Papatyalar Karanlıkta Büyür

De kariabenam

769K 46.9K 81.9K

Soğukkanlı bir seri katille yolu kesişen bir kız... Üstelik kaderleri ortaktır ve sır perdesi aralanana kada... Mai multe

I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII
XIV
XV
XVI
XVII
XVIII
XIX
XX
XXI
XXII
XXIII
XXIV
XXV
XXVII
XXVIII
XXIX
XXX
XXXI
XXXII
XXXIII
XXXIV
XXXV
XXXVI

XXVI

15.9K 1K 3.8K
De kariabenam

Nasılsınız bakalım?

Ay çok uzun zaman oldu değil miii? Ben de onları özlemişim.

Çoook özür dilerim ama durumu izah etmiştim. Anlayışınız için teşekkür ederim güzelliklerim.

Bir de bölümün yarısından fazlasını düzeltemedim hızlıca atmak için. İmla, noktalama hatası veya gözünüze batan bir kısım olursa söyler misiniz?

Oy verip bol bol yorum yapmayı unutmayın olur mu?

Keyifli okumalar!

XXVI

Scar;

Sanırım onları avladığım için bana Scar diyorlar. Ben yalnızca içimdeki öfkeyi bastırmak istiyorum, tek değilim, hiçbir zaman tek olmadım. Beni yenebileceklerini düşünüyorlar ama ben artık bir Tanrı gücündeyim. Hep öyleydim ama keşfetmem zaman aldı. Ben bir Tanrı’yım, zirvedeyim. Beni aşağı çekecek tüm ipleri kopardım ve ayaklarımı yere mühürledim. Sonsuza kadar buradayım, bir daha asla aşağıya düşmeyeceğim. Bunun ne demek olduğu hakkında bir fikirleri yok, sizlerin de fikri yok. Hepiniz zavallısınız ve bu yükseklikten aşağıya baktığımda gözüme bir böcek gibi görünüyorsunuz. Aynanın karşısına geçin ve bunu itiraf edin, kendinizi kandırmayın. Zavallı, güçsüz insanlarsınız ve bu yüzden her zaman kaybetmeye mahkûmsunuz.

Benden nefret mi ediyorlar? Bu beni mutlu eder çünkü nefret sevgiden daha kalıcıdır. Benden nefret etmek, beni takip edecekleri anlamına gelir ve zamanla hayranlığa dönüşür. Siz de öyle, çünkü pek bir şansınız yok. Muhtemelen sapkın bir ucube olduğumu düşünüyorsunuz. Umurumda değil. Hiçbir zaman aksini iddia etmedim. Ucube de olsam en büyük benim. En yüksekte ben varım.

Artık iyiliğin yeterli olmadığını düşünüyorum. Güçlü olmak için kötülükle dolu bir zihin gerek. Merhamet güçsüzlüktür, zaaflar insanın yumuşak noktasıdır. Acı çekmiyorum, korkmuyorum ve bu ikisi, yapabileceklerimin sınırı olmadığını gösteriyor.

Kazanamayacağımı sanıyorlar. Ama elimde silah olmadan, ateşten kılıcım olmadan da onları yenerim. Kendi gücüm benim bile başımı döndürüyor. Beni durduramazlar. Ben mükemmelim ancak onlar, yeryüzüne gelmiş en şanssız insanlar: Merve Balaban ve Gökhan Tunalı… Artık oltamın ucundasınız.  Bana karşı hata yapmamalıydınız çünkü affetmeyeceğimi bilmeliydiniz.

Öncelikle olanlardan ve olacaklardan ben değil, bu ikisi sorumlu: Balaban ve Tunalı. Sizi izlerken sessizce kahkaha atıyorum. Vücutlarında bir damla kalmayana kadar kanları parmaklarımın arasından akacak. Sonra dilimi elime götüreceğim, kanlarının tadına bakacağım ve uyuşturucuyu ilk kez böyle tadacağım. Şimdilik bilmiyorlar ama bu bir bulmaca değil, hiçbir zaman öyle olmadı. Bu bir güç oyunu.

Ben kazanacağım ve ikisini öldüreceğim fakat söylemek istediğim bir şey daha var: ben hiçbir zaman yalnız olmadım. Nefret benden doğdu ve etrafıma da onu yaydım.

❄️

Merve Balaban; 

Duygu karmaşasının bedenimi kolayca terk etmesi mümkün değildi ama hâlâ Gökhan’a sarılıyorken ve o da bana sarılıyorken, en azından kendimi yalnız hissetmiyordum. Hem de hiç. Ayaz kokusunu bastıran hafif kokusunu içime çekmeye çalıştım. O harabe yerdeki ceset kokusunu burun direğimden kazıyıp yerine onun kokusunu oturtmak istedim.

Dudaklarını saçlarımda hisseder gibi olsam da emin olamadım. Belki yine o tereddüdü yüzünden yarım kalmış hareketlerinden biriydi. “Buradan bir an önce gitsek daha sağlıklı olur.” Sesi arka fondan kuvvetle geliyordu. Sarılalı uzun zaman olmasa da birkaç dakika olmuştu. Gökhan hâlâ ne yapacağını bilmediğini istemeyerek de olsa hissettiriyordu. Bir konuda bile olsa, bu kadar bilgisiz ve acemi olduğunu görmek onu gözümde daha insancıl yaptı.

Kollarımı ondan ayırıp derin bir nefes alıp verdim, ardından başımı kaldırıp kasılmış yüzüne baktım. “Orada iki ceset var,” dedim lafı dolandırmadan. “Günlerdir ya da saatlerdir orada olmalılar. Bir ölü ne kadar sürede kokar bilmiyorum ama iğrenç kokuyor ve yine uyuşturucu ile öldürülmüşler.”

Önce eve, sonra elimdeki kemere kısa bir bakış attı, yüzündeki ifade değişmedi. Ki zaten hayatında en çok şahit olduğu şey ölüm olan bir insanın dehşete kapılmasını da beklemiyordum. “İlk önce oraya bakalım, sonra neler olduğunu detaylıca anlatırsın.”

Başımı salladım ve gözümün üzerine düşen avare bir saç tutamını kulağımın arkasına ittim. Yan yana tek odalı eve yürürken gecenin çabucak bitmesini diledim. Yorgunluk damarlarıma akıtılmış cam kırıkları gibiydi. Kilidini elimde tutmaya devam ettiğim kemerle açtığım kapıyı ayağıyla iterek açtı. Daha saniyesinde o iğrenç koku burnuma doldu. Algılarım iyiden iyiye uyandığından mıdır bilmem, sanki şimdi daha da dayanılmazdı. Çürük et, kalmış kan kokusuyla karışık sidik kokusuydu.

Gökhan’ın arkasından içeriye girerken yüzünün aldığı şekilden kokunun onu rahatsız edip etmediğini anlayamadım ancak adımları tereddütsüzce hızını azaltmadan kadınla adamın yanına vardı. “Onlara dokundun mu?” diye sordu dalgın bir sesle. Tüm odağı cesetlerin üzerindeyken cebindeki telefonunu çıkarıp fenerini yaktı.

“Başka çarem yoktu,” dedim omuzlarımı silkerek. “Buraya geri dönüp ölüleri inceleyeceğimizin garantisi olmaz diye çıkmadan önce inceledim ve tedbir almak için uygun bir şey yoktu.”

“Anladım.” Eğildi ve çıplak elleriyle iğrenmeden adamı yüz üstü çevirdi. “O zaman işimiz bittikten sonra burayı yakacağız.”

Eski Merve olsa buna itiraz ederdi, en azından bir mezarları olacak kadar merhametli davranmamız gerektiğini söylerdi. Ama şimdi, iki cesede baktığımda tek düşündüğüm, mezarı olan bir ölüyle mezarı olmayan bir ölünün birbirinden hiçbir farkı olmadığıydı. Sırf tanımadığım bu iki insanın toprağı damgalı olsun diye kendi geleceğimi mahvedemezdim. Zaten yeterince mahvolmuştu.

Aklıma arabam ve içindeki çanta geldi. Fakat en önemlisi çantanın içindeki flashtı. Eğer o bir polisin eline geçerse… Düşüncesi bile ürpertti. Flashın ışığında cesetleri inceleyip fotoğrafını çeken Gökhan’a tepeden bakarak, “Gökhan,” dedim. “Buradaki işi bitirip arabamla kaza yaptığımız noktayı bulmamız gerekiyor. Ben bir kişiyi öldürdüm ve bizden önce polis bulursa tutuklanırım.” 

Bana bakmadan, “Merak etme,” dedi. “Öyle bir şeye müsaade etmeyeceklerdir. Polis seni tutuklarsa istedikleri gibi at koşturamazlar.” Derin bir nefes verdiğini duydum. “Ama yine de burayı hallettikten sonra bakarız.” Boştaki elini pantolonuna silerek doğruldu. İşinin bittiğini zannederken o, odanın içine ışık tutarak iyice aradı ama yararlı bir şey bulamadı.

Çıkacağını anlayınca hareketlenerek ondan önce bu harabe, berbat kokusunun genzimi sızlattığı yerden çıktım. Kenarda durup ıssız, karanlık, sessiz etrafı seyrederken Gökhan da arabasından benzin bidonunu çıkardı. Kulübenin içine girdiğini ve yarı aralık kapıdan cesetlerin üzerine, odanın zeminine benzin çilediğini gördüm. Ardından da kulübenin dışına döktü. Çakmağı yakınca kendimi güvenli bir noktaya çektim. Ucunda ateşin yandığı çakmağı yere attı ve bir ateş hattı hızla evin çevresinde dolandı, ardından içeriye doğru yol aldı. Yüzümüze aniden büyüyen alevlerin sıcaklığı ve ışığı vururken bana doğru gelen Gökhan’la birbirimize baktık. Yorgunluğumu bakışlarımdan anlamış olacak ki varlığını hissettirmek ister gibi tüm azametiyle yanımda dikildi ve kolunun benim koluma değmesine izin verdi. Bu hareket az da olsa gevşememe yardımcı oldu. Yalnız değildim, tüm sorunları birlikte çözecektik, flash konusu hariç…

Cesetlerin de yandığından emin olduğumuz süre geçtikten sonra, “Gidip şu arabayı da bulalım mı? İçim rahat bir şekilde günü sonlandırmak istiyorum,” dedim.

