Kapak Modeli 🌙Yarı Texting🌙...

بواسطة __SAS__

4.3M 319K 64.3K

Kendi halimde Wattpad'de hikayemi yazıyordum. Ta ki fotoğraflarını kullandığım Amerikalı aktör, 'Ne hakla fot... المزيد

Merhaba
Tanıtım
#1
#2
#3
#4
#5
#6
#7
#8
#9
#10
#11
#12
#13
#14
#15
#16
#17
#18
#19
#20
#21
#22
#23
#24
#25
#26
#27
#28
#29
#30
#31
#32
#33
#34
#35
#36
#37
#38
#39
#40
#41
#42
#43
#44
#45
#46
#47
#48
#49
#50
#51
#52
#53
#54
#55
#56
#57
#58
#59
#60
#61
#62
#63
#64
#65
#66
#67
#68
#69
#70
#71
#72
#73
#74
#75
#76
#77
#78
#79
#80
#81
#82
#84
#85
#86
#87
#88
#89
#90
#91
#92
#93
#94
#95
#96
ALFA YAYIN GRUBU'NDAYIM!
#97
#98
#99
Final (1. Kısım)
Final (2. Kısım)
Epilog

#83

26.6K 2.6K 945
بواسطة __SAS__

Canlar önceki bölümde Kübücüm adına üzülenler (ve sinirlenenler🙈) oldu

Belki bir kurgu olduğu için bazı şeyler düşünce kalıplarımıza kolayca uydurulabilir gibi geliyor. Ama gerçekçi düşünürseniz Brad Pitt gibi bir aktöre (Jimmy bu ligde) öpücük vs yasağı koymak (direkt veya duygusal şantaj aracılığıyla) pek gerçekçi değil. Kübü zaten öyle bir şey yapacak bir tip de değil.

Kübü için 'içinde çok samimi ama öyle davranmıyor' diyenler olmuş – koruması gereken bir gururu ve de karizması olduğunu düşünüyor, hissettiği gibi hareket etmeyecek, karakteri böyle.

Şunu da hatırlatayım: Kübü içinde ne yaşarsa yaşasın çok doğal karşılamış gibi yansıttı durumu. Jimmy düz bir adam, söylenene inanıyor (pek çok erkek gibi hegjhjehgj) ve Kübü'nün olabildiğince duruma adapte olduğunu düşünüyor. Ona da çok yüklenmeyelim pls 🤗

Sonuç itibariyle sizi halen ikna edememiş olabilirim khlklkş

İlişki dinamikleri sizi kızdırıyor olabilir anlıyorum ama bu kadar ünlü bir adamla birlikteyseniz bazı şeyler kaçınılmaz olacak – zaten her şey çok kolay olacak olsaydı böyle bir hikâyeyi yazmama gerek kalmazdı – ya da tahminen üç bölüm sürerdi: Jimmy'yi emekli edip taşırdık İstanbul'a oh mis 

Kültür çatışması, farklı dünyaların çatışması ne derseniz deyin – çatışma olmadan anlatacak fazla bir şey olmuyor.

Ama bir punduna getirip kimseyi de çok mağdur etmem yani shjshjshs

Ve başlamadan önce önemli not: Pandemide New York boşaldı, kiralar düştü ama bizdeki New York eski New York


Ev arama girişimlerim ikinci haftasında da sonuçsuz kalmıştı.

Aslında yana yakıla ev aradığım da söylenemez. Hafta başından beri, bir gün arayla iş çıkışında birbirinden berbat iki daire görmüştüm sadece. Onları gördükten sonra da yaşama sevincimi yitirdiğimden, oturduğum yerde internetten yeni ev aramaya bile üşeniyordum artık.

Bunda kafamın çok başka yerlerde olmasının da payı büyüktü tabii. Hafta sonu için hazırladığım ufak çantam sırtımda, cuma akşamı Jimmy'nin sadece numarasını söylemekle yetindiği Fifth Avenue'daki rezidansa doğru ilerlerken, iki hafta sonra sokakta kalabilecek olmak, mini dizide Jimmy'yle birlikte kimin başrolü paylaştığı kadar umurumda değildi.

İnat edip sormamıştım tüm hafta boyunca – hatta dizinin lafını dahi etmemiştim. Dedikodu sitelerindeki detaylı aramalarım da boşa çıktı. Her nedense proje detayları sır gibi saklanıyordu. Kadro çok bombaysa demek!

