someone's someone | minsung

By chogiwataeil

409K 41.3K 122K

[tamamlandı] "keşke sana her şey düzelecek diyebilseydim, ama düzelmeyecek. sen düzeleceksin." ••• texting... More

unknown
joseph
onun dışında herhangi biri
acıyor musun ona?
benim yüzümden
lütfen beni engelle
yazlık ve ağzınızın tadını sikeyim
"çamaşır makinalarına güvenmiyorum" (ft.viski)
bedava kaldığın evde bulaşık yıkamak
hongjoong'un barında sweet chaos (cr: day6)
günah keçisi hyunjin
144
Jisung Alone çok angst bir bölüm (ft. Yukhei)
Chan Minho'ya bir şarkı yazmış
on üç yaşındaydım, on beş yaşındaydı
ilk kez öpüşmenin iyi ve kötü tarafları : mingi
aptal kertenkele ve balkon
ihtiyacım olan şey
"arkadaşlarım olmadan"
yerim'in montu ve kim kimi öldürdü polemiği (ft. chan hyung)
pankreaslardaki bir iki kara delik
ciğerler, saçlar ve mutfak
felix'in parmakları ve düşüp bayılanlar
"chan hyung olmasaydı" (aka jisung'un minho'yu öptüğü bölüm)
cennetin görüş saati (ya da öldükten sonra her nereye gidiliyorsa)
"istediğim şey"
**a mingi study ve hayatın içinden

sen ölüsün arkadaşım ama eğleniyoruz, değil mi?

16K 1.1K 3.4K
By chogiwataeil

kim olduğunu bilmediğim, hatta büyük ihtimalle 6-7 yıl önce facebook'da gördüğüm bir insan demiş ki, bütün fırtınalar hayatınızı yerle bir etmek için gelmezler, bazıları yolunuzu temizlemek içindir. ya da bunun gibi bir şeydi.

sonuç olarak bu sözü geçen gün yeniden hatırladım. tam olarak balkondayken üstelik. çünkü telefonum çaldı ve ben hyunjin'le konuşmamızı bitirdiğimde anlamlandıramadığım bir sübliminal teknikle bilinçaltımda yer edinmiş bu cümlenin aklıma gelmesini engelleyemedim.

sigaramı küllüğün kenarına bıraktım telefonu açmadan önce. çünkü görüntülü arıyordu ve sigarayı bırakmaya çalıştığımı düşünüyordu. bırakmaya çalışıyordum da aslında ama kolay değilidi ki.

dumanın kameraya girmeyeceğine emin olduğumda açtım bu arada telefonu. çünkü gerçekten hyunjin'e bunu açıklayacak enerjim yoktu. bir de hyunjin'in söyleyeceği şeyi zaten biliyordum.

"ne dedi?" diye sordum sesimi çok yükseltmemeye dikkat ederek. fazla heyecanlanıp balkonlarındaki diğer insanları korkutmama gerek yoktu.

ama hyunjin benim kadar heyecanlı gözükmüyordu. hayır, kesinlikle benim kadar heyecanlı gözükmüyordu. tam aksine suratı dümdüzdü.

"hyunjin?" sesimdeki başka bir tonu kontrol etmeye çalıştım bu sefer, endişemi. olmuş olabilecekler kafamda dolaşıyorlardı ve kendime bile farkettirmeden bir kaç adım atıp balkonun pervazlarını tuttum.

"kendisine sor." hyunjin cümlesini bitirdikten bir saniye sonra kamerayı çevirdi ve ben seungmin'in parmağındaki yüzüğü suratındaki bilmiş gülümsemeyle sallamasını gördükten sonra gülmeye başlayan arkadaşıma küfrettim. sesli küfrettim hem de.

"gerizekalı mısın sen? hayır dedi sandım." şokumdan ve travma yaratabilecek stresimden biraz hızlı sıyrılıp gözlerimi devirdim. bu sefer ekranda iki arkadaşım da vardı. suratlarındaki saf mutluluk ifadesine de göz devirip burnu havada bir yorum yapmak istedim aslında. ama buna içimdeki bir şey -kalbim olduğunu umuyordum o şeyin- izin vermedi. bunun yerine benzer bir surat takındım onlara.

