ne olmuş yani?" Dedi umursamazca, elleri belindeydi ve yukarı, ışığın geldiği yere baktığı için gözleri kısılmıştı. "Sanki öyle bir yer gerçekten var da."

Ağaçtaki çocuk hevesle bağırdı. "Tabi var! İnanmıyorsan gel kendin bak."

Yüzündeki oyuncu ifadeden, abartılı sesinden aslında canının sahiden de oyun istediği belliydi. Yibo'nun ise kendisine parlak gözlerle bakan çocuğa aldırış etmemiş gibi dursa da ağaca doğru yaklaşıp, tırmanmaya başlamasının bazı nedenleri vardı.

Nedenlerden ilki merakı, ikincisi oyunlara doymayan ruhunun bir ihtiyacı olabilirdi.

Biraz sonra oturan çocuğa yaklaştığında onun mutlu halini yakından görmenin şaşkınlığına bürünmüştü. Sadece ağaçta oturuyordu, nasıl böyle mutlu olabilirdi? Yoksa aklına ilk gelen düşüncede ki gibi o çocuk bir deli miydi?

Dakikalar geçmişti; gülümsemesi hala dudaklarındaydı, gözleri yanıp sönen ışıklar gibi canlıydı.

Yibo onun dikkatli bakışlarını yok sayarak ileriye bakmaya başladı. Sadece kısa bir an yandan bir bakış atmak istediğinde ise yakalandı. Kendisini düşünüyordu şimdi de; en mutlu anlarında nasıl da huysuzlanarak, anlamsızca öfkelenerek o anı kendisine zor ettiğini geçiriyordu kafasının içinden. Tek kendisi de değildi, çevresinde kim varsa- ki bu en çok Xiao Zhan oluyordu.- Ona da aynı eziyetleri ediyordu.

Sürekli böyle yapmasının nedenini düşünmeye daldığında yüzüne çarpan yaprakla yana döndü. Yibo'ya yaprak koparıp attıktan ve onun kendisine bakışını gördükten sonra gülen çocuk ellerini birbirine vurmuştu. Yibo ise attığı ters bakışların yerine ulaşmadığını, böylelikle etkisiz olduğunu görüp omuz silkmişti. Her zaman herkese çıkışan hali şimdi o çocuğa karşı pes etmişti. Belki de sadece çok yorgundu, bu yüzden fazla düşünmedi.

"Şimdi burası." Eliyle olduğu yeri gösterdi. Sesinde inanamayan bir tını vardı. "Parkın en güzel yeri mi?"

Sorusu olumlu yanıt aldığında etrafına bakmıştı. Heyecanlı bir ses ve hevesli bir işaret parmağı ona parkı anlatıyordu. Onu dinliyordu; her ne kadar duymuyor gibi davransa da gözleri onun gösterdiği yerlere dikkatlice bakıyordu.

"Bak en köşedeki renkli basamaklar görünüyor... sonra, sonra evet! Küçük ağaçların arasında kalan bankı bile görebiliyoruz. "

Yibo bakışlarını oraya çevirirken öteki daldaki çocuk konuşmaya devam etti. "Kim bilir kimlerin dinlenme yeridir orası, çok göz önünde değil çünkü."

Omuz silkti. Umurunda değildi ama dinlemeye de bakmaya da devam ediyordu. "Bak sokağın öteki yanındaki küçük büfe ve salıncaklar da gözlerimizin önünde. "

Yibo başını yana çevirip konuşan çocuğa baktı. Sen ne anlatıyorsun der gibi gözlerle kabaca baksa da o bunu umursamamış, daha düzgün bir ifadeyle dikkate almamayı tercih etmişti. Cevap vermeden yanındaki küçük saksıya uzanmış ve oturduğu yere yerleşerek üzerindeki küçük yaprak parçalarını silkelemişti.

"İnanmıyorsun ama acayip iyi bir yer burası. Her yeri görebildiğim için her yeri çizebiliyorum. Kalabalık oluyor resimler... kalabalık resimleri de çok severim zaten."

"Ben sevmem kalabalıkları." Yibo düşünmeden karşılık verdi, farkında değildi ama az önce kendisi de ayaklarını sallamaya başlamış, daha rahat oturmak için olduğu yerde kımıldanmıştı. "Çünkü gürültü de sevmem. Ben sadece..."

Duraksadığında gözlerinin önüne gelen Xiao Zhan ile yeni başka düşüncelere yelken açmıştı. Uzunca bir süre yalnızca onu düşünebileceğini ve bundan sıkılmanın kendisi için zor olacağını fark ettiğinde elini istemeden kalbine götürdü.

Ne hızlı atıyordu.

Sonra birden onu özlediğini fark etti. Elinin altında çarpan kalbinin gerçek olamazdı ama ezildiğini hissediyordu sanki. Bunun için olduğu yerden aşağıya inmek, görmeyi beklediği çocukları görmeden koşturarak gitmek istiyordu.

Fakat özlemek buna rağmen dayanılmaz gelmemişti ona; olması gereken her şey kadar normaldi. 

"Sadece düşünüyorum."

Sözlerini planında olmayan bir şekilde tamamladığında, gitme isteğini baltalayan sesler duydu aşağı taraftan. Çocuklar üzerlerindeki okul formalarını umursamadan oyuna gelmişler ve Yibo'yu görünce de dayanamayıp dibinde bitmişlerdi.

"Yibo Yibo!"

Yibo bir çırpıda aşağıya inip çocukların yanına gitti ve elleriyle hepsinin kafasına dokunup saydı.

"Bir, iki, üç dört...dört." son saydığı çocuğun kafasındaki elini havaya kaldırıp aynı yere koydu. "Beşincisi nerede?"

"Onun işi var, annesi çağırdı. "

Yibo düşünür gibi yaptı. Bu sırada ortadaki çocuğun hevesle, "Kaykayını getirdin mi?!" Diye sormasını duymazlıktan gelerek arkasında, ağaçta oturmaya devam eden bedene bakmıştı. Önüne döndüğünde ise ,"Kaykay yok size. " diyerek tüm çocukları yanıtladı. 