Başını sallarken yüzündeki ifade rahat olmam gerektiğini söylüyordu. Bir adım geri attıktan sonra arkasını dönerek yürümeye başladı fakat adımlarını, aramızdaki mesafeyi açmamak için kasti olarak küçük tuttuğu belliydi.  “Sen, seni çipten takip etmemi bırakmamı söyleyince ben de bıraktım. Bu yüzden geciktim.”

Bu bir özür müydü?

“Birinin gelmesini beklemedim,” diye küçük bir yalan söyledim. Birinin gelmesini beklemeden kendimi kurtarmaya çalışsam da en azından ummuştum.

“Orası açıkça belli. Her neyse, eve gidince bu cinayetlerle ilgileniriz, şimdi sağlıklı düşünemezsin, detayları atlayabilir ya da şokun etkisinde olduğun için farklı algılayabilirsin. Nasıl olsa sevgili katilimizin zamanı bol gibi.” Bir süre durdu, sanki bir şey söylemek konusunda kararsız gibiydi.

“Ne söyleyeceksen söyleyebilirsin.” Gerçekten de söylediği hiçbir şey üzerimde etkili olmayacak gibiydi. Sanki kıyametin birazdan başladığını söylese omuz silkecek kıvamdaydım.

Nitekim, “Annen evden gitti,” dediğinde hiçbir tepki vermedim, hiçbir şey hissetmedim. Belki de zaten gideceğini bildiğim içindi. “Kapıları kilitlememi söylemiştin. Ben de kilitlemedim. Sevinmediğimi söyleyemeyeceğim ama ben hiçbir şey yapmadım.”

Karanlık geceye bir soluk bırakırken, “Merak etme,” dedim yorgunca. “Onu öldürüp bir yere attığını düşünmüyorum.”

“Güzel, başımın etini yemeyeceğin için şükretmeliyim.” Bugün olanların etkisini üzerimden atmaya çalıştığını sezdim. Sadece sezdim çünkü Gökhan duyguları konusunda kapalı bir kutuydu. Yalnızca hareketlerinden, sözlerinden bir anlam çıkarabiliyordum.

“Hiçbir zaman başının etini yemedim,” diye homurdandım. Gözlerimi tam karşıda, şoför kapısının açık olduğu arabaya diktim. Havanın aslında soğuk olduğunu da o an fark ettim. Çıplak bedenime rağmen bunu hissetmemem, yaşadığım zorluğun bir kanıtıydı.

“Ah, evet. Yanlış oldu. Sinirlendiğinde direkt kurşuna dizmeyi tercih ediyorsun.” Gökhan’ın cümlesini zorlukla yakalayabildim çünkü zihnim şimdiye kadar gördüğümüz sekiz cinayetin hızlandırılmış perdesine takılmıştı. Sırf bizimle oyun oynamak için öldürülmüş yedi insan ve Ecmel. Arkadaşım…

“Beni sinir etmemeyi dene o halde.” Sesim çok gerilerden geldi. Hatta kendimin konuştuğunu fark edince afalladım. Başımı iki yana sallayarak kendime gelmeye çalıştım ve hemen sonra çevresinden dolaştığım arabanın yolcu koltuğuna yerleştim. Gökhan’ın aracına sinmiş kokusunun ne kadar güzel olduğunu, o evin içindeki ceset kokusundan sonra daha iyi anladım.

Gökhan da yanımdaki yerini aldı. “Peki ya sen sinirlenince ne yaparsın?” diye gerçek bir merakla sordum. Onun istediği gibi zihnimi açmak için öncelikle başka konular hakkında konuşarak ayılmam gerekiyordu. “Çünkü çoğu zaman, hatta neredeyse her zaman sakinsin. Bu bir seri katil için çok tuhaf bir özellik.”

“Herhalde her şeye sinirlendiğimi düşünmüyorsundur?” dedi ve tavandaki küçük lambanın, kendi tarafındaki kapıyı kapatarak sönmesine neden oldu. Hâlâ bana bakıyordu fakat yüzünü karanlık esir almıştı.

“Senin gibiler öyle olur,” dedim omuzlarımı silkerek. Yüzünü seçemediğim için sanki hayali bir varlıkla konuşuyormuş gibi hissettim. Yalnız kaldığımda bile kendi kendine konuşmayan biri için bu rahatsız ediciydi.

“Zekâsı kıt olan insanlar çabuk öfkelenir ve daha kötüsü öfkelerine sahip çıkamazlar.” Belli belirsiz kıkırdadı. “Beni öyle sanman kalbimi kırar.”

Bu yorumunu duymazlığa verdim. “Sende belli olmuyor. Neye sevindiğini, neye üzüldüğünü, neye öfkelendiğini kestiremiyorum.”

“Belki de hiçbir şeye sevinmiyor, üzülmüyor, öfkelenmiyorumdur?” Arabanın motoru çalıştığında farlar önümüzdeki çamurla karışık kelleşmiş çimenli yolu aydınlattı.

“Bu insani değil,” diye itiraz ettim. Bakışlarım artık onda değil, yoldaydı.

“Ben de bazen insan olduğumdan şüphe ederim.” Her ne kadar böyle söylese de sesinde belirgin bir alay tınısı vardı.

Bu konuşmaları; toparlanmaya, kendime gelmeye ihtiyacım olduğu için yapıyorduk ve başka şeyleri düşünerek zihnimi tazelemem gerekiyordu ve benden çok Gökhan bu ihtiyacımın farkındaydı. Konunun odağı geçici bir süre cesetlerde değildi.

Kaşlarımı kaldırdım. “Yani düşmanların sana şeytan demekte haklı?”

“Bakış açına göre melek de olabilirim, şeytan da. Onlara göre şeytan olduğum kaçınılmaz.” Derin, içli bir nefes verdi. “Şaka bir yana, merak ettiğin buysa; duyguları eskisi gibi yoğun yaşamıyorum.”

Şaşırmadım. Yaptığı iş gereği bu zaten olağandı. Doğrusu öfkesini kontrol edemeseydi şimdiye kadar çoktan ölmüş olurdu. “Sevinip üzülmüyor musun?”

“Yani,” dedi ne diyeceğini bilemez halde. “Tabii ki seviniyorumdur ama kendimi duygularımı ölçülü yaşamaya o kadar kilitledim ki farkına varamıyorum.” Tanıştığımız ilk zamanlardaki Gökhan olsaydı muhtemelen bu soruma asla cevap vermezdi ya da alay ederdi. “Nadiren üzüldüğüm zamanlardaysa öfkelenirim. Saklayamadığım, kendimi kontrol edemediğim gerçek bir öfke… Ama yıllardır böyle bir şey yaşamadım.”

Son söylediği zihnimi daha çok meşgul etse de nedense ikinci cümlesi özel alanıymış gibi hissettirdi, ben de saygı duymayı seçtim. “Mutluluğun farkına varamamak… Yormuyor mu?”

Ona kısa bir bakış attığım anda dudak büktüğünü gördüm. “Alıştım. Kendimi röportajda gibi hissediyorum.”

“Birlikte yola çıkmak zorunda bırakıldığım adamı daha iyi tanımak hakkım,” diye onu geçiştirdim. Söylediklerini anlayabiliyordum. Onu en başından tehlikeli kılan da buydu. Profesyonel bir iradesi, mükemmel bir duygu kontrolü, olaylara mantıklı bakmasını sağlayacak sabrı, fevri davranmayacak sakinliği vardı ve bu vasıflar onu eşsiz bir katil yapıyordu. Korkunç olansa buydu. Karşı tarafa, ona yönelik kullanabilecek bir silah bırakmıyordu. Öfkesi belirgin olsaydı muhtemelen bir noktada büyük bir patlak verirdi.

Hepsini anlıyordum, peki ama… “Hayatında sevdiğin biri yok mu?” Dudaklarımı ıslatıp bir süre konuyu kapatmak istediğine dair bir işaret için bekledim fakat o devam etmemi bekledi. “Ailene değer verdiğin için görüşmüyorsun, insan dostu görünmesen de vakıfların ve rehabilitasyon merkezlerin var.”

“Birincisi o vakıflar insan sevgisinden değil, adaleti hak eden insanlara adaleti vermeye çalıştığım bir dünya. Zorla uyuşturucu verilen, zorla hayat kadınlığına sürüklenen ya da zorla çalıştırılan, hayatı elinden çalınan ve çıkışı olmayan, hiç kimsenin düştüğü yerden kaldırmak için elini uzatmadığı kötülüğün kurbanı insanlar için.” Bir süre durdu, sesi daha da durgunlaşmış, ciddiyete dönüşmüştü. İşte tam bu noktada onun yaşam amacının bu olduğunu anladım. Tanrıcılığı veya kahramanlığı oynayacak biri değildi. Sadece kendisinin bir zamanlar düştüğü gibi düşmüş insanları kurtarma gayesiydi.

“Diğer söylediklerim?” diye konuyu çevirdim.

“Aileme yakın durursam öldürülürler. Öldürülmelerini istemiyorum. Sevginin ne demek olduğunda pek emin değilim ama bahsettiğin şey değer vermek ve zarar gelmemesini istemekse tabii ki öyle insanlar da var.” Uras, Gamze ve Atalay…

“Kız kardeşin için üzülmedin bile,” dedim açığını bulmuşum gibi bir çabuklukla.

“Kan bağımız olsa da vakit geçirmediğim, hiçbir anımın olmadığı biri için endişelenemiyorum.” Kulağa tuhaf gelmiyordu. Herkes için aynısı geçerli değil miydi? Manevi bağ olmadıktan sonra kan bağı yalnızca kimyasal bir etkendi.

Oturduğum yerde sırtımı dikleştirdim, vücudumda özellikle bacaklarım ve sırtım ağrıyordu. “Bir kadın? Gerçekten değer verdiğin ve diğer kadınlardan farkı hissettiren biri olmadı mı?”