"paramı ver. sana kabul edeceğini söylemiştim." dedim. hyunjin benim söylediğime kahkaha attı aslında ama seungmin benim başka bir ülkeden bile hissedebildiğim siniriyle ona dönünce hemen sustu. "geleceğimiz üzerine bahse mi girdin? hem de jisung'la!"

aslında seungmin'in ses tonuna alınabilirdim ama ikisi arasına girmemem gerektiğini bildiğim için sadece gergince kıkırdadım. yeni nişanlı arkadaşlarıma biraz zaman verebilirdim üstelik. "hesap numaramı biliyorsun. size iyi eğlenceler diliyorum, sonra konuşuruz."

telefonu onlar bir şey söylemeden kapattım o gün. ama kötü hissetmedim. çünkü o gün hayatımın en güzel günlerinden biriydi. sadece hyunjin'in seungmin'e ettiği küçük evlilik teklifiyle de alakası yoktu üstelik. ben o gün mutluydum.

bu yüzden sigaramı yeniden dudaklarımın arasına yerleştirip pervazlara eğilirken aklımda hiçbir şey yoktu. öyle de kalırdı hatta. ama balkona girdiğini görmekten ziyade hissettiğim beden bunu engelledi.

"kabul etmiş mi?"

üstündeki kapüşonluyu çıkartmaya çalıştığını sesinin boğukluğundan anladığım yukhei'ye dönmedim. zaten bir kaç saniye sonra yanımda olacağını biliyordum cevaplarken onu, "evet."

"söylemiştim. ödememi alayım." yukhei kollarından birini belime dolayıp beni kendine çevirdiğinde sırıtıyordu. ben de sırıttım. hem de seungmin'in cevabı üzerine iki kişiyle bahse girişimi ve ikisinde de başka bir ihtimal üzerine oynamış olmamı önemsemeden. çünkü yukhei hakkıyla kazandığını almalıydı.

bu yüzden onu öptüm. hala tam çıkaramadığı kapüşonlu boynundayken diğer elini de belime doladı o da.

ben o an başka bir şey öğrendim. gülümserken öpüşmek çok zordu. dudaklarım gerginlerdi bir kere, istediğim gibi hareket ettiremiyordum onları.

yine de güzeldi ama. gülümsemekten mi bahsediyordum yoksa yukhei'i öpmekten mi bilmiyordum ama güzeldi.

~

benim gibi birinin hayatını göze aldığımızda eminim ki sıradan ölçüler biraz değişiyordu. tam olarak ne uzun ne kısa emin olamıyordum. boyumdan başka, boyum hala kısaydı ona emindim.

ama özellikle zamanla ilgili fikrim yoktu. yukhei'yle çin'de geçirdiğim zaman uzun muydu bilmiyordum.

kore'ye dönmediğim zaman uzun muydu bilmiyordum. matematiksel olarak öyleydi belki de, çünkü benim uçaktan inmemin üzerinden beş yıl geçmişti. felix'in ölümünün üzerinden beş yıl geçmişti. yukhei'i ilk kez öpmemin üzerinden dört yıl ve bir kaç ay geçmişti.

ama yeterli miydi bilmiyordum. çünkü bazen uyandığımda ve yukhei yanımda kocaman vücudunu top haline getirmiş bir şekilde hâlâ uyuyorken benim emo yıllarım bir ömür önceymiş gibi geliyordu. hatta belki iki ömür. reankarnasyondan anlamıyordum.

ama aynı sabahın bir kaç saat sonrasında sanki felix dün ölmüş gibi oluyordu. yukhei'i ilk kez öpüyormuşum gibi hissediyordum o evden çıkarken. uçak beijing'e önceki gece inmiş gibi geliyordu.

bu yüzden eve dönme fikrinden korkuyordum. hatta bu yüzden biletleri aynı güne almıştım. bu yüzden en iyi arkadaşımın bu geceki  düğününe saat 7 uçağıyla gidecektim.

ama bunun sebebini kendime bile takımları içine koyduğum valizi kapatırken itiraf ettiğim için kimseyle konuşamamıştım. hatta fermuar sıkıştığında ve ben bir kaç saniyemi onu sertçe çekiştirerek kaybettiğimde içimdeki jisunglara 'gitmesek mi?' diye sormuştum.

pek olumlu bir cevap almadım gerçi. artık beni öldürmeye çalışmıyorlardı ama hyunjin ve seungmin'in düğününe gitmezsem yeniden bozuşabilirdik onlarla. iç huzurumu durduk yere bozmaya gerek yoktu.

zaten ben valiz yüzünden pes edip yatağın üzerinde bağdaş kurduğumda yukhei ağzındaki diş fırçasıyla odaya geldi. önce yarı kapalı valize baktı sonra da yatakta somurtan bana.