Ve çocuklar hep bir ağzından itiraz ettiğinde ise omuz silerek küskün bir tavır edindi. "Kaç gündür yokum burada hiçbirini arayıp sormadı. Varsa yoksa kaykay, Yibo kim ki zaten."

Çocuklar en uzun ve kuvvetle muhtemel en büyük olanı boş ellerine öne uzatmıştı. Müthiş bir hayret ifadesi ve kabul ettirmeye yönelik ses tonuyla bağırdı. "Ama benim telefonum yok ki!?"

Bu samimi hayıflanma Yibo'nun inadından hiçbir parça koparamadı, omuzları hep olduğu gibi umursamazlıkla inip kalktı ve sağa doğru çevirdiği gözlerine önemsiz manzaralar izletti. Sahiden de küskün duruyor gibiydi ve bu halinin bir çocuğun kalbine fazla geleceğini biliyordu. Bu yüzden çocuklar renkli gömleğinin eteklerine ve ellerine tutunup ismini seslenmeye başlasa da neredeyse hiç tepki göstermemişti.

Kendisinden yanıt alamayınca, "Küseceksen niye geldin buraya?" Diye soran çocuk arkadaş grubunda en kısa olanıydı. Şapkasını yamuk takmaya alışmış, o çok bilen havasını nadiren terk ettiğinden bu tavır onda iyice yer kazanmıştı. Yibo bu yüzden en çok onunla uğraşmayı seviyordu.

"Bana bak velet. Seni şu arkada oturan çocuğun yanına atar giderim, büyüklere karşı öyle söylenmez."

Çocuğun hizasına eğildiğinde elinin kafasının üstüne tutmaya devam etti. Oradaki herkes ciddi dursa bile gülmek üzere olduğunu anlamıyor, kendisi de arkasında bıraktığı çocuğun neden ağaçtan inmediğine anlam veremiyordu.

Çocukların ilgisi kendisinden uzaklaşıp ağaçta oturmaya devam eden bedene kaymıştı. Yibo ise onların birbirlerine el sallamalarına karşılık göz devirmekle meşgul oldu bir süre, sonra dayanamayıp onu yanına çağırdı. 

"İnsene aşağıya, ne oturup duruyorsun orada?"

Bunu demesiyle birlikte ağaçtaki çocuğun yaramaz bir bakışla karşılık verdi. Onu anlamak zordu.

"Ama tek başıma inemem ki!" Yapamadığı bir şeyi söylerken ne rahattı, belki de fazla kabullenmişti. Yibo bunu da garip buldu ve omuz silkerek önüne döndü.

"Ne halin varsa gör, kal orada ne yapayım."

O sırada çocuklar bir ona, birde ağaçtakine bakarlarken ikisinin yüzlerinin benzese de asla aynı olmayışlarına hayret duyuyorlardı.

Yibo çocukların oynamak için getirdikleri topa doğru ilerlerken arkasında bıraktığı ısrarlar o ardına dönene dek sona ermeyecekmiş gibi bir kararlılıkla devam ediyordu.

"Ama lütfen!" Demişti ağaçtaki çocuk. Uzaktan bakınca korktuğu söylenemezdi, fakat sahiden aşağıya inmeyi istiyor gibiydi. Bu yüzden aşağıda kendisine bakan küçük bedenlere yeniden el sallayıp arkası dönük duran Yibo'ya yeniden seslenmişti. "Yardım et bana, rica ediyorum."

Kafasını çevirip sabırsızlık içinde kendisini seyreden çocuğa bakan Yibo oldukça sert bir yüz ifadesi gösterdi ona. Etrafındaki küçük bedenler o vakte kadar sessizdi fakat içlerinden en büyük olan, "Hadi o da gelsin, birlikte oynayalım." Diye teklifte bulunduğunda tüm çocuklar birden, hep bir ağızdan bunu dile getirmeye başlamıştı.

Yibo her ne kadar dünyanın tüm memnuniyetsizliklerini suratında misafir ediyormuş gibi dursa da yürümeye başladı. Çocuklar heyecanlı, ağaçtaki beden mutluydu ve bir soru, Yibo'nun zihninde fırtınalar estirip duruyordu.

"Neden inemeyeceğin yerlere çıkarsın ki?"

Ağacın alt dallarına çıktığında sormuştu bunu, üst dalda oturan çocuk ise elindeki küçük saksıyı da alarak aşağıya doğru korkuyla bir adım atmıştı. Yibo onun ellerinin titrediğini, alnına dökülen saçları arasında ince ince terlediğini fark ettiğinde gözlerini kapatıp kısa bir süre sabır diledi ve daha da yukarı tırmandı, ona elini uzattı.

"Ver şu elindekini." Demişti huysuzca. Neredeyse aynı hizada olduğu çocuk da bedenini tesiri altına alan korkuya rağmen gülümseyerek küçük kaktüs saksını vermişti ona. Henüz sesli bir cevap vermemişti ve Yibo'nun kesinlikle düşmemesini tembihleyen sözlerini dinlerken en son dala kadar onun elini tutarak gelmişti.

"Atla."

Yibo yere yakın durduklarında demişti bunu ve çocuğun bir an bunu yapamayacakmış gibi bakmasıyla ani bir parlama ise hızlıca bağırmıştı.

"Atla çabuk yoksa ben seni iterim, yeter be!"

Onları izleyen küçük kalabalıktan bunu yapmaması için sesler yükseldiğinde Yibo elindekinin bir kaktüs saksısı olduğunu unutarak istemsizce sıktı ve aynı saniye tenine batan dikenle sızlanarak kendisine gelmeye çalıştı. Bu sırada düşecek gibi olsa ve herkesin yüreğini ağzına getirse de biraz evvel korkudan titreyen çocuğun bunu hiçe sayarak öne atılarak bileğinden tutmasıyla dengesini sağladı.

Böylelikle ona daha yakından baktı. Gözlüklerinin ardındaki endişe kendisinin sayılırdı ve önceleri duygu okumadaki beceriksizliği bugünlerde yerini başarmaya bıraktığı için Yibo onu çok iyi anlamıştı. Bakışlarını aşağıya çevirdiği sırada eline batan dikenin sızısını hala çok net duyuyordu; bununla Xiao Zhan'a duygu sömürüsü yapacağını aklının bir köşesine yazdığında ise yanındaki beden aniden kendisini aşağıya bırakmıştı.