Kadrodaki olası taş gibi aktrisler musallat olmuş hiç aklımdan çıkmıyorken, yanından geçtiğim binanın numarası gözüme çarptı. 800. Hedefteki numara. Ne ara iş yerinden çıkmıştım da gelmiştim buraya ben? Anlaşılan içim içimi yerken, ayaklarım da boş durmamış, beni yüksek rezidansın iki kanatlı cam kapısının önüne kadar götürmüştü. Görülüyordu ki Jimmy şirket binasına evinin iki blok uzaklıkta olduğunu söylerken abartmamıştı.

Ben göründüğünden çok daha ağır olan kapıyı tüm gücümle itip açmaya uğraşırken, kapının diğer tarafında varlığını mimikleriyle bana hissettirmek için çırpınan kapı görevlisi de kapıyı kendine doğru çekip ardına kadar açmış bulundu. Üstelik kapıyı benim için açmıyormuş. Yüzündeki tuhaf ifade de buna işaretmiş. Kapının şeffaf olduğunun altını tekrar çizmek isterim. Cam kapı.

Kapı birden açılınca içeri doğru yalpalarken hızımı alamayıp kaniş köpeğiyle dışarı çıkan yaşlı teyzenin az kalsın üzerine çıkıyordum. Ani frene basarak kadından son anda sıyrılıp hemen kenara çekilirken özür diledim. New York sosyetesine rezil olmaya ilk adımda başlamıştım bile! Kadın benim telaşımı paylaşmadan gülümseyerek bana kibar kibar selam verdi, ardından kendi gibi kibar köpeğiyle birlikte kaldırıma çıkıp pıt pıt yola koyuldular.

Ben kadının arkasından bakarken, kapı görevlisi yazık o ağır kapıyı bu sefer benim için tutmaya devam etti. Yine bir afalladım. Her geleni böyle hevesle içeri alıyorlar mıydı acaba? Kapıda kimlik filan soracaklar sanıyordum ben oysaki. Demek ki sormuyorlarmış Kübü. Adamın sefaletine son verip ondan da özür dileyerek teşekkür ettikten sonra nihayet içeri girdim.

Kapının açıldığı geniş lobi tepeden tırnağa mermer, resepsiyon dışında boş ama sadeliğiyle döven bir girişti. Yüksek tavan insana kendini mini minicik hissettiriyor, üzerimdeki spotlar her adımımı görmediğim birilerinin izlediği izlenimi uyandırıyordu. Kim bilir belki halihazırda kapıdaki vukuata da tanık olmuş birkaç güvenlik görevlisini çok eğlendiriyordum şu an şapşallığımla!

Mermeri taze bir yara gibi iki parçaya bölen, resepsiyona kadar uzanan kıpkırmızı yumuşak halının üzerinde sanki bir ömür yürüyerek bankoya yaklaşıp üniformalı görevliye "İyi akşamlar," dedim. Bunu başardım.

Nasıl devam edeceğime karar vermeye çalışıyordum ki "Ms. Cetinkağya?" diye sordu kibarlığından beni yeni fark etmiş gibi yapan adam. Herkes nezaketten kırılacaktı bu binada!

Demek ki buralarda da tanınıyordum. "Evet," dedim. "Benim."

"Hoş geldiniz," diyerek gülümsedi. "İsmim Shawn." Akabinde bir kart uzattı. "Kartı asansörde okutup en üst kata çıkacaksınız. Herhangi bir arzunuz olursa lütfen beni arayın, olur mu?"

Ne isteğim olacaktı mesela? Şampanya? Hmm. Belki yanında da havyar isterdim ben. Bu bina sınırları içinde daha ucuz şeyler istemek abesle iştigal olur gibime geliyordu. Kartı aldım Shawn'dan. "Olur ararım, teşekkürler."

Resepsiyonun çaprazında karşılıklı sıralanan asansörlere yönelirken mermer taşların üzerinde adımlarım yankılandı. Bir filmin içindeydim sanki. Az sonra da beynim patlayınca kanlarım mermerlere saçılacaktı. Yeni bir şey daha öğrenmiştim kendime dair. Fazla nezaket beni geriyordu.

Sekiz asansörden biri hemen çağrıma yanıt verip 'dink!' sesi eşliğinde kapılarını araladı. Atladım içine.

Film devam etti.

Gördüm ki asansörün direkt evin içine açıldığı filmlerdendi bu! Evin granit parlak zeminine adımımı attığımda birkaç lamba otomatik yandı. Böylece koca binanın çatısının komple Jimmy'nin olduğunu gördüm.