"gecikmek mi istiyorsun?" ağzında fırça vardı ama zaten genelde sesinin boğuk çıkmasını önemsemeden konuştuğu için onu anlamakta zorlanmadım.

kafamı iki yana salladım. gecikmek istemiyordum, gecikmek seungmin'le kavga etmek ya da jeongin'den azar işitmek demekti ki ikisine de cesaretim yoktu. gitmemek belki, ama kesinlikle geç kalmak istemiyordum.

yukhei başka bir yorum yapacak gibi oldu ama durdu. çok sık yaptığımdan değil ama bana öyle bir baktı ki son cümleyi sesli söylediğimi zannettim.

yaptıysam da bir şey söylemedi gerçi o. önce fırçayı ağzından çıkarıp komodinin üstündeki bardağın içine bıraktı -pek de iğrenç bulmadım bunu dürüst olmak gerekirse- daha sonra da hemen önüme oturdu.

bir şey söylememesi garipti bildiğiniz gibi. ya da bilmediğiniz gibi, hayır bilmiyorsunuz. yukhei hayatımda gördüğüm en çok konuşan insandı. rahatsız edici derecede konuşmuyordu ama bir şey söyleme şansı varsa kesinlikle söylerdi. bu yüzden çenesini benim dizlerimden birine yaslayıp öylece bana bakmasını garipsedim.

"ne var?" kaba olmadığımı biliyordum. yukhei de biliyordu. sanırım bu yüzden gülümsedi. "hiçbir şey. korkuyor musun diyecektim sadece."

komik olan kısmı sadece iki bin gün önce falan bana bunun gibi bir soru sorsaydı gözlerimi devirirdim. içimdeki jisunglar bana koşup saklanmamı söylerken ben karşımdaki kişi ne kadar savunmasız olduğumu görmesin diye onları dinler sonra da soluğu hiç tanımadığım birinin yanında ona tüm özel hayatımı anlatırken bulurdum. yapardım biliyorsunuz.

bu yanlış bir şey olduğundan söylemiyorum bunu. tam aksine size -ve sizeden kastım kendime- bir şey farkettirmeye çalışıyorum, bugün derin bir nefes alıp karşısında korktuğumu kabul ettiğim kişi önceki günlerden birinde yanına kaçtığım yabancıydı.

kafamı salladım bu yüzden. yukhei zaten korktuğumu biliyordu, üstelik geçtiğimiz beş yılda öğrendiğim bir şey varsa o da bir şeylerden kaçmanın sonunun asla gelmediğiydi. bir de çince öğrenmiştim ama o bu kadar derin ve anlamlı değildi.

"neden korkuyorsun peki?" yukhei bu sefer ellerinden birini yanağıma yerleştirdi. hala suratında aynı gülümseme vardı ama bunun için yapacak ukala bir yorum aramadım.

"bilmem. biri niye evine dönmekten korkar ki?"

bir cevap bulamadım kafamda. yukhei de bulamadı. ya da belki cevap vermeye de çalışmadı bilmiyorum. elimi tutup beni ayağa kaldırdı çünkü, sonra da valizi benim yerime kapatıp yanağımı öptü.

"yarım saate çıkmamız gerekiyor." dedikten sonra da diş fırçasını bardaktan alıp gitti.

~

trajediler insanları huzurdan daha iyi bağlardı. bunu bilmeme rağmen bizim trajedimiz bizi koparmış gibi hissetmeden edemiyordum.

aslında ben bir günümü bile hyunjin'le konuşmadan geçirmemiştim. changbin'i aramadığım gün sayısı en fazla ikiydi ve jeongin zaten sürekli konuştuğum biriydi. seungmin'i saymıyordum bile.

bir de chan ve minho vardı ki onlarla da konuşuyordum. yani bazen. diğerleri kadar sık değildi ama ne yaptıklarını biliyordum en azından.

sorun şuydu ki ben yasımı onlarla tutmamıştım. ben kaçmıştım.