"Ne yapıyorsun!" Diyerek peşinden aşağıya atlayan Yibo onun düştüğü yerden kaldırdı. Şaşkınlık, biraz da karmaşanın hakim olduğu gözleri önce onu baştan aşağıya süzmüş, kanamaya başlayan dizinden sonra istemsizce eli kolunu sıkmıştı.

Düşmesini umursamayan çocuğun saksısını elinde tutmaya devam ederken, "Sen var ya, cidden aptalsın." Diye söylendi. Sonra sesi yükseldi ve canı yansa da kendisine aynı aydınlık gözlerle bakan çocuğa bağırdı. "Düşeceğini bile bile niye atlıyorsun ulan!"

Çocuk dizindeki tozlarını çırptı beceriksizce. Omuz silkti; bu hareket Yibo'ya oldukça tanıdıktı. "Sen düşme istedim. Benim yüzümden düşersen vallahi üzüntüden yataklara düşerdim."

Yibo duyduğu abartılı sözlere baygın bakışlarıyla yanıt verirken çocuklar bir kez daha çekiştirmeye başladı onu. O ise yanındakine bakıp dizindeki yaraya göz attı, kaktüsünü uzattı ve sonra da kafasıyla oyuna çağırdı.

Onunla birlikte çocuklar boş alanda koşturmaya başladığı vakit arkada kalan iki kişi birbirine bakmaya başlamıştı. Dizindeki yaranın sızısına alışmaya çalışan çocuk gözlüklerini düzelterek önünde bekleyen küçüğe gülümsedi. Herkes giderken o kalmıştı, bir diyecekti belliydi.

Ve biraz sonra cebindeki yara bandını çıkarıp kendisine uzattığında şaşırarak sordu. "Bana mı veriyorsun?"

Küçük başını salladı. Arkadaş grubunun en sessizi olanıydı, ya da sakin daha uygun bir ifade sayılabilirdi.

Büyük olan yara bandına bakarken, "Ya sende düşersen. Buna ihtiyacın olmaz mı?" Diye ve sorusunun hemen ardından yere eğilerek küçükle aynı hizaya geldi. "Annen verdi bunu sana değil mi? Sürekli düştüğün için."

Çocuk, büyüğün bunu bilmesine şaşırıp kaldığında başının okşandığını hissetti ve bir başka yara bandı geri kendisine uzatıldı. Büyük olan kendi cebindeki yara bandını ona vermek istemişti.

"Al bunu. Benimde annem değil ama çok sevdiğim birisi bu sabah bunu bana vermişti. Sürekli düştüğüm için." Çocuğa tane tane, tatlı sesiyle konuşurken çocuğu etkisi altına almaması mümkün değildi.

İkisi birlikte biraz sonra oyun oynayanlara katılmak için yürümeye başladığında Yibo onlara göz ucuyla baktı ve nedenini anlayamadığı bir şekilde topu ne kadar uzağa atabileceğini göstermek istedi. Kendisiyle akran olabilecek gözlüklü çocuk yüzündendi bu; farkında bile değildi fakat onun yanında, ona baktıkça kendisinin eksiklerini fark edebiliyordu. Bir noktada öne geçmeliydi.

Mesela o hiç kimse için kendisini ağaçtan atmazdı. Bunu zaten yapmamalıydı, bu kesindi. Ama yine de hala adını koyamadığı bir huzurun o çocukla bütünleşmiş olmasını, kaotik benliğine yediremiyordu. Böylesine mutlu olacak ne vardı?

Ve attığı top parkın dışına çıktığında istediğinin bu olmadığına karar verse de iş işten geçmiş, tüm çocuklar onun bunu yapmasına itiraz ederken o yanlarına gelen ikiliye çevirmişti gözlerini.

"Oynayacaksan bırak elindekini, topumuzu patlatır falan."

İğnelemelerle dolu bu sözleri gözlüklü olanın elindeki kaktüse yönelikti. Kafasını kurcalayan bir başka soru da onu neden elinde gezdirdiğiydi ama bunu sormayacaktı.

"San Pedro topları patlatmaz. "Dedi karşısına gelen çocuk. Kabullenemez bir tavırla, heyecanla devam etti sözlerine. " O balonları bile patlatmaz."

Yibo onun San Pedro diye bahsettiği kaktüse baktı. Aslın küçüktü ve dediği gibi zararsız görünüyordu. Ama bu huysuz laflar söylememesi için önüne engel yaratamazdı.

"Hadi oradan sende!"

Çocuklar topu birlikte alıp geldiğinde içlerinden birisi havaya tekme attı ve ince bir sesle, sıktığı yumruklarını gevşetmeden Yibo'ya bağırdı. "Topa niye öyle vuruyorsun?!"

Yibo onun öfkesine aldırış etmeden etmeden omuz silkip başka yere baktı. Yanında, elinde kaktüsüyle bekleyen çocuk olduğu için aşağı basmayacak, kimseden özür dilemeyecek ve gerekirse bir kez daha tüm çocukları kendince deli edecekti.

Ortamdaki öfkeli havayı bozmak için, "Hadi oynayalım!" Dedikten hemen sonra sırt çantasını ve elindeki kaktüsü kenara bırakan çocuk çocukların neşesiyle karşılaştı. Onlarla oynamaya alışık olsa da uzun zamandır yapmamıştı ve şimdi etrafında koşarak topu ayaklarından almaya çalışan çocuklara karşı konulamaz bir yakınlık hissediyordu kalbinde.

Yine de, tüm istekli bedenlere rağmen o topunu ayakta öylece duran Yibo'ya atmıştı. Karşılık bekliyordu, bu aslında onun adına yapılmış bir davetti ve Yibo bir kerecik karşılık verse içindeki kıskançlıktan kurtulacaktı belki. Ama inadının kilidini kırmaya yetmemişti bu çağrı ve bir kez daha topu parkın dışına gönderirken bulmuştu kendisini.