Bir nefesim kesildi benim ama. Jimmy'nin Los Angeles'taki evi sempatik, fonksiyonel bir evdi; bu evden zenginlik ve class akıyordu.

Ne yapacağımı bilemedim. Çantamı koltuklardan birinin üzerine bıraktım. Hipodrom büyüklüğündeki salonu daha iyi görebilmek için etrafımda şöyle bir döndüm.

Aslıhan Hanım'ın odası halt etmiş!

Central Park, Empire State hepsi görüş alanımdaydı. Bir o köşeye bir bu köşeye koştum patır patır. Sonra bir daha koştum. Ardından tek tek odaları gezdim. Tamamı koyu renk modern mobilyalarla döşenmiş devasa bir yatak odası ve ona bağlı tabii ki yine devasa banyo ve ek olarak iki büyük, bir küçük misafir odası mevcuttu; ki onların da hepsinin ayrı ayrı banyoları vardı. Haa bir de gym vardı. Aklıma gelebilecek tüm alet edevatla donatılmış Central Park'a karşı koşabildiğin bir gym. Ev misler gibi tertemizdi ayrıca. Bal dök yala.

Son durağım açık mutfak oldu. Böyle sallana sallana gelmek yerine Jimmy'ye gelirken alışveriş yapabileceğimi söylemiştim ama o halledildiğini söylemişti. Halledilmiş görünüyordu gerçekten. Buzdolabı tıka basa doluydu. Havyar istememe de gerek kalmamıştı çünkü vardı!

Dolabın kapağını gerisin geri kapatıp salondaki konsolların üzerinde sıralanmış ve de çerçevelenmiş fotoğraflara baktım bu kez. Adeta bir zaman tüneline girmiştim. Her nedense Jimmy'nin Los Angeles'taki evinin aksine burada bebekliğinden bugüne kadar annesi ve teyzesiyle bir sürü fotoğrafı vardı. Yedi-sekiz yaş civarında ağzında diş olmadığı bir fotoğrafa sesli güldüm. Ama o kadar. Zira kendisi ergenliği pas geçmişti. Övündüğü kadar vardı şu genleri. On altı yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim hali daha nahif görünmekle beraber, yüzünün kemikleri oturmuş, gülüşü aynı milyonluk gülüşken, vücudu neredeyse ilk gördüğüm halini almıştı (Wolvie'den önceki standart atletik vücut).

Çekmeceleri karıştırıp gizlilik ihlali yapmadan bakacak bir şey kalmadığına kanaat getirdiğimde, birkaç deneme yanılma sonrası, duvara monte aşırı teknolojik panel üzerinden bir tek holdeki lamba hariç tüm lambaları kapatmayı başardım. Camın dibinde yere oturdum. Çökmekte olan karanlığa bakarken drone'la New York'un üzerinde uçuyormuşum gibi geldi bir an. İnsanoğlu kuş misali derdi anneannem. Her yere konabiliyordu işte böyle.

Ne kadar manzarayı izledim bilmiyorum.

Sanki bir nefes sonra asansörün kapıları aralandı. Çantalar yere bırakıldı.

"Ne yapıyorsun öyle karanlıkta?"

Nefesimi tutup yüzümü ona döndüm. Her yeni buluşmamızda beni başka bir heyecan basıyordu. Bu sefer de farklı değildi. En nihayetinde sadece dört kez görüşmüştük biz. Sadece dört kez. Dört kez gördüğüm birinin, bir hayat boyu tanımışım gibi gelmesi ne kadar tuhaftı. Hayatım olması ondan da tuhaf.

Kalbim kulaklarımda yeni görüntüsünü kaydetmeye çalıştım hafızama. Saçları kısacıktı. Sakalları da kısalmıştı ama tümden kesmemişti. Belki yeni rolü için yeni imajı buydu. Öf. Onu şimdi düşünmeyeceğim. "Manzaranın tadını çıkarıyorum.*" (*Enjoying the view)

Bana doğru birkaç adım atarken üzerindeki ince montu çıkarıp koltuğa fırlattı. "Sevdin yani burayı.*" (*I take it you like it here.)

"Sevilmeyecek nesi var ki? Ama pek de senin tarzın gibi gelmedi bana.*" (*What's not to like? Honestly it doesn't look like your style though.)

"Birkaç sene önce Macy seçti burayı," dedi gözlerini devirirken Jimmy. "Ailecek biraz değişikliğe ihtiyacımız varmış. Haddinden fazla mütevazı bir hayat sürüyormuşuz da..."

Haklı olabilirdi Macy.