Bir saniye bile düşünmeden, “Hayır,” dedi. “Aşktan bahsediyorsan hayır, şimdiye kadar hiç kimseye âşık olmadım.” Hazel konusunu açıklamıştı, onunla sevgili numarası yapması gerekiyordu ama Buse? Onunla daha katil olmadan tanışmıştı. “Buse vakit geçirmek için seçtiğim en yanlış insan olmaktan öteye gitmedi.” Aklımdan geçeni anlayınca şaşkınlıkla duraksadım. Belki de yüzümün aldığı şekil aklımın bir aynasıydı.

“Anlıyorum.” Sormak istediğim bir soru daha vardı. Sadece büyük bir meraktı. Onun sevgisine layık olabilmiş kişiler gözümde saçma bir şekilde çok şanslıydı. Sanki Gökhan birine baksa, lütfediyordu ve sanki o kişi değerli, önemli biriydi. “Peki hayatında en çok değer verdiğin insan kim?”

Ben Gamze, Uras veya Atalay demesini beklerken o, “Vardı,” dedi.

Tam da onun dünyasına yakışacağı için, “Artık düşman mısınız?” diye sordum. Nedense arkadaş kazığı yemiş gibi bir düşünce belirdi.

“Hayır, öldü.”

Bir anlığına kelimeler anlamını yitirdi. Usulca yola koyulan arabanın içindeki havaya külçe gibi bir ağırlık oturdu. Bunu hiç tahmin etmemiş, aklımın ucuna bile getirmemiştim. Gökhan gözümde o kadar normallikten uzaktı ki değer verdiği birini kaybetmiş olacağını düşünemedim. Sanki kim ölürse ölsün o yine ifadesiz, ifadesiz olmadığı zamanlarda da alaycı yüzüyle yaşamına devam edecekti. Ve ona ne kadar büyük bir haksızlık ettiğimi fark ettim. Bana sık sık, ‘beni yargılama’ diyordu ama hiçbir zaman bu isteği üzerinde düşünmemiştim çünkü kabul etmek istemesem de Gökhan benim için yargılanması gereken biriydi. Güzel olan duygulardan uzaktı fakat şimdi birden bu kabuk bağlamış maskesinin altındaki acısına dokunur gibi oldum.

Ağzımı açtım fakat, “Henüz hayatıma onu anlatacak kadar değerli biri girmedi,” diyerek susturdu. Ama ben zaten bu konu hakkında konuşmayacaktım. “Bir gün onu birine anlatırsam, o kişiye kendimi koşulsuz teslim etmişim demektir.”

Bana kapılarını açtığını söylediğim o gece bana, “Sen zaten içerideydin,” demişti. Ama şimdi kendimi eşiğe geri atılmış gibi hissediyordum. Elbette kırılmadım, aralarındaki bağ ve ilişki ne kadar kuvvetli olursa olsun bir insan bir insana tümüyle kendini açmak zorunda değildi. Onu anladım ve saygı duydum.

Peki ya seri katil oluşunda dram aramayı kesmemi söylerken samimi miydi yoksa meraklı sorularımdan kurtulmak için bana yalan mı söylemişti?

Konuşmak nedense saygısızlık gibi geldiğinden bir süre kafamın içindeki seslerle birlikte sustum ve muhtemelen boğuştuğu anılarıyla onu yalnız bıraktım. Bizden başka misafiri olmayan yolu izlemeye koyuldum. Acaba o değer verip kaybettiği kişi kimdi? Kuvvetle muhtemel çok acı çekmiş olmalıydı. Kardeşim öldüğünde hissettiğim acıyı, çaresizliği hatırladım. Her yeri okla yaralanmış, dört bir çevresi kapatılarak kaçacak yer bırakılmamış ürkek bir hayvan gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Korkunç zamanlardı, kâbuslara dönüşecek kadar korkunç. Nasıl kurtulacağıma dair hiçbir iz yoktu. Dünya acı verici şekilde dönüyor, zaman kara bir yılana dönüşüp boynuma dolanıyordu. İnsanlar acımı sanıldığı gibi bir samimiyetle karşılamadı. Hepsinin içten içe beni sorumlu tuttuğunu biliyordum. Ya da belki de ben o zamanlar fazla kuruntuluydum. Kendimi sokaklara atıp herkesten, her şeyden kurtulmak istediğimi hatırlıyorum. Sanki çaresizliğin sözlükteki anlamı bendim. Dünyanın bütün denizleri benim içimde toplanmış, kasırga çıkarmıştı.

Peki Gökhan ne hissetmişti? O kişi her kimse, ölmeden önce de böyle miydi yoksa onun ölümü mü onu değiştirmişti? Olur ya öyle, bazen milyarlarca insanın içinde tek bir kişinin ölümü insanda kelebek etkisi yaratırdı, onu bambaşka bir varlığa dönüştürürdü. Bu; tatsız, dünyayı cehenneme çeviren bir dönüm noktasıydı.

Gökhan’a karşı içimde ani bir merhamet kabardı. Ölümün kıyısındaki yaşamı, gönlünce vakit geçiremediği arkadaşları, sürekli tetikte olması gereken dakikaları, duygularını bile rahatça yaşamayacak kadar çaresizliği vardı. Hayatında güzel denecek hiçbir şey yoktu. Ya kendi silip atmıştı ya da insanlar onu buna mecbur bırakmıştı. Oysa Gökhan’a içten bir tebessüm ne kadar çok yakışıyordu. Yüzüne daha çok sıcak gülücükler kondurmasını bu karanlık hayatını renklendirmesini isterdim.

“Arabanın hangi yolda olduğunu tarif edebilir misin?” Dirseğini cam kenarına yasladığı sol eliyle yeni çıkmaya başlıyormuş gibi duran ama aslında her zaman aynı boyda olan sakalına dokundu.

Ona hangi caddeden hangi caddeye saptığımı, hangi yola girdiğimi anlattım. Beni sanki dinlemiyor gibi arabanın ortasındaki ekranla oynadı. Anladığına dair hiçbir tepki vermedi, ben de sormadım. “Bence artık bir sonuca ulaşıyoruz gibi.” Kaşlarını hafifçe çatıp kısa bir bakış atınca eklemek zorunda kaldım. “Cinayetler konusunu diyorum.”

“Tabii ki.” Sanki bu zaten başından beri belliymiş gibi bir ses tonuyla konuşmuştu. Ama ben onun kadar her şeyden emin değildim, özellikle de sonumuzdan. Belki Gökhan kendini kurtarabilirdi ancak ben bu karanlık dünya için yeterli değildim. Herkesi yenebileceğimi, her şeyin üstesinden geleceğimi söyleyecek masallar çağımdan çıkmıştım.

“Senin sözüne güvenmekten başka çarem kalmıyor.”

“Kendine haksızlık etme, az önce senin gibi normal hayat süren kimsenin kolayca yapamayacağı bir şeyi yaptın.”

Arabanın içi derimi eritecek kadar sıcak gelince aceleyle pencereyi indirdim ve soğuk havanın yüzümü, elbisenin açıtla bıraktığı cildimi yalamasına izin verdim. “Umarım kendimi koruma güdüm her zaman işe yarar.”

“Yarayacaktır, bu güçlü bir motivasyon.” Çakmağını yaktığını duydum, birkaç saniye sonra sigara kokusu, arabanın içine sinmiş kokusuyla harmanlandı. Yukarıya sıyrılacağını umursamayıp ayakkabılarımı çıkarmadan dizlerimi kaldırıp kendime çektim.

“Biliyor musun, bazen, bazı anlarda senin gibi olmak istiyorum.” Gözlerimi, küçükken gece yolculuğuna çıktığımızda caddedeki ışıkları birbirine karıştırmak için yaptığım gibi kısarak baktım. Beyaz ışıklar bir bütün olmuş, hacmi büyümüştü. “Güçlü ve kontrollü.”

Güldü. Neden güldüğünü anlamayarak yüzüne baktım. “Güçlü olduğumu söyleyen ilk kişi sensin. Çevremdeki herkes beni öldürüp yok edebileceklerini söylüyorlar. Beni alt etmek onlar için kolaymış.”

“Sen burada olduğuna göre onlar yok olmuş olmalı.” Bu çıkarımımı reddetmediğinde doğruluğunu teyit etmiş oldum. “Ama buna rağmen kötü bir hayatın olduğunu düşünüyorum. Sürekli diken üstünde olmak zorundasın.”

“Her şeyin bir bedeli vardır, Balaban. Benim kendi hayatımda, üzerinde düşünmeye kayda değer görmediğim şeyleri düşünme. İşin içinden çıkamazsın. Sadece yapmam gerekeni yapıyorum o kadar, gelecekte olacaklar bir sonuç ve ben tüm sonuçlar üzerinde düşünüp her bir olasılığı hazmettim.”

“Ya, ne güzel,” dedim dalgınca. Göz kapaklarım ağırlaşsa da flash gerçeği beni ayık tutuyordu.

“Bugün biraz melankolik misin ne? Kafanın içiyle savaşa çıkmış gibisin.”

Söyleyeceğim sözü önce zihnimde tarttım ve Gökhan’ın söylediği gibi melankolik olduğunu fark edince değiştirdim. “Onunla savaşmayı severim.” Sonra arabanın, iki yol ağzına yaklaştığını gördüm ve ayaklarımı koltuktan indirip cama hafifçe yaklaştım. “Şu taraftaki yol,” dedim işaret parmağımla göstererek. Direksiyonu kırarak söylediğim tarafa geçti ve kalp atışlarım bunu bekliyormuş gibi hızlandı. Oysa şimdiye kadar tuhaf bir şekilde müthiş sakindim. Beni bozuma uğratan bu ani adrenalin ellerimdeki ve ayaklarımdaki tüm kanı alıp yüzümde topladı.