Çocuklar bağırarak topa gittiği sırada Yibo karşısındaki bedene bakmaya devam etti. Neden böyle hissettiğini düşünmeyi bıraktı ve yeniden gitmek istedi oradan. Gitmek istiyordu çünkü anlayamadığı ama varlığından haberdar olduğu bir neden vardı, göğsündeki kalbi, onun kafesi ve bacakları titriyordu, tüm Yiboları sessizdi.

Eline telefonunu almak için hareketlendiğinde karşısındaki çocuğun konuşmasıyla donup kalmıştı.

"Haddinden fazla."

"Ne?"

Çocuk gözlüğünü düzeltip dağınık saçlarını düzenleme adı altında daha çok dağıttı. "Topa haddinden fazla vuruyorsun, tıpkı diğer her şeyi haddinden fazla yaptığın gibi."

Duygularını dışa vurmak için kıvranan Yibo sert bir ifadeyle ona baktı, bir adım atarak ona yaklaştı. Sözlü bir karşılık vermek üzereyken çocuğun sakince dile gelen sözleri kulaklarından içeriye doğru yolculuğa başlamıştı.

"Fazla sinirleniyorsun, fazla düşünüyorsun. Yapma böyle, kendine hak ettiğin gibi davran."

"Sen-"

Bir kez daha lafı bölündü. Ona kim olduğunu, nasıl böyle laflarla karşısına geçip konuştuğunu soracaktı fakat yanlarına gelen çocuklar buna mani olmuştu. Karşısında çocuk kendisine atılan topa sakince vurup karşıya yolladı ve çocuklara birazdan onlara dahil olacağını söyledi. Yibo ise kendisine yönelen, ufak bedenlerden çıkan öfkeli bakışlara aldırış etmemişti.

"Bak işte, topa bile böyle hak ettiği şekilde davranırsan, gerektiği kadar vurursan eğer...kimseye bir şey olmaz ki."

"Boş konuşuyorsun. Ne uydurup durdun öyle."

Yibo onu arkasında bırakıp yürümeye başladığında sesinin istese bile öfkeli çıkamayışı hakkında düşünmeyecekti. Başka zaman şahsına bir saldırı olarak algılayacağı bu sözler, şimdi haklı olabilir mi sorusuyla kendi köşesine çekilmişti.

"Yibo!"

Çocuğun gür sesini duyduğunda arkasına döndü, artık kızgın değildi. "İsmimi sormadın, öğrenmek istemiyor musun?"

Yibo burun kıvırdı. "İstemiyorum. "Dedi ve yeniden önünde dönerek yoluna devam etti. "Dörtgöz işte ne olacak."

Arkasında bıraktığı çocuk ise ellerini cebine yolladı. Kısa bir an, söylememesi gereken bir şey söylediğini düşünse de bu düşünce kısa sürmüş; biraz sonra tüm çocuklar yanına gelmişti.

"Yibo hep böyle mi?"

Tüm çocuklara sorduğu bu soru hemen yanıtlandı. Kabul edildi ve içlerinden birisi onu göstererek, "Deli o biraz." Diyerek söylendi. Sonra da küçük çocuk bu sözlerine kendisi bile razı gelememiş olacak ki arkadaşlarına bakındı, aynı ifadeyi onlarda da gördü. "Ama iyi birisidir. Bizi kaykayına bindiriyor, bizimle oyun oynuyor."

Yiboyla her zaman kavga eden çocuk tüm her şeyi unutup arkadaşının verdiği örneklere bir yenisini ekledi o sırada. "Bize çikolata da alıyor."

"Ama." Dedi bir diğer çocuk ciddiyetle. "Kendisine alıyor o kadar çikolataları, hepsini yiyemeyince bize veriyor."

Arkadaş grubunun en büyük olanı konuştuğunda ise diğer uğultular kesilmişti. Yibo'nun neler yaptığını en iyi anlayan kendisiydi ve bunu arkadaşlarına söylemek ona çok havalı bir iş gibi gelmişti o an. Büyümüş gibi hissetmek güzeldi.

"Çikolataların hepsini kendisine almıyor. Bize vermek için çok alıyor ama vermeden önce bir parçasını kendisi yiyip hepsini bitirememiş gibi yapıyor."

O an çocukların bunu anlayıp anlamadığından emin olunamazdı. Çünkü çocuk aklı biraz yarım, ama kocaman, içinde türlü dünyaları barındırırdı. Bu yüzden orada çocuk olmayan tek kişi gözlüğünü yeniden düzelterek hepsini yeniden oyuna teşvik etmeden önce Yibo'nun yeniden yürüyüp gittiği yola bakmıştı.

"Seviyor." Demişti bozulmayan sakinliğiyle; sesinin tınısı hep aynıydı. "Hak ettiği gibi."

_____________

Yibo parktan çıkıp yürümeye başladığı yol uzadıkça uzuyor gibiydi. Garip hislerin kalbinde yeşermesi epey önceye dayansa da ilk kez bu denli kendisini ona teslim etmişti. Sanki her şeye gücü yetecekti. Sadece birilerinin ona hadi gel yibo, dünyayı alt edeceğiz demesine ihtiyacı vardı.

Ve öte yandan varlığı su götürmeyen bir gerçek onu her şeyi yapmaktan alıkoyuyordu. Belki de yalnızca ılık bir duşta aradığını bulabilirdi, ya da Xiao Zhan'a gidip onunla uğraşmak her şeyden evla olabilirdi.

Yürümeye devam ederken cebindeki telefon biraz daha çaldı, babasının aradığını bildiği için hiç dokumadı telefonuna. Nihayet dükkana ulaştığında ise sabah okula giderken büyük olana sınavları için notlar çıkarması için kitaplarını bıraktığını hatırlayarak hızlanmıştı.

"Öğretmen adam!" diyerek girdiği dükkanın geniş ahşap masasında ders kitaplarına gömülen adamdan istediği tepkiyi alamadı. Bu yüzden daha yüksek bir sesle ona doğru yürürken ellerini ceplerine yollayarak aslında karnında kasılmalar hiç olmuyormuş ve kalbindeki heyecan hiç yaşanmıyormuş gibi rol kesmeye çalışıyordu.

"Bak buraya Zhan efendi!"