Montsuz daha bir alıcı gözüyle baktım. Açık renk bir kot pantolon ve beyaz bir tişört giymişti. Bıraktığımdan çok daha zayıftı ve kasları da daha incelmişti; daha çok bir sporcu gibi. Yeni role başka bir hazırlık belki? "Yeni imajını sevdim."

Eli saçına gitti. "Saçın gitmesi gerekiyordu. Ama sakalı senin için bıraktım. Hevesini aldığında keseceğim.*" (*The hair'd gotta go. I kept the beard for you. I'll get rid of it once you get enough of it.)

Demek unutmamıştı. Aramızdaki mesafeyi kapatıp yanaklarında gezdirdim parmak uçlarımı. Hevesimi almam biraz zordu. "Arada bir geri dönmemiz gerekecek,*" diye fısıldadım. (*We'll have to revisit it every now and then.)

Uykulu gözlerle yüzüme bakıp gülümsedi. Ne kadar yorgun olduğunu o an fark ettim. "Ne zaman istersen," diye sayıkladı neredeyse. "İnanamıyorum seni burada bulduğuma... İnanamıyorum bir zamanlar yaşadığım şehirde yaşadığına. Rüya gibi..."

"Ben de pek inanamıyorum. Farkında olduğumu bile söyleyemem." Arada bir işte gökdelenlerin pencerelerinden bakınca farkına varıyordum. "İki hafta rüzgâr gibi geçti."

"Bu kadar çok çalışmak zorunda mısın?"

"Bizim iş böyle Jimmy. İstanbul'da da çok çalışıyordum. Alışkınım ben."

Sıkı sıkı sardı beni kolları. "Teşekkür ederim geldiğin için," dedi kulağıma doğru usulca.

Muzipçe güldüm. "Rolden çıkmışsın..."

Geri çekilip "Ne?" diye sordu o da gülerek.

"Wolvie artık burada yaşamıyor sanki. Farklı görünüyorsun. Hatta kulağa bile farklı geliyorsun.*" (*Wolvie doesn't seem to be living here anymore. You look different. You even sound different.)

"Vücut saatim İrlanda'da kaldı," dedi biraz sinirlenmiş gibi yaparken. "Birazdan ayılırım. Biraz zaman tanı bana olur mu?"

Dediğini ispat etmek istercesine birden ayaklarım yerden kesildi, omzuna fazla efor harcanmadan savruldum. Muhatabım göz hizamdaki düzgün kalçaları "Ne yapıyorsun??" diye soludum. Birden maraton koşmuşçasına nefes nefese.

"Hala Wolvie'nin gittiğini düşünüyor musun?" diye sordu alayla.

Kıkırdamaya başlarken "Emin değilim," diyecek oldum ki dönüp hart diye popomdan ısırdı pis!

"Jakuzimi özledim," dedi homur homur yanağı kalçama dayalı. Büyük yatak odasına yöneldi. "Arkamdan beni takip ettiğine göre senin de itirazın yok gibi..."

****

Banyodaki yüzme havuzundan hallice jakuzide köpüklerle oynarken "Ne zaman gitmen gerekiyor?" diye sordum. Bizim bir araya gelişimizden sonra refleks gibi aklıma gelen ilk şeydi bu: İkimizden birinin dönüş tarihi.

Çenesini omzuma yasladı. Kulağıma dudakları değdi. "Yarından sonra."

Hayal kırıklığımı içimde tutamadım. "Demek o kadar az zamanımız..."

"Dünya üzerindeki tüm zamanlar yetmeyecekmiş gibi geliyor." Sıkıca sarıldı belime. "Öyle özledim ki seni."

Başımı geriye omzuna yasladım. "Ben de."

"Hafta sonu gelir misin Los Angeles'a?" diye sordu. Sesinde birden umut belirmişti.

Dönüşte bir bakmışım evsizim. "Şu ev işini halledersem..." Ki halledemeyeceğime dair inancım gittikçe kuvvetleniyordu.

"Doğru..." diye mırıldandı. Neyse ki daha fazlasını söylemedi. Hiç ev işinden bahsedesim yoktu bu haftaki fiyaskolardan sonra.

"Kitabı okudum gelirken," dedi sonra.

"Hangi kitabı?"

"Dizinin uyarlandığı kitabı. Senaryoyla örtüşüyor büyük oranda."

İyi bir şey demek miydi bu? "Yani kitabı da sevdin?"

"Sevdim. İz bırakabilen hikayelerden."

"Kötü mü bitiyor?"

"Nereden vardın bu sonuca?" diye sordu hayretle.