çok sarhoş olduğum bir gece bunu yukhei'ye söylediğimde bana "sen kaçmadın. sen yapman gerekeni yaptın." demişti. ama o bana aşık olmak gibi kör edici bir şeyle meşgul olduğu için ciddiye almamıştım onu.

kaçmıştım ve hiçbir 'herkes acısını farklı yaşar' mantalitesi bunu değiştirmeyecekti.

yine de hyunjin ve seungmin'in düğününün yapıldığı bahçeye girerken kontrollüydüm. ağlamıyordum, ki bayadır yapmıyordum bunu, ve kesinlikle koşarak havaalanına gidip ilk uçakla çin'e dönmeye çalışmıyordum.

yukhei'in elimi tutuşunun etkisini yadırgadığımdan değil ama bunu kendimle yeni sayılabilecek ateşkesime bağlamak istedim.

gerilmedim değil ama. uçak durduğundan beri gergindim zaten. sadece o henüz dolmamış bahçeye girdiğimde midemde ne varsa yanımdaki saksıya bırakma hissi aniden güçlendi.

sonra çok garip -nerde olduğumu varsayarsak aslında normal olan- bir şey oldu. hyunjin kendisinden duyduğum en yüksek iç çekişlerden biriyle tam karşımızdan geçti. koştu daha doğrusu. bizi görmeden koştu ve "jisung nerde?" diye bağırdı.

ben sanırım onu en son iki yıl önce seungmin'le beijing'e geldiklerinde gördüğüm için şoka girdim. boyu hep bu kadar uzun muydu yoksa evren 'sen kısasın jisung' gündemini fazla mı zorlamaya başlamıştı?

"evleniyorum. ve o hala gelmedi. uçağı düşmüş olsa bile yarım saat içerisinde buraya gelmesi lazım jeongin." hyunjin'in bize arkası dönük olduğu için homurdanmaya devam ettiğini biliyordum ama jeongin'in bir kaç saniye önce kurduğumuz göz temasımıza rağmen tepki vermemesini açıklayamadım.

"nerde kaldı?"

jeongin gülümsedi. yani sonunda bana gülümsedi ve hyunjin'in omzuna elini koyduğunda da bana gülümsüyordu. "dön arkanı."

dünyada en sevdiğim şeylerden biri hyunjin'in bana sarılması olmuştu hep. çok iyi sarılıyordu bir kere, kollarının uzun olmasının verdiği avantajı sonuna kadar kullanıyordu. bir de en yakın arkadaşımdı tabi.

"uçağım düşmedi." dedim kafamı boynuna gömmeden önce. yukhei'in de suratındaki gülümsemeyle jeongin'e sarıldığını görmüştüm.  tanışıyorlardı ama jeongin'in ağzından 'ekranda bu kadar büyük gözükmüyordun' gibi bir şey çıktığını duydum.

"paniklemeye başladım. sence seungmin cidden benle evlenmek istiyor mu? ayıp olmasın diye kabul etmiş olabilir."

hyunjin kollarını benden çekip büyük jestlerle dramatik kişiliğini gizlemeden konuşmaya başladı. başka birine saçmalamamasını söylerdim ama onun büyük ihtimalle gerçekten böyle bir şeyden korktuğunu bildiğim için yapamadım.

"seungmin ve ayıp olmasın diye bir şey yapmak kulağa biraz uçuk geliyor."

ama gülmeden edemedim tabi. gerçekten paniklemiş gözüküyordu. bir de beyaz gömleğinin altında hala eşofmanı vardı.

hyunjin'in suratındaki panik yerini kocaman bir sırıtışa bıraktığında gülmeyi kestim ama. alaycı olmaya gerek yoktu.

"geldin."

"tabi ki geldim."

~

yukhei'yi kaybetmiştim ama sorun olduğunu sanmıyordum. jeongin'leydi ve ikisinin beraber yaratabilecekleri en büyük sorun bar tezgahında olurdu ki bu da benim sorunum olmazdı.

bu yüzden seungmin'in kravatını düzeltip yanıma oturmasını bekledim ve elimdeki şampanya bardağını ona verdim.

gelip odasındaki kanepeye oturduğumdan beri bana bakıp bakıp duruyordu. tam ağzını açıyordu ve ben sonunda her neyse söyleyeceği şey sonunda geldiğini sanıyordum ki susup önüne dönüyordu. ve pek eğlenceli değildi bu.

"ben ülkeye döneyim diye evlenmişsin gibi davranmayı keser misin?" düğün gününde damata patlamak yanlıştı. kesinlikle etik değildi ama kendimi tutamamıştım. ne söyleyecekse söylesin istiyordum çünkü eğer seungmin susuyorsa bu büyük bir sıkıntı var demekti.

"henüz evlenmedim." ironi yapıyordu. güldüm de hatta cümlesine ama içimde korkunç bir fikir alevlenene kadar güldüm. gerçekten yan çizmeyi düşünüyor olamazdı. yani olamazdı değil mi?

"seungmin bana vazgeçtiğini söyleme." ciddi sesim ve ne kadar tutmaya çalışsamda başaramadığımı bildiğim yargılayıcı ifadem omzuma yediğim yumruk olmasaydı bozulmazdı galiba.