Sabırsız elleri ceplerinden çıkıp masaya yaslandığında bedeni de aynı doğrultuda öne eğildi. Gözlüğünün üzerinden kendisine bakan Zhan'ın bedeninde herhangi bir hareket yoktu, eli hala havada kitabı tutuyor, öteki eli not defteri üzerinde duruyordu.

Tebessümü Yibo için yetersizdi, daha fazla şey, daha fazlasını istiyordu.

"Ben geldim, bıraksana kitabi iki dakika." Diyerek açıkça bundan hoşlanmadığını söyleyen Yibo kaşlarını çatmıştı. Sabah kitaplarını bırakıp giderken mutlaka bitmeli dediğini unutmuş, parktaki haddinden fazla sözlerini ise tümden rafa kaldırmıştı. Söz konusu Zhan ise her şeyi öteye itip atmak çok normal geliyordu zaten ona.

"Ama kitapların... bitmeliler. "Zhan kitaba geri dönse de, beklentili gözlerle kendisine bakan gence karşı gelmenin oldukça zor olduğunu kabul etmişti. Sorumluluk bilinci olmasaydı çoktan defteri kitabı bırakıp Yibo'yu yanına çekmişti ama onun iyiliği için biraz daha buna karşı durabilirdi. "Senin yüksek notlar almanı ve dersleri sevmeyeceksen bile onları anladıktan sonra bunu yapmanı istiyorum."

Yibo masaya oturup satın aldığı ama hiç okumadığı kitaplarda parmağını gezdirdi. Fark etmeden alt dudağı aşağıya doğru sarkmıştı: hiçbir şeyi bilmek istemiyordu.

"Dersleri sevmemek için anlamama gerek yok." Durdu biraz, parmağı bile duraksadı. "Anlamasam da sevmem ki."

Bu sefer Zhan da yaptığı işe ara verdi. Pozisyonunu korumaya çalışsa da havadaki elini masaya yaslamış ve düşünceli bir hale bürünerek gözlerini bir kez daha küçük olana çıkarmıştı.

"Ebruli, insanın bir şeyi anlamadığı için sevmemesiyle, onu kendisine uzak ve ayrı gördüğü için sevmemesi arasında sence de fark yok mu?"

Araya giren sessizliği sebebi belliydi.

Düşünmek, düşündüğünü düşünmek sonu gelmeyen eylemler dizisi olarak Yibo'yu meşgul etmekteydi. Zhan ise bu sırada işine geri dönmüş, onu kapısını araladığı sorgulamanın içinde bırakmıştı. Yibo babasının tavsiyesi ile başladığı okulu hiç sevmemişti, hiç ders çalışmamıştı ve hiçbirini anlamamıştı. Anlasaydı sever miydi? Eğer biraz olsun bilse kendisine uygunluğu hakkında yorum yapabileceğine emindi. Ama bilmiyordu, haddinden fazla boş vermişti.

Sıkıntıyla Zhan'ın omzuna elini koyduğunda ayaklarını huysuzca salladı. "Yaşlı adam ama.." Diyerek sızlanmaya başlayacağı sırada büyük olanın ilgisini yeterince çekemediğini fark ederek duraksadı. Hızlıca bir şey düşünmesi gerektiğinin farkındaydı çünkü Xiao Zhan'ın bir iş üzerinde odaklandığında diğer her şeye az düzeyde dikkatini verdiğini biliyordu.
O an istediğini alamamış olmanın  sıkıntısını tüm kalbinde hissederken parmak ucunda, parkta batan dikenin bıraktığı küçük ize odaklandı.

Sadece saniyeler sonra oraya işkence edercesine sıkmayı bırakmış ve derisinin altından yükselen kırmızı renge memnuniyetle bakmıştı.

"Bak ben yine mağdurum."

Xiao Zhan onun uzattığı parmağını gördükten sonra kitabı bıraktı ve öncekinden daha ciddi bir ifadeyle eline uzandı. O sırada Yibo diken battığını söylemişti.

"Derinin altında diken kalmamış gibi duruyor. Böyle yaptığımda acımıyor değil mi?"

Yibo büyük olanın parmağının ucundaki küçük kırmızılığı silip oraya bastırmasıyla başını iki yana salladı.

İstediği ilgiyi yine alamıyordu, daha fazlasına ihtiyacı vardı. Bu yüzden Zhan masaya bıraktığı kitabı geriye almak için hareketlendiğinde ondan önce davranıp kitabı yere itmişti. Sıradaki hamlesi ise eli havada kalan Zhan'ın o elini tutarak kucağına oturmaktı ve bunu yaptığına kendisi bile kısa bir süre şaşırmıştı.

Ama hayır, gözleri ardına kadar açılarak kendisine bakan adam gibi susup kalmayacaktı. Kabul ediyordu ki, haddinden fazlaydı. Yine de durmayacaktı.

"Bugün...kitaplara benden daha çok baktın." Zhan'ı çenesinden tutup kendisine bakıyor olduğu halde yüzünü ona yaklaştırdı. Sesi aniden kısılmış olsa da anlaşılırlığı hala aynıydı. Kalbi sadece göğsünde değil tüm bedeninde eşit bir şiddette atıyor gibiydi; sabahtan öğlene kadar bu kadar özlediğini fark etmek çok garipti.

"Küçük işlerini bırak ve biraz da bana bak."

Nefesini tutarak kucağına çıktığı adamdan bir tepki beklerken onun gözlüğü ardındaki gözlerine sabitledi gözlerini. Eli çenesinden yukarıya dudaklarına ulaşmıştı. Göğsünde yaşantısını sürdüren çocuk sevinç çığlıkları atarak gezinirken bedenini bir yere yaslamak, heyecanına kurban gitmemek için bir yerden tutunmak istedi. 

Bu istekle beraber diğer elinin Zhan'ın omzuna uzanması kaçınılmaz olmuştu.

"Dudakların kurumuş, sana verdiğim kremleri kullanmıyor musun?"

Büyük olan dudaklarını ıslattı. Evet onları kullanmıyor, sıralı bir şekilde koyduğu yerde arada bir seyrediyordu. Nedenini ise saniyeler sonra, "Kullanırsam biterler." Diyerek söylemişti.