"Kötü biten hikayeler iz bırakıyor galiba..."

"Bir yazar olarak mı konuşuyorsun?"

"Bilmem. Belki bir okur olarak konuşuyorumdur."

Sessiz bir nefes verdi. "Hakkın var, kötü bitiyor."

Bayağı etkilenmişti anlaşılan. "Neydi kitabın adı?"

"Borges'in Düşleri.*" (*uydurdum)

"Hiç duymadım."

"Sırt çantamda duruyor. Sen de okuyabilirsin istersen."

Sanmıyorum. Ama "Olabilir," dedim. Konuyu artık istediğim yere çekmezsem çatlayacaktım. Olabildiğince öylesine soruyormuşçasına "Kadroda kimler var?" diye sordum.

Omzumun üzerinde sırıttığını hissettim. "Emma Thompson, Meryl Streep, Diane Keaton, Helen Mirren, Robert de Niro, Al Pacino, Jeff Bridges ve Jack Nicholson. "

Wtf?

Hadi kitabı okumadım. Böyle bir şeyi nasıl olur da izlemem ben???

Dikkatimi topladım. Sorgulamam devam etmeliydi amacıma ulaşana kadar. Jeff Bridges ya da Meryl Streep'le sevişmeyecekti herhalde. "Yeni nesilden kim var seninle birlikte?"

"Daisy Ridley. Partnerim o olacak.*" (*She's gonna be my partner.)

Hani Star Wars'taki?

Son üçlemenin berbat olması tek tesellimdi. "Onunla daha önce çalıştın mı?*" diye sordum cici cici. (*Have you ever worked with her before?)

Sırtımı aheste aheste sabunlamaya başladı elindeki pofidik süngerle. "Hayır. Hiç karşılaşmadık daha önce. Duyduğuma göre fena biri değilmiş.*" (*No. Never met her. I hear she's alright.)

Hayal meyal hatırlıyordum böyle bir konuşma yaptığımızı. Müthiş kadınların pek de müthiş öpüşmediğini ima etmişti zamanında. Umuyordum ki Daisy de tatlı bir kız olmasına rağmen berbat öpüşenlerdendi. Böyle yapış yapış, salyalı. "Hiç tanışmamanız bir dezavantaj değil mi?" Merak etmediğim soruları sormaya devam ettim diyaloğu istediğim yere çekerken. "Aranızda kimya olmadığında ne yapıyorsunuz?*" (*What happens when there's no chemistry?)

"Tabii ki kimya varmış gibi yapıyorsun. Ki genelde yoktur zaten.*" (*You fake the chemistry of course. Usually there isn't.)

"Ve insanlar da inanıyor?*" (*And people buy it?)

"İnanıyorlar. İşim bu benim, unuttun mu?*" (*Yeah they do. That's what I do, remember?)

Unutturmuyorsun ki. Geldik zurnanın zırt! dediği yere. "Peki ya partnerinle aranda kimya olduğunda ne oluyor?*" (*And what happens when there is chemistry?)

"Tabii bu işleri kolaylaştırıyor.*" (*Well, it makes things easier.)

Kalbim biraz burkuldu bu cevapla. "İnsanlar bu konuda harekete geçmiyor mu?*" (*People don't act on it?)

Burnundan gülücükle karışık bir homurtu yükseldi. "İnsanlar bu konuda sıklıkla harekete geçiyor. Ama ben bundan iyi bir şey çıktığını görmedim.*" (*People act on it all the time. But I've never seen anything good coming out of it.)

Dürüstlüğü hiç değilse biraz rahatlatıyordu beni. Bir de sırtımdaki süngerin dairesel hareketleri! "Senin tecrübelerin nasıldı? Kimya olduğunda yani.*" (*How was it for you? When there's chemistry I mean.)

"Birkaç kez hoşlanmadığım birini öperken rahatsız hissetmedim kendimi.*" (*A few times I didn't feel uncomfortable kissing someone I didn't really like.)

"Peki ya diğer zamanlarda?*" (*And other times?)

"Rahatsızdı ama belli etmezsin. Numara yaparsın işte.*" (*It was uncomfortable but you don't show it. You FAKE it.)

"O kadar mı?*" (*That's it?)

"Evet. Sadece biraz alışmak gerekiyor. O kadar.*" (*Yeah. It takes some getting used to. That's all.)

Tutmayın artık beni. Alah'tan şüphelenmeden güzel güzel cevaplıyordu Jimmycik sorularımı. "Öyle bir sahneden önce hiç tedirgin hissettiğin oluyor mu?*" (*Do you ever get nervous before such a scene?)