Aracı hızlı sürdüğü için olayın olduğu bölgeye çabuk vardık. Bomboştu. Bu boşlukla karşılaştığım an kulaklarım ve kafatasım karıncalandı. Göğsümü döven kalbimin atışı boğazıma vuruyor, sesi kulaklarımda yankılanıyordu. “Buradaydık,” dediğimde Gökhan lastiklerden ses çıkmasına neden olacak fevrilikle durdu. “Buradaydık.” Dehşet içindeki gözlerimi Gökhan’a çevirdim.

Kahretsin, eğer başıma bunlar gelmemiş olsaydı flashı bir yere gömecektim. Bu yüzden yanıma almıştım ama şimdi hiçbir şey yoktu. Arabanın farlarından çıkan ışığın afişe ettiği yol tertemizdi. Sanki bu yolda kaza yapmamış, arkamdaki aracın içine ateş açmamış, bir insanı öldürmemişim gibi tertemizdi. Her şey yok edilmişti.

“Buraya polisten önce birileri varmış,” diye bir yorumda bulundu. “Eğer polis olsaydı yolu kapatan bir şerit olurdu ve memurlar, adli tıp ekibi hâlâ burada olurdu. Bu kadar hızlı işlerini görüp bir de yolu temizlemeleri imkânsız.”

Peki ama ya bu işi yapan bana flashı veren katilimiz değil de Gökhan’ın bir düşmanıysa? Onların eline geçtiyse…

Derin nefes eşliğinde yüzümü hırçın bir tavırla sıvazladım. Olduğumuz yerde duruyorduk, Gökhan sanki anlatmam için bekliyordu. Ona flashı anlatacak olsam bile, en kötü zamanlama şimdiydi herhalde çünkü kayıptı. “Telefonunu verir misin?” dedim yüzüne bakmadan.

Soru sormadı, telefonunu alıp bana verdi. Işığını yakıp arabanın aydınlatmadığı kısımlara baktım. Belki çantam kasti olarak buralara bir yerlere bırakılmış olabilirdi. Ağrıyan dizlerimi kımıldatarak hızlıca asfalt yolu ve kenarlarını aradım. Ama beni rahatlatacak bir sonuca erişemedim. “Allah kahretsin ya,” dedim en sonunda durup bir elimi bel boşluğuma, ötekini alnıma yerleştirerek.

“Endişelenme, bu iyi bir şey sayılır.” Gökhan’ın ne ara arabadan çıktığını bilmiyordum, tüm dikkatimi çantamı bulmaya vermiştim.

İşin aslını bilse ne düşünürdü diye merak ettim. “Geçici bir süre için iyi ama ya ellerindeki kanıtları aleyhime kullanırlarsa?”

Arabanın tavanına elini koymuştu, öteki eli açtığı kapısının üzerindeydi. “Hallederiz, içini rahat tut.”

Göz devirdim. “Keşke her şeyden senin kadar emin olsam.”

“Ben eminsem, senin de öyle olman gerek.” Sesinin bir kısmını rüzgâr yarı buçuk yuttu. “Yine de her ihtimale karşın bu yolda devam edelim. Belki tam olarak nerede olduğunu karıştırmışsındır. Hava soğuk, bin de gidelim artık.”

Etrafa son kez, bir umut şöyle bir baktım. Sonra isteksiz adımlarla yanına gittim. Yüzümü kaputa saklayarak dış dünyadan bağımı koparma isteğimi güç bela bastırdım. “Olayın nasıl olduğunu anlatabilir misin? Bir yerden konuşmaya başlayalım.”

“Hayır,” dedim kısaca. “Doğru düzgün konuşacak durumda değilim.”

Göğsünü şişirip indirdi. “Fazla takıyorsun. Polis, kendisine kasten geç verilmiş delillerde şüphe arar. Eğer ileride bir şey olursa bunu senin avantajına çeviririz. Gevşe.”

Şeytan diyordu ki flashı bir çırpıda söyleyiverip kurtulayım… Fakat Gökhan’ın kestiremediğim tepkisi beni korkutuyordu. Ki zaten bu yüzden yol boyunca sessiz kaldım. Neyse ki Gökhan beni konuşturmak için uğraşmamıştı. Anlatacak olduğumdan değil, muhtemelen kavga ederdik ve bünyem kavga için fazlasıyla yorgundu zaten.

Gökhan’ın evi bulunduğumuz noktaya epey uzaktı. Uzun zamandır yolda olmamıza rağmen zerrece uykum yoktu ancak gözlerim kapalıydı. Kafam hâlâ uyuşuktu. Korkum onun sandığı gibi ileride kanıt olarak sunulacağından değil de Gökhan’ın ondan sakladığım sırrımı kötü bir şekilde öğrenmesiyleydi. Mesela ondan nefret eden birinin aniden karşısına çıkıp çantamda, Gökhan’ın aleyhine olan flashı bulduğunu söylerse ve bunu söylediğinde flash çoktan polisin eline geçmiş olursa…

Bunu açıkça düşünmek nefesimi kesti ve can havliyle sesli bir nefes aldım. Yine sakin olmam gerektiğini söyleyeceğini sandım fakat etkisiz olduğunu anlamış olacak ki sessiz kaldı. Bir çıkar yol olmalıydı ama ne…

Önce Gökhan’ın evinin olduğu bölgenin sınırlarına girdik. Ardından bahçesine. Gördüğüm şeyle ağzımdan bir şaşkınlık nidası çıktı. “Bu benim arabam mı?” Bariz olmasına rağmen inanamadığım için sordum.

“Ta kendisi. Bizi ne kadar da koruyup kolluyorlar. Gözlerim yaşardı.” Bu durumda bile alaycı tavır takınmasına öfkelendim. Bir insan azıcık da olsa gamlı olmaz mıydı?
Sağ kenarı ezilmiş arabama gitmek için Gökhan durduğu gibi kendimi dışarı attım. Bir an anahtarım olmadığı için açamayacağımı zannederek endişelendim fakat aracımın kapısı basit bir denemeyle açılıverdi. Zaten bozuk olan torpido gözü açılmış ve içine önceden koyduğum ders notlarım yaprak yaprak aşağıya dökülmüştü. İçine süs namına hiçbir şey koymadığım için geri kalan her şey yerli yerindeydi. Tabii yamulmuş sağ kapısı hariç…

Diğer koltuğun kenarında yerde duran telefonumu elime alırken bir yandan da içine bakındım. Çantayı görmek bu yüzden çok kolay oldu. Frenle gaz pedalının arasında duran siyah çantamı ayırt etmek birkaç saniyemi aldı. Yolcu koltuğun üzerinden uzanıp çantamı aldığım sırada başımı kaldırmamla Gökhan’ı karşımdaki kapının ardında bana bakarken buldum bir saniye kadar duraksadım. Lacivert gözleri çantama, sonra gözlerime kaydı.

Bozuntuya vermeden çantayı açtım ve derin bir nefes verdim. “Neyse ki silah hâlâ çantamdaymış, çok korktum.” Ama elimin tersiyle silahı kenara kaydırıp flasha bakındım. Önce küçük bir not kağıdı dikkatimi çekti. Ardından derin bir nefesle rahatlamama neden olan flashı gördüm. Neden oyalandığımı anlamasın diye silahı dikkatle çıkarmaya çalışıyormuş gibi bir izlenim yarattım. “Al,” dedim arabanın içinden çıkıp onun karşısına dikilerek. “Uzun süre silah görmek istemiyorum, ben de kalmasın.”

Elimden aldı fakat omuz silkti. “Korkarım artık hep yanında taşımak zorunda kalacaksın.”

“En azından şu an taşımak zorunda değilim,” diye homurdanıp eve girmek için döndüm. Aklıma, annemin evden kaçtığı o anda gelebilmişti çünkü daha önemli sorunlarla cebeleşmek zorunda kalmıştım. Açıkçası şimdi de annemden çok çantamdaki notta yazanları ve flashın aynı flash olup olmadığını düşünüyordum.

Eve girdik, Gökhan muhtemelen ona verdiğim silahı koymak için hemen sağdaki aralıktan girdiğinde onu beklemeden uzun koridorda hızla ilerlemeye başladım ve o esnada çantamı açıp önce flasha baktım. Daha önceden, kimsenin göremeyeceği bir yere minicik bir çizik atmıştım. Hafifçe kaldırıp çiziğin olduğunu doğruladım. İkinci kez rahatlayarak ikiye katlanmış not kağıdını çıkarıp açtım ve güzel, düzenli bir el yazısıyla yazılmış notu okudum.

“Bu flash, kendini Tunalı’dan koruman gerekirse diye sana yapılan bir iyilik.
Ya da belki de kötülük.
Ona daha iyi sahip çık, Merve.”

Alt dudağımı sertçe dişleyip bu buram buram meydan okuma, kibir kokan kelimelerin etkisinden çıkmaya çalıştım. Bu açık bir tehditti. Gökhan öğrendiğinde başıma bir şeyler geleceğini mi ima ediyordu?

Pekala, Merve. İyi tarafından bak. En azından şimdilik ucuz atlattın.

Gökhan’ın ayak seslerini işitince notu ve telefonu çaktırmadan çantama iliştirip kapağını sessizce örttüm ve omzumun gerisinden, gölgesi arkasında bıraktığı karanlık koridorda kaybolmuş Gökhan’a baktım. Lambaların otomatik olduğunu şimdiye dek fark etmemem garipti. Bu açıdan bakınca uzun ve yapılı vücudu daha da belirgin geldi. “Annen sana bir not bırakmış, kendi odasında.”

Tabii bir de bu konu vardı, unutmuş değildim elbette fakat pek konuşmak istemiyorum. “Ne zaman gitti evden?”

“Sen gittikten sonra duşa girdim.” Üç basamağı çıkıp salonunun girişinde onu bekledim. “Çıktığımda da ilk işim onu aramak olmadı, umursamadım bile. Sonra hiç ortalıkta görünmeyince ayaklandım. Güvenlik kilidinden ses çıkar diye kapıyı açık bırakmıştı, tedbir için evi dolaştım. Gece saat geçti.” Basamakları tırmanmadan karşıma dikildi, üç basamak üste olmama rağmen boyu boyuma yakındı. “Seni aradım, ulaşamayınca çipinden kontrol ettim ve sonra da yola çıktım.”