"Bitsinler. "Dedi Yibo. Bir an, Zhan'ın sırf kıymet verdiği için o kremleri kullanmıyor oluşunu kavrayamamıştı. Onun böylesine ince bağları önemsediğini, küçücük şeylere dünyaları sığdırdığını unutmamıştı lakin bunu hızlıca düşünememişti de. "Kullan diye verdim zaten. Bak ne biçim olmuş dudakların, cimrilik yapma ihtiyar. "

Bu sözler yanıtsız kaldı. Ama Xiao Zhan sadece bakarak bile anlatmıştı derdini. O yapamazdı, kalbinde bir yere ait olan her şeyi saklamak ister, düzenli aralıklarla izler ve adına cimrilik deseler bile bitirmezdi.

" İyiyim böyle. "

Yibo belindeki elin hareketlerinden büyük olanın kendisi oturduğu yerden kaldırmak istediğini anladı. Kaşlarını çattığında yere eğilerek kitabı almak isteyen adama engel olmak içinde davranmıştı. Yanağından tutarak yere eğilmesine engel olduğu Zhan bir şey yapamazken, burnunu onun boynuna yaklaştırdı ve alışkın olduğu bir şeyi yaparak gözlüğü çıkardı.

"Gözlüğünün camı kirlenmiş, böyle olursa çalışamazsın." Elindeki gözlüğe nefesini üfleyerek gömleğinin koluyla kurulamaya başladı. Dikkat ettiği bir eylem değildi, oyuncu tavrından her şey anlaşılırdı ama hala sanki tek derdi gözlük camını temizlemekmiş gibi davranmaya devam ediyordu. "Etrafı iyi görmen lazım. Çok gerekli ve de çok önemli."

Zhan ona sakince bakarken o aynı şeyi tekrar yaptı ve oturduğu yerin neresi olduğunu unutmuşcasına kımıldanarak gözlüğü olması gereken yere bıraktı. Zhan ise öncekinden daha kirli olan gözlük camına alışmak için birkaç kez gözlerini  kapatıp açmıştı. Sakince dursa bile sık sık nefes alıp veriyordu çünkü Yibo gözlüğünü almak için elini omzundan çektiğinden beri o elini beline uzatmıştı; ona çok yakındı.

"Ebruli, derslerini tamamlamama müsade etmeyeceksin değil mi?"

Yibo ona gözlerini kırpmadan bakarken başını salladı. Anlaşılmak hala, ilk anki gibi güzeldi. 

"Biraz böyle kal, ben sana bakarken beni bekle." Diye konuştuğunda parmaklarını kendisine sevgiyle bakan adamın saçlarına karıştırdı. Önceleri bu anlayışlı gözlerden nasıl çekindiğini hatırlamıştı. Hem anlaşılmak, hem de kuytu köşede saklı kalmak istediği o dengesiz zamanlar çok uzak olmasa da bir daha o noktaya geri adım atmayacağını biliyordu.

Sözlerine devam etmeden önce zaten kucağında oturuyor olduğu adama sarıldı. Aniden uysallaşmış gibi hissetse de, kanında kaynayıp duran arzuyu yok edemezdi. Midesinin kasıldığı her seferde kendisini büyük olana bastırmamak için zor durduğunun da farkındaydı. "Derslere kendim çalışacağım. Sen şimdi bunları bırak... benimle... benimle vakit geçir."

Zhan onun kımıldanıp durmalarından anlıyordu. Zorlukla yutkunmasının  sebebi de tam olarak buydu.  Kolları onun bedeninde, gözleri onun güzel gözlerinde ve nefesi tam dudaklarının üzerindeydi; Bunca şeye nasıl dayanacaktı? 

"Yibo." Dediği an dili tutulur gibi olmuş, aklındaki her sözcüğü dudaklarında tutsak bırakmıştı. Bu yüzden o an en kolay gelen soruyu soracaktı "Sen hep orada mı oturacaksın?" 

Yibo oturduğu yerin farkına yeni varıyormuş gibi etrafına bakındı. " Ne var be!" Diyerek Zhan'ın kucağına daha çok yerleşirken büyük bir keyfin gölgesi düşmüştü gözbebeklerine. İstediği olmuş; Xiao Zhan tüm dikkatine kendisine vermişti. İşte şimdi gerçek anlamda tüm dünyayı elinin tersiyle itebilir ve bütünüyle rahatlayabilirdi. "Sen hiç kendi kucağına oturmadın, çok rahat aslında. Anlayamazsın."

Zhan ben kime laf anlatmaya çalışıyorum der gibi gözlerini kapatıp başını küçük hareketlerle iki yana salladı. Elini olduğu yerde sıkarken Yibo onu ikna etmeye, daha doğrusu onunla uğraşmaya devam ediyordu. Bu ona fazla keyif veriyor gibi duruyordu.

"Sen hiç kendi kucağına oturamayacaksın yaşlı adam. Ne üzücü, ağlasana bir kere, bir şey deneyeceğim."

Kendisine küçük bir tebessümle bakan adamın saçlarını serbest bırakıp yanağına doğru düşürdü elini. Teninin bıraktığı hissi seviyordu, onunla birlilte olduğu günden beri dokunmak konusunda tüm çekinmelerini bir kutuya kapatmıştı ve o kutu, açılacak gibi görünmüyordu. 

"Vazgeçtim ağlama çünkü..." Dediğinde duraksadı ve dilinin ucuna gelen sakin kelimeleri kovaladı. Bunun yerine büyük olanın yanağını hırsla sıkıştırarak devam etti. "Çünkü çok çirkin oluyorsun!"

Sözlerine gülen adamın yanağını az daha çekiştirdi ve sonra duruldu. Nefesleri yavaşladı, kımıltıları azaldı ve eliyle okşadığı yüzden fazla uzaklaşmadan konuştu.

"Zhan-ge?"

Aldığı onaylama sesi tüm dünya kendisini dinlese bile edinemeceği bir ilgiyle çıkmıştı Zhan'ın dudakları arasından. Ne söylese aynısı olacaktı, ne diyecekse desin birisi onu hep böyle dinleyecekti. Bununla birlikte şanslı hissederken birkaç dakikadır merak ettiği şeye sıra gelmiş, yine aynı sesle sakince sormuştu. 