"Hayır. Artık olmuyor. Pek de düşünmüyorum aslını istersen. Sadece arkamda bırakmam gereken başka bir sahne.*" (*No. Not anymore. Actually I don't think about it that much. It's just another scene I need to get through.)

Belki de anahtar eylem ya da eylemsizlik buydu. Düşünme-mek. Elindeki süngeri alıp iki yanımdaki kollarını sabunlamaya başladım. "Hadi bana İrlanda'yı anlat... Hiç konuşamadık..."

****

Bu evde (ev demek hakaret olabilirdi belki, kavgada söylenmesi de arzu edilmezdi) camdan bakmalara doyamıyordum. Giyinmeye üşenip nevresime sarılı bir vaziyette salonda oturmuş gün doğumuna karşı kahvemi yudumlarken, Jimmy'nin arkamda iç geçirdiğini duydum.

"Bu manzarayı sonsuza dek izleyebilirim. Her gün sana uyanmayı neredeyse kafamda canlandırabiliyorum.*" (*I could watch this view forever. I can almost picture waking up to you every morning.)

Ben de Jimmy'yi sonsuza kadar izleyebilirdim. Odasından pijama bulup giyecekti sözde ama çok da başarılı olamamıştı. Sadece pijama altını giyebilmişti. Üzerinden dökülüyordu lacivert kumaş. İpek miydi o? "Güzel bir hayal," derken neden bahsettiğimden çok da emin değildim artık.

"Hayal olmak zorunda değil."

Daha aynı ülkede yaşamayı yeni becermiştik. Çok da açılmaya gerek yoktu bence. "Her gün nasıl birlikte uyanabiliriz Jimmy?" diye sordum sabırla. Hele de sen kıtalararası çekimden çekime koştururken, hm?

"Her gün olmayabilir tabii," dedi çocuk saflığıyla. "Ama burada kalırsan..."

İçten gelen bir 'of' çektim yüzüne karşı. Yazık Jimmy cevaben ne diyeceğini bilemedi, kaldı öyle karşımda. "Lütfen yine başlama Jimmy!"

Epey bir Türk tepkisi olan tepkim karşısında toparlanması uzun sürmedi ne var ki. "Ne yani çok mu kötü olur? Neden bu kadar şiddetle karşı çıkıyorsun?" diye sordu sesi biraz yükselirken. "Her zaman temiz bir eve gelebilirsin. Sana yemek de yaparlar."

Mesele pis bir evde yemeksiz kalmam mıydı? "Anlamıyorsun Jimmy."

Elini beline koydu. Daha uzun göründü bir an. Yaklaşmasaydı keşke ama bir adım attı bana doğru. "Anlat o zaman. Dinliyorum."

Oturduğum koltuk tepesinden kıpırdamadan "Buraya taşınamam," dedim tane tane. "Bu şehre gelmek benim kararımdı. Sana güvenip yapmadım bunu." O yüzden yeniden aktif olarak ev aramaya başlasam iyi olacaktı!

"Anlıyorum." Sabırsızca iki metre karelik bir alanı turlamaya başladı. Kafese hapsedilmiş bir kaplana benziyordu. İpek pijamalı. "Paramın peşinde değilsin. İspat ettin bunu.*" (*I get it. You're not after my money. You proved your point.)

Daha iyi bir cevap bulamayınca "Bir şey ispat etmekle alakalı değil bu,*" diye somurttum. (*It's not about proving a point.)

"O zaman bu senin bağımsızlığınla ilgili." Evet onunla biraz ilgiliydi doğrusu! "Görmüyor musun? Buradasın. Bağımsızsın. Kendi başına hayatını kazanabiliyorsun. Bunu açıkça gösterdin. Dünyanın her yerinde çalışabilirsin. Ben asla başka bir ülkede hayatımı kazanamazdım. Kahretsin ki başka bir ülkeden tek başıma Amerika'ya dönmem gerekse nasıl check-in yapmam gerektiğini bile bilmiyorum artık. Üstelik bunu başkalarına da soramam çünkü başka bir dil de bilmiyorum!*" (*It's about your independence then. Don't you see? You're here. You're independent. You can make a living here on your own. You made that clear. You could work anywhere in the world. There's no way in hell I could make a living on my own in another country. Shit, if I were in another country trying to make it back to the States, I wouldn't even know the first thing about checking in my own luggage anymore. I wouldn't be able to ask too. Cos I don't even speak another language!)