“Bir süre daha gelmezsem annemi evden atacağını söylemiştin?” Ya da o tür bir şey söylemişti, olaydan önce arkadaşlarımla eğlendiğim anları net hatırlayamıyordum.

“Öyle mi demişim?” dedi ve bir adım geriye gitti. “Onunla iletişim kurmadım, yani tehdit falan etmedim, sadece notu odasında buldum.”

Sırtımı söveye dayayıp kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Onun hakkında bildiğin her şeyi bana anlatmanı istiyorum.”

“Ne?”

“O buradayken kabullenmek, öğrenmek istemiyordum ama şimdi biliyorum. Bana her şeyi anlat ki gidişini daha rahat kabulleneyim.” Oysa ben zaten kabullenmiştim. Biyolojik bağdan ileriye gidemesek de öğrenmek istiyordum, o kadar. Kafasını sallayınca kollarımı çözüp sırtımı söveden ayırdım. “Kendimi iyi hissediyorum,” dedim ona tepeden bakarken. “Detaylıca konuşalım.”

“Tamam, hızlı bir duş alıp mutfağa gel. Ben de kahve hazırlayayım. Önceden tuttuğun not kağıtları da odamda, masamın üzerinde, inerken getir.”

Başımı usulca sallayıp önce kanepesinde kara itin -adını Gece koysam da ben ona hep böyle seslenecektim- yattığı salondan geçip yukarıya çıkan merdivenleri tırmandım. İlk işim annemin kaldığı odaya girmek oldu.

Işığı yakmak için kapının ağzında duraksadım. Odanın penceresi kapalıydı ve yoğun sigara dumanı vardı, hemen yatağının yanındaki siyah komodinin üzerinde de bira şişesi. Ağır ağır ilerlerken, ağır hava yüzüme çarpıyor, yüzümü buruşturmama neden oluyordu. Kendi etrafımda yavaşça dönerek kağıdı aradım. Özensizce yırtılmış, katlamaya bile değer görülmemiş bir not parçasıydı, toparlanmamış yatağın üzerinde öylece duruyordu. Ucuna oturdum ve kağıdı elime aldım.

Merve, bana kızmayacağını bilsem sana Papatya derdim, benim yaşam tarzım seninkiyle uymuyor. Yapamıyorum, boğuluyorum. Sen ve ben anne- kız olamayız, ikimiz de bunun farkındayız.

Dudaklarımı ıslatıp okumayı bıraktım ve başımı geriye atarak derin bir nefes aldıktan sonra devam ettim.

'Belki beni yadırgayacaksın ama sorun değil, bizi herkes yadırgar. Ben eski hayatımdan memnunum, kurtarılmak istemedim. Beni zorla kurtardın ve yanındaki o zır deli de senin yüzünden beni zorla evinde tuttu. Tehdit etti. Üzgünüm ama geceleri öldürülme korkusuyla yaşamaktansa her gecemi eski hayatımdaki gibi geçirmeyi yeğlerim. Beni arama, beni sorma. Keşke aileni seçebilseydin. Benim gibi bir anneye denk geldiğin için çok şanssızsın ama yapabileceğim bir şey yok. Herkes kendi yoluna baksın. Beni arama ve yanındaki o adama da söyle benim peşime düşmesin.'

Yazdıkları bu kadardı. Okuduktan sonra yalnızca zorba olup olmadığımı düşündüm. İyilik ettiğimi sanmıştım, birini bile olsa düştüğü çukurdan kurtardığımı sanmıştım.

Annemle ilgili hayallerimin bambaşka olduğu doğru. Daha sıcak, daha samimi bir ilişkimiz olabileceğini sanmıştım fakat onu o servisin içinde ilk gördüğüm anda bunun olmayacağını anlamıştım. Çünkü daha yüzü ve sesi bile beklediğim gibi değildi ve daha kim bilir neleri aynı olmayacaktı. Nitekim öyle de oldu. İkimiz de birbirimize sevgi besleyemedik, hissizdik. Böylece çocukluğumu süsleyen anne hayalim de suya düşmüş oldu.

“Gerçek annem nerede baba?”

“Çok uzakta, kızım.”

“Baba, çok uzak neresi? Odandaki haritadan yerini gösterebilir misin? Büyüyünce gitmem için yerini öğrenmem gerekiyor.”

Çok uzakta… Yanımda olup hayallerimden uzak olacak kadar uzakta. Ne olursa olsun seveceğimi sanmıştım ama annem benim için, derin bir nefes verip paytak adımlarla odasından çıkıp işime odaklanacağım kadar değersizdi. Üzerinde düşünmeye gerek duymayacağım kadar yabancı…

Diğer banyoların nerede olduğunu bilmediğimden ve valizim Gökhan’ın odasında olduğundan onun odasındaki banyoya girdim. Annemin yazdıklarını hatırlamıyordum ama adamın yazdıklarını net olarak hatırlıyordum. Onunla ilgili hislerimi galiba en net ortaya koyan eylem de buydu. Yorgun hareketlerle soyundum, üzerimdeki elbiseyi başımdan çektiğimde yalnızca külotum kalıyordu, onu indirmeden dik göğüslerimin arasından gözüken karnıma baktım. Kurşunun deldiği yer kapansa da izi fazlasıyla belirgindi. Tabii canımı en çok sıkacak şey yara iziydi.

Dudaklarımı ıslatıp başımı kaldırdım ve külotumu da sıyırıp elbisemle birlikte siyah, ufak kirli sepetine attıktan sonra kendimi banyonun geri kalanı gibi koyu renk mermerli duşakabinine attım. Banyo kapısını kilitlememiştim fakat Gökhan’ın girmeyeceğini bildiğimden rahattım.

Açıkçası girse bile umursamayacak kadar yorgundum.

Bitkin de olsam cinayetler hakkında konuşma fikri beni heyecanlandırdığı için duşumu çarçabuk aldım ve saçlarımı bile kurutmadan hızlıca giyinip, gerekli malzemeleri alıp Gökhan’ın yanına mutfağa indim. Tam eşikten geçiyordum ki bahçe kapısının camına vuran yağmur damlalarının sesine gök gürültüsünün gür sesi karıştı. Gökhan da o esnada su ısıtıcısındaki suyu kupalara boşaltıyordu. Mükemmel zamanlama.

“Saç kurutma makinesi diye bir icat var, çok kullanışlı,” diye laf dokundurdu.

Kal kal, “Ben ıslak olmayı seviyorum,” dediğimde gözlerini kısarak bir saniye kadar bana baktı, sonra önüne döndü.

Farklı anlamış olma ihtimali yüzde kaçtı?

“Önce bu konuyu halledelim, annemi sonra anlatırsın.” Dışarıyı görebileceğim şekilde bahçe kapısının karşısına oturdum. Hiç ışık yoktu, sadece camdan aşağıya süzülen yağmur damlası öbeğini görebiliyordum, Gökhan kupayı önüme koyup karşıma geçmeden hemen önce yine gök gürüldedi.

Üzülmediğine çok sevindim. Depresyon kılığındaki insanlarla uğraşmam genelde,” dedi yüzündeki belli belirsiz gülümsemeyle. Sanki bu gece iki cesedi yakmamış gibi üstün bir sakinlik ve rahatlık örneği sergiliyordu.

Islak saçımdan enseme süzülen suyla gıdıklandım. İkimizin de bakışları masanın üzerindeki yarısı boş, yarısı dolu kâğıtlara kaydı. “Böyle not tutmak senin için küçük düşürücüdür.”

“Neden, böylesine karmaşık şeyleri aklımdan çözecek kadar doğaüstü varlık gibi mi duruyorum?”

İç çekerek, “Hayır ama öyle bir izlenim vermediğini de söyleyemem,” dedim. Tek kaşını kaldırdıktan sonra benim yazımla doldurulmuş kâğıdı önüne çekti ve çenesini parmaklarının arasına alarak dikkatle okumaya koyuldu.

“Tabii yazmak gerektiği konusunda sana katılıyorum ama neredeyse saat kaçta tuvalete girdiğimizi saati bile yazacak kadar gereği yoktu.”

Göz devirdim. “Hangi detayın önemli olduğunu bilebilseydik cinayeti çözmüştük zaten.” İşaret parmağımla şakağıma iki defa hafifçe dokundum. Bu hareketimin manasını anladı fakat kızmak yerine dudağının kenarını kıvırdı.

Didişmeye başlarsak işimizi bitiremeyiz, bunu sonraya erteleyelim şimdi bana neler olduğunu detaylıca anlat.”

Kahvemi elime alıp sırtımı sandalyeye yasladım ve hiçbir detayı atlamadan –flash hariç- restorana gidişimden itibaren her şeyi anlattım. Gökhan tüm bu süreçte neredeyse gözlerini hiç kırpmadan, hafifçe eğdiği başıyla gözlerini dikerek beni dinledi. Bitirdiğimde dudaklarını birbirine sımsıkı bastırdı, bir şeyler düşündükten sonra, “Eğer seni çiple izlememe kızmasaydın belki de adamları enseleyebilirdik,” dedi, beni biraz suçladığını hissettim.

Sapığım varmış gibi izlenilmekten rahatsız olduğum için kusura bakma,” dedim iğneleyici bir tavırla.

“Sorun da bu zaten, sapığın değilim.” İleri doğru hafifçe eğilip kağıtlara bakınca bu konunun kapandığını anladım. “Kimlikleri belirsiz ama bunun için polisi o barakaya çekeceğiz, yansa bile kimlikleri tespit edilebiliyor. Şimdilik bu iki kurbanın ailesini bu şekilde araştırmaya başlayabiliriz.”

“Elimizde olanlar; tabii ki uyuşturucu ve yine yaşlarının birbirine yakın olması. Uyuşturucu seni temsil ediyor, yaşlarının yakın olması da ikimizi mi?” Ensemi kaşıdım. “Tabii Hatice’nin annesinin yanlışlıkla öldürüldüğünü varsayarsak.” Yüzünde hafif bir gülümsemeyle beni dinlediğini fark edince sustum. “Ne oldu? Niye öyle bakıyorsun?”