"Az önce gözlük camını temizliyorum ayağına daha da kirlettim ama itiraz etmiyorsun, neden?"

Zhan başını onun omzuna yaslayıp hemen geri çekti. Onu kucağında daha yukarıya çekerken gülümsemişti. "Çünkü. "Demişti keyifle. "Ebruli'min renklerine kirli gözlük camları bile dokunamıyor." 

Yibo öylece beklerken onun dudaklarından kısa bir öpücük çalarak devam etmişti. " O hep gözlerimin önünde parlayıp duruyor. Kör olsam dahi görürdüm ben onu."

İçinden yükselen ve kendisiyle birlikte bütün Yiboları şaşırtan bu sözler yüzünde karmaşanın dalgalanmasına neden oldu. Dudağını ısırırken ne diyeceğini bilemedi, sırtındaki ince ter tabakasına bir yerlerden bir rüzgar girdi ve en sonunda oflayarak büyük olanın kolunu çimdiklemekte buldu çareyi.

"Gösteriş yapmayı bırak."

Xiao Zhan'ın dudağının kıvrımlarına yerleşen keyifli tebessüm büyüyerek samimi bir gülümsemeye dönüştü. "Gösteriş mi?" Derken sözlerine tıpkı Yibo'nun yaptığı gibi vurgular ekliyor, onu taklit ediyordu. "Külliyen yalan, hiç yapmam. "

Yüzünü buruşturan gencin birazdan kalkmak isteyeceğini bildiğinden masaya yaklaşarak onun kaçış alanını kısıtladı, mümkünmüş gibi daha sıkı kavradı belinden. "Hem gösteriş dışında yapmak istediğim başka şeyler var benim. Yapayım mı?"

Sağa düşürdüğü başıyla ve sakin olsa da iç gıdıklayan sesiyle Yibo için oracık da bir mahvoluş tiradı yazılabilirdi. Ama bu kaçınmak istese de sonuna kadar gideceği bir süreçti, bu yüzden Xiao Zhan henüz hiçbir şey dememişken, sadece öyle yoğun, öyle sevgiyle bakarken onu kendisine çekerek öpmeye başlamıştı.

Aldığı karşılık ilk olarak yetersiz kalırken dakikalardan yapmak istediği, ama yapamadığı şeyi yaptı. Yavaşça oturduğu yerden ayrılarak daha şiddetli bir şekilde kendisini büyük olana bastırdı. Hareketlerinin kışkırtıcı olmasına dikkat ediyordu; belki de Zhan'ın kendisini istemesine olan ihtyacı yüzündendi. Sevilmeye hiç doymuyordu.

Dudağını çekiştiren dudaklara onun yaptığından daha çok asıldı, böylelikle istediği inlemeyi duyarak ondan ayrıldı. O an Zhan'ın gözlerinde yanan ateşi gördüğü kadar tereddütün karanlığını da görmüştü. Kesikleşen nefesinde bu gölgelerin de payı vardı. 

Sanırım her zaman reddedilme korkusunu kalbinde yaşayacaktı.

Ve Zhan onun saçlarını okşarken şefkatle, "Buradayız. Kapıdan gelen birinin hemen göreceği yerde. "Diyerek tereddüt yaşamasının nedenini açıklamıştı. Yibo'nun her duraksama anında böyle donup kalmasını ve korku yaşamasını nasıl halledebilirdi bilmiyordu. Onu seviyordu, onu her şeyden çok seviyordu ama saniyelik boşluklarda onun kendi yarattığı korku evreninde kayboluşuna mani olamıyordu. Belki de başka birisinin yardımına ihtiyacı vardı.

"Biri bizi görse ne olur ki?" Diye soran Yibo rahatlamış olsa da huysuzca söylendi. Bir zamanlar Fanxing'e yakalandığını ve bunun ona neler yaşattığını unutmuştu. "Tüm sokak dükkandan içeriye girip gözünü dikse bile seninle sevişeceğim." 

Öksürmeye başlayan adamın omzuna vururken sözlerine devam etti. "Yatakta hiç öksürmemiştin. Bırak numarayı ihtiyar."

Bunu demesiyle olduğu yerden kaldırılarak ve arkasındaki masaya oturtulması aynı anda gerçekleşti. Bu sefer de gözleri şaşkınlıkla aralanan taraf kendisi olmuştu. Kalçasından kavrayan ellerin varlığı gitse de tüm bedeni uyuşmuştu. Çünkü Xiao Zhan'dan böyle bir atiklik beklemiyordu.

"Ebruli, sen..."

Sözlerine devam edemeyen adamı kendisi tamamladı. Tek kaşı yukarı kalkmış ve kendini beğenen gülümsemesini dudağına çağırmıştı. "En az senin kadar fenayım değil mi?"

Ona sarılan adam hım'layarak onayladı. Pes etmiş, dağılan kitapları boş vererek biraz sonra Yibo'yu yeniden öpmeye başlamıştı. Onun bacaklarının bedenine dolandığını hissettiğinde öne daha çok eğilerek ellerini saniyeler içinde hasret düştüğü bedene uzanarak onun her detayını hatırladığı gibi bulmanın keyfini yaşadı. 

Yibo'nun  gömleği elleri arasında dağılmıştı ve ayrıldıkları iki saniyelik arada, gözlüğü çıkarıp kenara koyduğunda kendisinin de dağılmış halini önündeki küçüğe açıkça göstermişti. 

Dudakları yeniden buluştuğunda ise her ikisi de artık daha heyecanlıydı. Zhan elini Yibo'nun gömleğinin içine yollarken Yibo'nun iç çeker gibi soluklandığını hissetti. Ama nefesini dudaklarından verememişti, hali daha çok nefessiz kalmış gibiydi. Kendisinin ise elleri titriyordu. 

Kaçıncı öpücüktü bu bilmiyordu, ama bu heyecanını hiç yitirmemişti. Kalbi göğsünde bir cihat başlatarak ondan yana olmuyor; onu her seferinde bu coşkun duyguların ortasında bırakıveriyordu.