Bu garip çıkışı karşısında, İngilizce bilmesinin yeterli olduğuna dair yorum duymak istemeyeceğini düşündüm. Bavulunu kontuara direkt verebileceğini de duymak istemeyebilirdi.

Sessizliğim karşısında o da içinde ne varsa dökmeye devam etti. "Kafandan ne geçiyor bilmiyorum ama burada yaşasan senden hiçbir şey eksilmez. Üstünlük sende. Eğer bu aramızda bir güç oyunuysa sen kazandın. Çok uzun süre önce sen kazandın.*" (*I don't know what is going through your head but it doesn't make you less if you lived here. You have the upper hand. If this was a power game between you and me, you've won. You won long ago.)

Daha fazla devam etmesine izin vermedim ama. Aklından neler geçiyordu böyle? "Bu üstünlük kurmakla alakalı değil. Asla ilişkimiz hakkında böyle bir şey düşünmedim. Asla yapmam böyle bir şey,*" dedim şok içinde. (*It's not about having the upper hand. I never thought about our relationship like that. I'd never.)

"Neyle ilgili o zaman?" derken sesi yükseldi. Boynundaki damarlar şişti. Bir an çıldırmasına ramak kaldı sandım. Hemen kendini toplarken "Seni seviyorum," dedi sessizce. Kaybolmuş bir çocuğu andırıyordu. "Aslında bu cümle hissettiklerimi ifade edebilmek için yetersiz kalıyor. Sana tapıyorum. Ben sana dünyayı vermek istiyorum. Sana sahip olduğum her şeyi vermek istiyorum. Ama sen buna izin vermiyorsun. Bizim için çok şey yaptın. Hala yapıyorsun. Bırak ben de senin için bunu yapayım. Yapabileceklerim arasında en basiti bu olur. Geceleri huzurla uyuyabilmem için tek yol bu. Evde güvende olduğunu bilmek istiyorum sadece.*" (*What is it about then? I love you. It's actually an understatement. I adore you. I wanna give you the world. I wanna give you everything I've got. But you don't let me. You've done so much for us. You still do. Let me do this for you. It's the least I can do. It's the only way I'll sleep at peace at night. I just want to know that you're safe at home.)

Gözleri de dolu doluydu şimdi. Şaşırdım ne diyeceğimi. Kelimeler beni terk etmişti.

"Bir şey söyle.*" (*Say something.)

'Taam yaa' demeye o kadar yaklaşmıştım ki.

Derin bir nefes aldım. "Tek bir şartla kalırım." Gözleri kısıldı ne yumurtlayacağımı beklerken. "Kira ödeyeceğim."

Bu sefer kendini hiç tutmadan "Sen aklını mı kaçırdın?*" diye bir bağırdı ama sesi bütün evde yankılandı. (*Are you fucking insane?)

Bağırışlar beni yıldıramazdı. "Kira ödeyeceğim," diye tekrarladım. "Senin de gece rahat uyuyabileceğin düzgün bir yer bulana kadar tabii.*" (*I'll pay rent. Until I find a decent place so that you'll also have peace sleeping at night.)

Kayıp vakaymışım gibi yüzüme bakarken "Sen aklını kaçırmışsın,*" dedi. Ama kabullenmişlikle. (*You're fucking insane.)

"Ya kabul et ya da reddet. Ancak bu şekilde burada kalmamı sağlayabilirsin. Bir süre.*" (*Take it or leave it. It's the only way you can make me stay here. For a while.)

"İyi.*" (*Fine.)

Etrafı işaret ettim. Ev aramaya üşenmeye başlamadan önce penthouse ilanlarına bakmak suçlu zevklerim arasındaydı. Hayal kurmak güzeldi ne de olsa. "Burası için ayda seksen bin dolar elbette ödeyemem ama kullandığım alan için ödeme yapabilirim. Arka taraftaki banyolu küçük misafir odasını alırım. Arada bir mutfağı da kullanırım. Çok miskin olmadığım zamanlarda belki gym." Kimi kandırıyorum? "Ama sanmam. Temizliğe herhalde düzenli geliyorlar, ona itirazım olmaz ama kimsenin bana yemek yapmasını istemiyorum.*" (*Now I know I cannot pay 80000 dollars a month but I can pay for the area I use. I take take the small guest room at the back with the bathroom. And I could use the kitchen occasionally. If I'm not too lazy, maybe the gym too. But I wouldn't count on it. Regular housekeeping is fine but I don't want anyone to cook for me.)

Kollarını göğsünde bağladı kaşları iyiden iyiye çatılırken. "Neyse ne.*" (*Whatever.)