Dudağını büzdü. “Hiç,” dedi ve bütün kâğıtları benim önüme itekledi. “Bütün varsayımlarını ve gözlemlerini, düşüncelerini bana anlat.”

A4’leri karıştırdım ve en önce okumam gerekeni okuyarak zihnimi tazeledim. Bir varsayım öne atacaksam hiçbir detayı atlamamam gerekiyordu. Gökhan sessizce kahvesini yudumladı, ben de soğumasına aldırış etmeden tuttuğum notları okudum. “Buraya çıplak olan kurbanlarla, Hamdi ve Hatice’nin annesinin asosyal oluşu…” dedim ve aklıma gelen şeyle sustum. “Bir dakika, bu çıplak olan kurbanlar bize bir işaretti. Biz sonradan araştırıp adamın da kadının da sürekli yeni insanlarla beraber olduğunu öğrendik. Yani sekse düşkün olduklarını. Bir işaret bırakıldıysa diğerlerine de bırakılmıştır. Hamdi’nin kulübesinde de ortalıkta sadece eğreti duran bir kitap vardı, hatırlıyor musun?”

Oblomov,” dedi Gökhan tereddüt etmeden. Yine de telefonunu çıkarıp kontrol etti. “Evet Oblomov. Tembelliğiyle ünlü olan karakteri anlatıyor.”

“Bugünkü kurbanların arasında da bir yemek kartı buldum, bu bir işaretti. İkisi de gördüğün gibi zaten çok kilolulardı.” Tabii ya, şimdiye kadar bize verilmiş ipucular o kadar sıradan ve basitti ki ancak dördüncü çift cinayetinden sonra fark etmiştik.

“O zaman Ecmel’de de bir ipucu vardı?”

Gökhan’ın suratında her şeyi çözdüğüne dair bir emare vardı. “Ecmel ya açgözlü, ya çok kıskanç, ya çok sinirli ya da çok mu kibirliydi?”

Kaşlarımı çatarak bir dakikayı doldurmayan saniyeler boyunca düşündüm. “Bilmiyorum.”

“Bilmiyor musun?”

“Ecmel’in kusurunun ne olduğunu ben fark edemiyorum çünkü bana karşı her zaman biraz daha dikkatli davranır, gerçek yüzünü gösterecek rahatlığı benden pek bulamazdı, çekinirdi yani.” Cümlemi bitirdiğimde bakışlarımı Gökhan’ın arkasındaki yağmur damlalarla kaplı camdan onun yüzüne çevirdim.

Dilini beyaz ve düzgün dişlerinin üzerinde gezdirdikten sonra yorumda bulundu: “Seviyeli bir arkadaş ilişkisi.”

“Arabanın içinde hiçbir şey yoktu.” Gözlerimi etrafta dolaştırarak düşündüm ve o geceye geri giderek ne kaçırdığımı düşündüm. Olanlar bir bir gözlerimin önüne düştü. O gece hissettiğim korku da hafiflemiş versiyonuyla içime çöker gibi oldu. “Ama bir müzik çalıyordu.”

“Hatırlıyor musun ne çaldığını?”

Başımı iki yana salladım, aşina olduğum veya bir kere olsun dinlediğim parça olsaydı şüphesiz hatırlardım. “Hatırlayamıyorum.” Gökhan kollarını masanın üzerine koyarak telefonunu yeniden eline aldı ve rahatsız edilmek istemiyor gibi bir yüz ifadesi takınıp bir video açtı. “Yalnızca fotoğraf çektiğini sanıyordum,” dedim ümitlenerek.

Dalgınca yanıt verdi. “Bu aptallık boyutunda bir ihmalkârlık olurdu.” Kaşlarını çatmıştı ve uzun, koyu renk kirpiklerinin altındaki koyu mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yeniden gök gürleyince onu incelemekten kendimi aldım. “İşte,” dedi ve sırtını dikleştirip telefonunun hoparlör kısmını kulağına yaklaştırdı. Sanki duyması için nefes almamam gerekiyormuş gibi nefesimi tuttum.

Birkaç kez daha dinledikten sonra, “Şarkıyı tam anlamadım ama dört beş kelimesini yakalayabildim. İnternete yazalım, çıkar.” Ses çıkarmadan onu bekledim. “Narcissus diye bir şarkı çıktı,” dedi ve şarkıyı açtı. Sessizce, yağmur sesi eşliğinde şarkıyı dinledik. Neyse ki İngilizce’yi anlıyordum da Gökhan’a sormam gerekmedi.

“Kendi suretine âşık olmak mı?” dedim şarkının son kısmına geldiğimizde.

Gökhan şarkıyı kapattı. “Narcissus, Yunan Mitolojisi’nde bir kahramanmış ve kendisine aşıkmış. Aynı zamanda Narsistlerin atası olarak biliniyormuş,” dedi işi çözmüş gibi soluk alarak. “Aykut için arkadaşları ‘biraz egolu’ demişti. Benzer bir yorumu da sen yapmıştın. Anlaşılan kendi arkadaşlarına karşı törpülemiş de olsalar belirgin bir kibirleri vardı.”

“Evet, vardı. Çoğu kişiyi kendisiyle kıyaslar ve konunun üzeri hep, onlardan çok daha iyi olduğunu söyleyerek kapatırdı.” Büyük bir düğüm çözülmüşçesine rahatladım. “Bence çok büyük bir adım attık.”

“Evet, iyi iş çıkardın.” Sustu ve bir süre sonra sessizliğin arasından, “Hayran kaldım,” diyiverince bir an için şaşırdım ancak kendimi çabucak toparladım. 

“Bana mı? Hiç şaşırmadım,” dedim ve gülerek göz kırptım. İmada bulunmadan ‘gerçekten’ şakalaştığımız nadir anlardan birini yaşadık. Keyifle arkama yaslandım ve soğumuş kahvemi iki elimin arasına alıp büyük bir yudum aldım. Saçlarımdan enseme, ensemden aşağıya kayan su damlaları tişörtümü ıslatmıştı. “Senin de bir tespitin var,” dedim ağzıma götürdüğüm bardağın üzerinden ona bakarken.

“Evet, var. Bağlantıyı çözdüm,” dediğinde duraksadım ve heyecanla yüzüne baktım. “Bekle, bir şey getireceğim.” Ben bir tepki veremeden sandalyesini itip ayaklandı. Onun arkasından bakakaldım. Çözülmüş müydü? Gerçekten de bitmiş olabilir miydi? Bu gözü kara kişilerin çözdüğümüz için bizi rahat bırakmayacaklarını bilsem de içim sevinçle doldu. Belki upuzun bir ipin düğümlerle dolu engellerini aşmamız gerekiyordu ancak önemli olan ilkini çözmemizdi. Artık kendime daha da güvendiğimi hissediyordum. Ayağa kalkıp sevinçle zıplamak istedim ama yine de hiçbir şeyin kesinliği olamayacağından kendime hâkim oldum. Soğuk kahvemin kalanını kafama dikerken oldukça keyifliydim.

Az sonra Gökhan elinde bir kitapla geldiğinde meraklanarak ona baktım. Baktığımı görünce kitabı sallayarak sandalyeye rahat bir tavırla yerleşti. Kitabın adına baktım: İlahi Komedya. “Bu, bugün öldü dediğim kişinin bana hediyesi. Kitaplara ve özellikle felsefeye ilgim bu kitapla başladı. Yani manevi değeri paha biçilemez.”

Kitabın kapağını açtı ve çevirmeden hemen önce, giriş kısmındaki çizimi yakalayabildim. Küçük, içi doldurulmuş siyak kalp ve kenarda biri uzun, biri kısa çöp adam çizimi vardı. Acaba kardeşi mi vardı? Bunu çizen başkası olamazdı. “Bugün yalnızca bu olayı çözmedik. Onun katiliyle bize bunları yapan kişi aynı,” dediğinde ağzım dehşetle aralandı.

“Emin misin?” diye sordum, oysaki yüzündeki ifade çok netti. Zaten cevap vermeye bile gerek görmedi.

“Yıllardır bir ipucu aradım ama şimdiki gücümü elde ettiğimde tüm olay çoktan örtbas edilmişti. Hiçbir iz bulamadım ama bugün,” durdu, dudağının kenarı öylesine tehlikeli bir tarzda kıvrıldı ki ürperdim. “Onu öldürenin gölgesini gördüm.” Beylik cümleler kurmadı: onu öldüreceğim, yakalayacağım, ne pahasına olursa olsun derisi yüzeceğim veya benzeri bir cümle kullanmadı. Çünkü gerek yoktu, ses tonu, gözleri ve tebessümü bu sözlerden katbekat daha etkiliydi. Son zamanlarda onun gerçek kimliğini unutuyordum ama şimdi, gözlerine yerleşen o şeytani parıltı bana onun vahşi bir katil olduğunu hatırlattı. Sanki az sonra cebinden öldürücü herhangi bir alet çıkaracak ve gözlerini gözlerimden ayırmadan gülümseyerek beni öldürecekti.

Ben bile böyle hissettiysem, kim bilir düşmanları onun karşısında nasıl hissetmiştir… Hepsinin azılı suçlular olduğunu bilmesem onlar için çok üzülebilirdim.

“Peki çözdüğümüzü nasıl belli edeceğiz? Belirli birileri yok ki.” Rahatlamanın etkisiyle içim boşalmış gibi sandalyeye yayıldım.

Bilgin birine has bir ifadeyle, “Savcıyla görüşme ayarlayacağım ama belki gerçek kimliğimi gösterme işinden cayabilirim, bilmiyorum. Planın sorunsuz olması gerek,” dedi. Planın sorunsuz olması… Şimdiye kadar doğaçlama planlarla takılmak isteyen Gökhan Tunalı, artık sağlam bir plan yapmak gerektiğini söylüyorsa olayın ciddiyetini kavramış demekti.