Bedenlerinin temas eden yerlerinden başlayan küçük kıvılcımlar sıcaklığı arttırmıştı sanki. Zhan elinin gezinip durduğu yerlerde Yibo'nun terlediğini fark etmişti ve kendi boynundan süzülen iki damlayı da Yibo'nun elinin tersiyle sildiğini hissetmişti.

O an dilediğini başka hiçbir şey yoktu. Hatta davetsiz misafirleri kapıdan içeriye girmeseydi Yibo'yu kucaklayıp yatak odasına götürecekti. Ama bu öyle olmayacaktı çünkü tüm vakitsiz şeyler vakti geldiğinde yaşanırdı.

Mesela sabah alarm hep vakitsiz çalardı. Hatta iki dakikalık bir hatayla yapardı bunu, ama her gün mutlaka uyandırırdı Yibo'yla Xiao Zhanı. Sonra, eve kargolar zamansız gelirdi hep; beklenmedik günlerde ve saatlerde çalardı kapı. Kediler bile olur olmadık vakitlerde çıkıp gelirdi dükkanın önüne, Yibo buna mani olamazdı.

Ve Yibo ne zaman geçmişin üzerine kalın bir örtü çekse bir yerlerden bir rüzgar eser, bir şarkı başlardı. Birileri girerdi o küçük dünyasına ve o kişi bir şey yapmasa bile mutlaka bir şeyler yaşanırdı. Tam o sırada, babasının geldiğinden habersiz daha çok öpülmek ve kendisini bu sıcak hissin kucağında uyutmak isterken de hiçbir şey olmamış, ama birden kalbi kırılmıştı. Hisleri, gelecekten gelerek tünemişti göğsünün orta yerine belki de. Hala vakitsiz sayılırdı, ama tam vaktini de kaçırmayacaktı.

"Yibo."

Bu ses kulağından içeriye dolmasıyla Zhan'ı iterek kendisini yere atması bir olmuştu. O sıcak his şimdi başka başka diyarlarda, ulaşamayacağı bir noktadaydı. İsmini seslenerek yanına eğilen adamın elleri bile düştüğü yerden kaldıramamıştı onu. Gözleri babasında ve onun ben bir haber vereceğim anlamıyla ifade bulan yüzündeydi.

"Baba.. neden geldin?" Diye sorabilmiş olması bile bir şaşkınlık sebebi sayılırdı. 

Babası onu görmeye alışık olmadığı bir rahatlıkta giymişti. Yorgun gözleri olduğu yerden bile apaçıktı. Tüm gün ondan kaçıp, aramalarına da mesajlarına da karşılık vermeyişinin sebebi işte bu histi. Bir şeyler olacaktı. 

"Sana ulaşamayınca yanına geldim."

Zhan Yibo'yu  yerden kaldıramasa da onun yanından ayrılmamıştı. Onunla aynı hizada uzakta konuşan adama bakıyordu.

"Yibo oğlum." Dedi adam sakince. Dilinin ucundaki sözlerin öylece söylenmeyecek bir şey mi olup olmadığından emin değildi ama artık düşünmek bile külfetli bir eylem sayılırdı.

"Biz annenle boşanıyoruz."

Yibo yerde otururken rahatlar gibi oldu. Bu sözler onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Hiç bir ehemmiyeti yoktu. Öyle ya da böyle hiç fark etmezdi. Aynı sona çıkan tek yola sahip olmakla, bu yolu ikiye ayırmak neden ilgilendirmeliydi ki onu?

Yolun sonu hep aynı yere, aynı  sevgisizliğe çıkacaktı nasıl olsa.

Babası da onun umursamazlığını ve ilgisizliğini gördüğünde şaşırmıştı. Fakat anlayabiliyordu ve bu onu girdiği buhranda az daha öteye sürüklemekten başka bir işe  yaramamıştı. İşleri nasıl toparlayacağı hakkında hiçbir fikri yoktu.

"Ama annenle görüşmelisin." Dediğinde duraksadı, oğlunun bir neden sormasını istedi. Ama gördüğü gözlerde kızgınlıktan öte bir küskünlük yakalamıştı. Demek bu böyle olacaktı. Öyleyse uzatarak hem kendisine hem de karşısındaki gence bu garip konuşmayı yaşatmasının bir anlamı yoktu. Sözleri devam etti bu yüzden; vakitsiz ama tam vaktinde yaşanacak bir ayrılığın haberini verdi oğluna.

"Çünkü birkaç gün sonra annen yurtdışına taşınıyor."

○○○○○○○○

Rezil rüsva bir bölüm olmuş olabilir. Çok üzgünüm, hem geç geldi hem de güzel yazamadım.

Ama bu ara o kadar yoğunum ki, ve hastalığım beni öyle cok aşağıya çekiyor ki uyku bile uyuyamıyorum .

Buna rağmen Amelie ile karşılaşıp onu ebruli ile birlikte yazmak bana çok iyi geldi. Sabahın köründe aptal gibi sırıtıp durdum bilgisayarın başında. Umarım bölüm sizede biraz olsun keyif verebilmiştir.

Yakında sınavlarım var ve hastane işlerim de çok arttı son zamanlarda. Bu yüzden yeni bölümü geciktirmem desem de biliyorum gecikecek. Ama en fazla bu bölümün geciktiği kadar gecikir. Yeniden özür diliyorum, sağlıcakla kalın. Güzel bakın kendinize ⚘❤

Continue Reading

You'll Also Like

32.9K 3.9K 10
jjk: affedersin, tavşanımı hamile bırakan senin tavşanın mı? semetae / texting+18 (ağırlıklı) / text ~ #1-vkook {120424} #1-hayran kurgu {110424} {25...
39.3K 2.1K 20
Yabani evrenindeki çiftimiz Asi ve Alaz'ın hayatları farklı bir şekilde kesişeydi, mesela Asi, Soysalan Üniversitesi'ne bomba gibi düşseydi, nasıl ol...
108K 13.5K 59
Seungmin ve Chan eski sevgililerdir. Chan'ın yeni sevgilisi Seungmin'e "saçma" mesajlar atınca Seungmin Chan'a yazar.
42.7K 6.2K 29
Babasının istediği için ondan iki yaş küçük olan ve zorbalık yaptığı çocuk ile kendi rızasıyla evlenen minho, jisung ile kendi arkadaşlarının olduğu...