Telefonumu çıkarıp üzerinden oda-mutfak ve banyonun kabaca yüz ölçümünü toplayıp Manhattan'daki metre kareye verilen ortalama kirayla çarptım. İflas etmek istemiyorsam gym'i hesaba katamazdım. Yaklaşık 3500 dolar. "Üç bin dolarlık bir ev bulabileceğimi umuyordum. Daha çok şık görünen bir ayakkabı kutusu. Bu umduğumdan çok daha fazlası. Sana aylık 3500 dolar ödeyeceğim. Çok daha fazlasını ödemem gerekirdi tabii. Hala borçluyum sana.*" (*I was hoping I could find a place for 3000. Well more like a cool shoe box. This is more than I could ever expected. I'll pay you 3500 dollars a month. Of course I should have paid much more. I still owe you.)

Jimmy yine ağlayacakmış gibi bakıyordu. Umursamazlığı fazla uzun sürmemişti. "Gerçekten çok canımı yakıyorsun şu anda.*" (*You're really hurting me right now.)

"Başka türlü kalamam burada Jimmy. Uyuyamam. Bu kadar basit.*" (*I cannot stay here otherwise. I cannot sleep. Simple as that.)

Nevresimin arasından elimi uzattım. Hayatımda ilk kez kira pazarlığını çırılçıplak icra ediyordum. "Anlaştık mı?*" (*Deal?)

Elime şöyle bir baktı. İsteksiz elimi sıkarken "Anlaştık," dedi yarım ağız.

"Banka hesap bilgilerini gönderirsin."

"Kesin göndereceğim.*" (*I'll make sure I do.)

Kuştepe'den Upper East Side'a taşınmam böyle gerçekleşti.




Jimmy bir miktar delirdi ama şu an farkında olmasa da istediğini aldı gibi büyük ölçüde

Kişisel bir notla noktalıyorum bölümü canlar.

Annem bir operasyon geçirdi, o nedenle Türkiye'ye geldim ben (her şey çok şükür yolunda gitti🙏).

Penthouse için de fotoğraf ekleyemedim ama onlarca filmde görmüş olduğunuz manyak penthouse söz konusu tam olarak – metin içinde tasvir ederken kafanızda canlandırmakta çok zorlanmamışsınızdır umuyorum.

Maalesef bir sonraki bölümü Berlin'e döndükten sonra paylaşabilirim gibime geliyor (şimdilik ilk bölüm paylaşabileceğim tarih 10 Nisan – tarihi öne alabiliriz, korona olursak geriye atabiliriz, bilemiyorum, dönüş bileti almadık, değişiklik olursa duyururum). Mevcut durumda Türkiye'de yazamam gibime geldi (normalde de Türkiye'de pek yazamıyorum ya!), haber vermek istedim o yüzden. Duyanlar duymayanlara iletebilir. Bir şekilde ben bunu telafi ederim. Nisan'ın üçüncü haftası doktora savunmam var gibi duruyor- onun şerefine sonraki iki hafta peş peşe iki bölüm gelebilir diye düşünüyorum. Bilahare konuşuruz durumu😇🙋

Bir dahaki görüşmemize kadar kendinize çok iyi bakın. Öperim bi sürü canlarım 😘😘

Gelen bölümlerden haberdar olmak, diğer hikâyelerim hakkında bilgi edinmek, arada da canlı yayınlarıma katılmak isterseniz şöyle buyrunuz:

Instagram: @sezen.aksin

واصل القراءة

ستعجبك أيضاً

94.9K 10.4K 22
Yanlış hissetmek diye bir şey yok. Belki o senin hislerini paylaşmıyor olabilir ama bu senin yanlış hissettiğin anlamına gelmez. Büşra Köprü
64.4K 3.7K 15
Nisan ve Güney küçük yaşta tanıştıkları andan itibaren birbirlerinin en iyi dostu olmuştur. Liseye başladıkları yıl ayrı sınıflara düşerler ve ayrıl...
Takıntı بواسطة Ecrin Yıldız

القصة القصيرة

93.2K 1.1K 18
İçimden bir ses eskiye dönebiliriz diyordu ne kadar bazı kötü şeyler yaşanmış olsada o benim ilk aşkımdı. "Esin ben seninle eskisi gibi olmak istiyor...
12.8K 2K 77
Tanrı kurdun rahmine yerleştiğinde gökyüzü yeryüzüyle bir oldu. Yeryüzünde doğan bir fitne yeraltıyla bir olduğunda yok oluş günü geldiğini ilan ett...