Her ne kadar rahatlamış olsam da kafamın ücra köşelerine sinmiş bir tedirginlik kafatasıma ufak ufak vurarak varlığını hatırlatıyordu. “Bir şey değişmeyecek, belki de ikinci aşama vardır ve şimdiye kadar yaşadıklarımızın daha beterini yaşayacağ-”

“Bu korkuyla ilerleyemezsin,” dedi son kelimemin tamamını söylememe izin vermeden.

Yanaklarımı sıkıntıyla şişirdim. “Korku değil, tedbir almamız için söylüyorum. Daha donanımlı, daha dikkatli ve daha güçlü olmak için.”

“Yani bize yakıştığı gibi.” Masanın kenarında duran, orada olduğuna dikkat etmediğim pakete uzandı ve çıkardığı bir dal sigarayı yaktı. “Şimdiki rotamız çok sevgili savcı bey. Önce onu araştıracağız, sonra görüşme ayarlayacağız.”

“Ya ayarlanmazsa?”

“Kısa vadede ayarlayana kadar her yolu deneriz. Kafası çalışan insanda plandan bol ne olabilir?” dedi rahat bir tavırla. Acaba kaç cinayetini plan kurarak gerçekleştirmek zorunda kalmıştı? Anladığım kadarıyla öldüreceği kişileri iyice araştırıp onları uzak bir noktadan keskin nişancısıyla vurmak dışında nadiren plan yapıyordu.

Saçmalama Merve, öldürdüğü yüzlerce insanı aynı taktikle öldürmüş olamazdı… Yani onun tecrübelerine kendimin ve onun zekâsını da ekleyerek kusursuz bir plan üretmemiz gerekiyordu. Kulağa fazla… eğlenceli geliyordu. Öyle olmaması gerekmez miydi?

“Kendime çay yapacağım.” Meali: Sen de ister misin?

Gökhan ayağa kalkarken gözlerimle onu takip ederek, “Olur,” diye mırıldandım. Kendimde her ne kadar dirensem de ağrıyan dizlerime bir destek sağlamazsam çayımı içemezdim. Bu yüzden bacaklarımı kaldırdım ve masanın üzerine, kenara uzattım. Gökhan’ın fark etmemesi mümkün değildi –sinek gibi arkada da gözleri olduğundan hâlâ şüphe ediyordum- ancak sesini çıkarmadı. Ki sesini çıkarsa bile hiçbir güç ayaklarımı masadan çektiremezdi. En azından kendi irademle. Sonra gözlerim masanın üzerinde duran kitaba kaydı. “İçine bakabilir miyim?” diye sordum kararsızca. Gördüğüm her kitabın içeriğini merak ettiğimden, bu merakım Gökhan’a özgü sayılmazdı.

Bir an reddedeceğini zannettim fakat, “Tabii,” dedi olağanüstü kibarlıkla.

Masanın üzerindeki kitaba uzanırken biraz zorlandım ancak başardım. İlk sayfasına bakmak gibi bir densizlik etmeden sözüme dürüst kalarak iç sayfalarını açtım. Biraz göz dolaştırdım, sayfaları şöyle bir çevirdim ve çevirirken gözüme altı kırmızı kalemle çizilmiş bir yere denk gelince durdum.

Ey efendim benim,
öfkeni yumuşatan gizli öcün gerçekleştiğini
görme sevincine ne zaman erişeceğim?

Öfkeyi dindiren intikam… Gökhan Tunalı işte buydu: bir kitabın bir sayfasındaki üç satırlık alıntı: Ey efendim benim,
öfkeni yumuşatan gizli öcün gerçekleştiğini
görme sevincine ne zaman erişeceğim?

Gökhan çayı önüme biraz sertçe koydu ve tepemde beklerken dudaklarını sımsıkı kapatarak tebessüm etti. ‘Bu kadarı yeterli’ türü bakışlarından kurtulmak için kapağını kapatıp masaya koydum. Çayı ellerimin arasına aldım.

Gökhan karşıma oturur oturmaz desenli, açık renk spor çorabımın üzerinden, ayağımın altına işaret parmağını sürttü ve refleksle ayağımı çektiğim için sıcak çaydan biraz karnıma döküldü. “Aptal mısın, ne yapıyorsun ya?”

Omuz silkip çayından bir yudum almadan önce, “Huylanıyor musun diye merak ettim.”

“Her otu boku merak mı ediyorsun?” dedim az önceki rahatlığıma kavuşmak için çaba verirken. Karnım azıcık sızlamıştı ama umursamadım. “El şakalarından hoşlanmam.”

“El şakası yapmadım,” dedi kendini savunarak. Yüzünde haylaz bir çocuğa ait ifade vardı ve bu çok şaşırtıcıydı.

Gözlerimi devirdim. “Neydi, parmak şakası mı?”

“Senin yaşam şeklin didişmek mi?” diye sordu alayla.

Gözlerimi kısıp kendimi sakin olmaya empoze etmeye uğraştım ancak başaramadım. “Ayağımı gıdıkladın,” dedim inanamıyormuş gibi.

Gıdıklandığını nereden bilebilirdim?”

Çay dolu kupayı kaldırdım. “Şu kupayı suratına yersin, açıklamaya bak, hayret bir şey.”

Masaya koyduğu eliyle ritim tutarken, diğer elini de çenesinin altına yerleştirip bana baktı. “Amma da söylendin. Masaya ayak uzatan sensin. Ben de deneme yaptım.” Öfkeyle ensemi kaşıdım ve ağzımı açıp birkaç şey söylemek üzereyken susturdu. “Şu sinirini törpülemen gerektiğini söylemiştim.”

“Benim yerimde olsan ne yapardın?” İçten içe kaynıyor, düşürdüğüm sesime de istemsizce yansıtıyordum.

“Ayaklarımı masanın üzerine koymam. Koyarsam da sessizce indirirdim.”

“Bu gereksiz uzayan gereksiz konuyu sonlandırıyorum,” dedim, ellerimle bittiğini işaret ettim.

Aldırmaz bir üslupla konuştu. “Gereksiz değil, öfke kontrolünde bir kademe ilerleyemediğini kendin de fark ettin.”

Konuyu uzatmaya devam etmese bile sinirimi bozduğu için kavga çıkaracak yer arayacağımı bildiğimden içi dolu kupayı masanın üzerine sertçe vurdum ve içindeki çayın etrafa taşmasına neden olduktan sonra hızlı adımlarla mutfağı terk ettim. Tam o esnada salondan kara it koşarak çıkınca yerimden sıçrayarak, “Hay senin ben,” dedim ve duvara yapışıp gitmesini bekledim. “Gudubet Gökhan’ın gudubet iti,” diye homurdandım. Bu aşırı tepkimin sebebi Gökhan’ın haklı olmasıydı. Belki küçücük bir eylemdi ama sorun da uydu. Ufak bir şey de bile şalterlerim atıveriyordu.

O nasıl her şeye karşı mükemmellik boyutunda sakinken ben yeni ergenlik çağındaki çocuklar gibi atarlıydım ki?

Üst kata çıkmak için geçmek zorunda olduğum salondan geçip beni belki de ikinci defa terk eden annemin odasına gittim. Annem… Gökhan onunla ilgili bir şey anlatacaktı, değil mi? Avucumu alnıma vurup keşke o anlattıktan sonra dövüşseydim diye düşündüm. Yarını beklemekten başka çarem yoktu çünkü mutfağa tıpış tıpış dönersem komik gözükürdüm. Ve Gökhan da bunu saklamaz, gülerek alay ederdi.

Işığı kapatıp yatağa uzanmadan önce Gökhan’ın odasındaki çantamı da odaya aldım. Telefona baktım ama arayan kimse olmamıştı. Tabii nereden bilebilirlerdi ki arkadaş randevusundan sonra gece başıma bunların geldiğini… Bilmemeleri çok daha iyiydi. Oldukça uzun zamandır girmediğim, yeni güncellemelerin geldiği sosyal medya hesaplarıma girdim, mesaj kutusundan bana asılan dayıları tek tek engellemeye koyuldum. Birisinden gelen mesaj şuydu: sel am fıstıkkk

Acaba oradaki am kısmını bilerek mi ayırmıştı? Profiline, saçları tamamen dökülmüş, kafatası ayna gibi parlayan dayıyı engelledim.

Bir diğeri şuydu: gogüsleriniz cok guzelmis detayli bakwabilir miyim

Tüm sinirim gitti ve kahkaha atarak onu da engelleyip hesabımı gizliye aldım, telefonu kapatıp komodinin üzerine koyduktan sonra uyumaya çalıştım. Ama hem dayının yazdığı mesajın aklıma gelmesiyle gülmekten, hem de yataktan nahoş bir kokunun burnuma dolmasından dolayı yatamadım. En sonunda kalkıp yatak örtüsünü yatağa serdim, yastığı odanın kenarına atıp uzandım. Annesi tarafından terk edilmiş bir kıza göre ne de gamsızdım.

Tuhaftı ve kulağa imkânsız geliyordu ama annem gerçekten umurumda değildi. Gerçekten değildi. Sadece neler döndüğünü merak ediyordum ve merak duygumu tatmin etmek biraz daha bekleyebilirdi.

Aradan dakikalar geçti, birazdan şafak sökerdi. Gökhan’ın evi biraz işlek bir yerde olsaydı muhtemelen sabah ezanını dinlerdik. İçime bir sıkıntı çöküverdi. Kendimi aniden çok yetersiz, güçsüz hissettim.

‘Zekâsı kıt olan insanlar çabuk öfkelenir ve daha kötüsü öfkelerine sahip çıkamazlar.’

Ben de onlardan biri miydim? Bunun düşüncesi bile beni müthiş şekilde sarstı. Hatta kendime, nefesimi kesecek kadar sinirlendim. Daha güçlü olabilirdim, daha sakin, daha zeki, daha ölçülü ve kesinlikle daha plancı. Olabilirdim. Gökhan kadar güçlü olabilirdim. Hatta daha fazla. Bir daha fevri davranışlarım sonucu hiç kimsenin ağzına kendimle ilgili bir malzeme vermeyecektim. Bazen sinsi ve işgüzar olmak gerekiyorsa en iyi şekilde yapacaktım.

Gökhan beynimi yıkamıyordu ve ben de sırf o istediği için kendimi değiştirmeye çalışmıyordum. Çünkü o haklıydı.

Az sonra merdivenlere birinin çıktığını duydum, kapının altından, yanan koridorun ışığın arasından geçerken beliren gölgeyi seyrettim. Gökhan’ın odasının kapısı açıldı ve yeniden karanlığa, sessizliğe gömüldüm. Bana ağır gelen odanın içine derin, sakin bir nefes bıraktım. Kalkıp camları açıp biraz olsun kendime gelmeyi düşünsem de üşendiğim için yapmadım. Yatakta arkama döndükten birkaç dakika sonra odanın kapısı açıldı. Kapının eşiğinde bir süre durunca, “Uyumuyorum,” dedim.

Adım seslerini dinledim, ardından yatağımın yan tarafı çöktü. Sırtı üstü uzanıp bir kolunu başının altına alarak yatmış Gökhan’a bir bakış attım. Konuyu saptırmadan, aklımdakini direkt kustum. “Senin gibi olmak istiyorum.”

“Benim gibi mi?” derken uykulu sesinden şaşırdığı anlaşılıyordu.

“Yani bazen ve bazı özelliklerim. Tümüyle değil,” diyerek detaylandırdım. “Kusursuz bir katilsin.”

“Katil mi olmak istiyorsun?” Şaşkınlığı gitmişti ve hafifçe gülüyordu.

Karanlık odanın tavanına bakarak, “Unuttun mu, ben de bir katilim artık. Katil değil,” diye düzelttim. “Eğer bu işler artarak ve şiddetlenerek devam edecekse kusursuz bir katil olmak istiyorum. Yani çok güçlü.”

“Birini öldürmek çok kolaydır, Balaban. Tek bir saniye, tek bir hamle. Üzerini örtbas etmek de kolaydır. Bu kadar basit bir eylemi gerçekleştirmek güçlü olmayı gerektirmez. Ya da kötü biri olmak… İyi bir insan olmak, kötü bir insan olmaktan her zaman daha zordur.” Teselli verir gibi konuşmaması sayesinde kendimi zavallı hissetmedim. “Eğer güçlüysem katil olduğum için değil, duruşum sağlam olduğu içindir.”

“Yani duruşun, karakterin olsun diyorsun?” dedim ve acınası bir şekilde güldüm.

Ofladı. “Bugün çok fazla özeleştiri yaptın ama hepsi yanlış. Kendimden o kadar emin değilim ama sen güçlüsün.” Aniden duraksayınca devamını getireceğini anlayıp bekledim. “Güçlü biri olsaydım, uyuşturucu bağımlısı olmazdım,” dedi kapkatı bir sesle. Birden böylesine duygu karmaşası yaşayacağını tahmin etmezdim.

“Neden bırakıp gücünü katlamıyorsun?”

Sinirle güldükten sonra susuverdi. “O kadar kolay olsaydı keşke… Benim gibi bir adam için bile çok zor.”

Bırakmanı isterdim,” dedim yattığım yerden omuz silkerek, bu yatağın hafifçe sallanmasına neden oldu. “Eğer üzerinde hatırım olsaydı hatırım için bırakmanı isterdim.”

Kafasının altındaki elini indirdiğinde onun tarafındaki elime eli çarptı. Yine, ufacık temasla aramızda hiddetle dalgalanan elektrik bedenimi esir aldı. Midem, sırtımı ürpertecek şekilde düğümlendi ve göğsümü şişirip indirdim. Kesin bir şekilde, “Bırakacağım,” diyince beklemediğim bu dönütle birlikte yan tarafıma, ona doğru döndüm.

Bir süre sessiz kaldık, yüzüne dikkatlice bakıp kırpılan kirpiklerinden uyumadığını görünce hemen önümdeki elinin üzerinde parmaklarımı dolaştırdım. “Gökhan,” diye mırıldandım. Ne söyleyeceğimi kendime bile bilmiyorken adını seslenmek aptalca olduğu için alt dudağımı ısırdım.

Ben devam etmeyince, “Hım?” dedi.

“Sana yardım etmeme izin verecek misin?” diye bir şey uydurdum. Parmaklarımın üzerinde dolaştığı elini biraz kaldırdı ve daire çizecek şekilde çevirdi. Şimdi benim elimin üzerinde onun eli vardı ve hareketi kalbimi tekletti. Ne kadar da çocuk gibi heyecanlanıp kapılıyordum… Oysa hiçbir erkek arkadaşımda, daha büyük dokunuşlarında dahi böyle hissetmemiştim. Hiçbirinde, Gökhan’ın şuncacık hareketinde yaşattığı duygu yoğunluğunu yaşamadım. Yine o bastıramadığım, yok sayamadığım delicesine arzu bedenime tüneyivermişti. Gökhan’ın da sıklaşan nefeslerine bakarsam karşılıksız kalmadığım ortadaydı.

Elini çekip benim tarafımdaki kolunun dirseğinin üzerine yaslanarak doğruldu ve öteki elinin avucunu önce yanağıma, sonra saçlarımın arasına daldırarak, içimi gıdıklayan biraz da kaba bir hareketle beni çekti. Dokunduğu yerde volkanlar patladı. Özellikle sımsıcak, ıslak dudakları dudaklarıma değdiğinde. Zihnim tam bir kaosa sürüklendi. Parmaklarının arasına girmiş saçlarımı beni iyice çılgına çevirerek çekti, bunu istemsiz yaptığının farkındaydım ve açıkçası rahatsız değildim. Bacaklarımı hareket ettirdiğimde feci şekilde ıslanmış olduğumu anladım. Biri düğmesine basmış gibi aniden sertleşip alt dudağımı dudağının arasına aldı, böylece ben de onun üst dudağını can havliyle ısırdım. Solmuş ruhuma can verecekmiş gibi bir açlıkla incecik tişörtünü sıktım. Öptü, bir saniye sertti, bir saniye biraz daha yumuşak. Güzelim dolgun dudakları sıcacıktı, nemliydi ve işinin ehliydi. Artık nefes alamadığımız zamanlarda dudakları çeneme iniyor, orayı öpüp dişliyordu. “Bu çok ilkel,” dedi hırıltıların kesikleştirdiği sesiyle.

Nefes nefese durduk, ikimiz de yan döndüğümüz ve yüzlerimiz birbirine baktığı için kafamı boyun girintisine yaklaştırdım ve soluklandım. Göğüslerimiz şiddetle inip kalkıyordu. “İlkel mi?”

İlkellik kesinlikle tercihim,” dedi. Devamını getirecekti.

Ama saat sabahın yaklaşan vakitlerindeyken evin çan sesine benzer korkutucu zili çaldı, aşağıdan kara itin havlayışları duyuldu. Başımı kaldırdım, ikimiz de birbirimize kaşlarımızı çatarak bakıyorduk. Gökhan çarçabuk kendine gelip fırladı. Bu saatte normal birinin gelmeyeceğini düşündüğüm için ben de peşinden kalktım. Işıkları kendiliğinden yanan merdiven lambaları yandı, salonun ışığı zaten açıktı. Dış kapıya uzanan dar koridoru geçtik. Gökhan kapının yanındaki bir düğmeye bastı ve yukarıdaki ekran açıldı, genç bir adam belirdi. Sonra arkasına dönüp aralık yerden bir silah aldı. Duvarda bir yere el izini okuttu. Silahların ve aşağıdaki hücre gibi korkunç odalara giden aralık yer yana doğru kayan duvarla kaplandı. Hayretle kalakaldım, bunu ilk kez görüyordum ve sanki az önce orada aralık yok gibi kusursuzca duvarla kaplanmıştı.

Ben şaşkınlığımı atamadan Gökhan silahı tuttuğu elini saklayarak kapıyı açtı. Adam direkt, “Evini arayacağım,” dediğinde Gökhan, “Öyle mi? Hangi sıfatla?” dedi.

Adam ceketinin cebinden bir şey almak için hamle yaptığında Gökhan’ın elindeki silahı olası bir şeye karşı çaktırmadan hazırladığını gördüm ama adam bir şey çıkardı. Bu… “Polis sıfatıyla,” dediğinde bir sessizlik yaşandı. “Bu gece iki kişinin yakıldığı olay yerinde bir şey bulundu.” Bir işaret verdi ve ellerinde silahlarla donanımlı polisler çıkıverdi. Şok geçirerek olduğum yerde çivilendim. Adama, polislerden biri naylon poşet içinde bir şey uzattı. İçinde… Hayır, hayır, siktir, hayır. Neredeyse yığılacağımı zannettim ama dimdik durabildim. “Olay yerinin az ilerisinde bulunan bu kemerde Merve Balaban’a ait parmak izi tespit edildi,” dedi ve gülle gibi bir ağırlık omuzlarıma oturdu.


❄️

🍄🍄Sınır: 3000 yorum

Evvet olması gereken oldu. Merve bu işlere yeni bulaşan biri, bir yerde patlak vermek zorundaydı ve verdi.

🍄Beğendiyseniz paylaşarak destek olmayı unutmayın lütfen.

Sizce ne olacak?

Görüşmek üzere ❤️❤️

Continuă lectura

O să-ți placă și

701K 26.7K 87
Genç kızın arkadaşının verdiği yeni numarayı yanlış yazan kızın gelecekteki kocasına tesadüfen yazması. İlk başta kız engel yesede engel bir şekilde...
1.8M 79.8K 63
Aile problemleri yüzünden evden kaçmış ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, aynı zamanda sinir hastası olan Pare, ucuza gelsin diye ikinci el...
22.1M 900K 116
İşte oradaydı... Muhtaç olduğum kadın korkuyla bana bakıyordu. Ona biraz daha dokunmazsam sanki ölecektim. Bu hastalıklı duygular beni resmen ele geç...
3.5M 128K 71
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum... "1 yıl, sadece 1 yıl sonra burdan herkesin seni bir ölü olarak...