"jisung sen gerizekalı mısın?"

"ne bileyim ben. sabahtan beri susuyorsun zaten. kaçalım diyeceksin sandım." omzumu ovuşturmak zorunda kaldım konuşurken. acıtmıştı ki seungmin vurduğu için zaten amacının da bu olduğunu biliyordum.

"kaçmak istesem senle mi kaçarım jisung?" seungmin şampanyayı yanımızdaki masaya bıraktı ama bunu sanırım içeceği kafamdan aşağı boşaltıp takımımı lekelememek için yapmıştı.

"ben de aynısını söyleyecektim. tamam sana yardım edecek bağlantılarım var ve şimdi çıksak üç saate beijing'de oluruz ama hyunjin'e bunu yapamam. kahrolur."

şansımı zorluyordum. yani büyük ihtimalle bu ciddileşebilecek anı hyunjin'in potansiyel depresyonuyla ilgili şaka yapmak için kullanmam seungmin'i pek de eğlendirmiyordu.

ama yapıyordum çünkü sorun hyunjin'i mihrapta bırakıp kaçma isteği değilse sorun benimle ilgiliydi. dünyanın bir çok yerinde de bilindiği üzere ben sorunlarla ilgilenmekte çok kötüydüm. çok, çok kötü.

"uğursuzluk getirmek istemiyorum jisung. ama olmadığın bir şey gibi gözükmekte çok iyisin ve bunu sormam lazım." aslında seungmin bir elini koluma yerleştirdiği ve ceketimin kumaşıyla oynamaya başladığı için şaşırdım. sonra ne söylediğini duydum. ona da şaşıracaktım aslında ama bunu yapmak yerine içimdeki meraklı jisungları dinleyip tam olarak ne sorması gerektiğini düşündüm.

"sor o zaman." sesim aslında şüpheci çıkmıştı. tek kaşımı da kaldırmıştım. çok da merak etmiyormuşum hatta böyle bir konuşmayı garipsemişim gibi konuştum. ama aslında ne diyeceğini duymayı çok istiyordum ve sorması gereken bir şeyler olması bana normal gelmişti. ve sanırım seungmin de 'olmadığım bir şey gibi gözükmek' diyerek bunu kastediyordu. ya da senelerce yanlarında minho'ya aşık değilmişim gibi davranmamı da referans almış olabilirdi.

"nasılsın jisung?"

az kalsın 'iyi, sen?' diyordum. gerçekten, tüm içtenliğimle seungmin'in endişeli suratına bakıp 'takılıyorum' demeyi düşündüm.

yapmadım. seungmin'i daha da sinirlendirmek istemiyordum sonuçta. bir de içimdeki bir jisung sanki bu soruyu yıllardır bekliyormuşuz gibi kafayı yemişti. hayal kırıklığına uğrattığım insan sayısını gırladan, bir elin parmağına çekmeye çalışmak iyi olabilirdi.

"mutluyum." benim kafamdaki cevap 'bilmiyorum'du. ama sesim o kadar rahatlamış çıktı ki, dudaklarım o kadar kolay söyledi ki o tek kelimeyi belki de bildiğimi düşünmeden edemedim. belki de biliyordum, sadece yüksek sesle söyleyecek cesareti bulamamıştım.

"sence öyle kalacak mısın?" seungmin benim aksime şaşırmamıştı. ve aslında arkadaşımı tanıdığım için büyük ihtimalle benden önce anladığını bilmeliydim bunu.

sorusuna da "umarım." diye cevap verdim. çünkü evrenin en sevdiği oyuncak olarak hayatımda neyin ne zaman olacağını bilmiyordum.

sonra seungmin cevap veremeden odanın kapısı açıldı. içeriye de beyaz dişli barmen sevgilim elinde tuttuğu bardakla girdi. kafasını uzattı daha doğrusu.

"jisung mini bar ücretsizmiş. selam seungmin, mutluluklar diliyorum. mini barınız çok güzel." ikimiz de elindeki kadehi bize gösteren -hem de sanki bardağı kendi yapmış gibi gösteren- yukhei'ye baktık öylece. çok heyecanlı gözüküyordu, onu heyecanlandıran şeyin beleş içki olduğunu saymazsak masum bile denebilirdi.

ben de düşündüm ki yerimden kalkıp onun yanına giderken, belki de evren benden sıkılmış olabilirdi. belki her mutlu olduğumda dünya parande atmazdı.

~

düğünün çok güzel olduğundan bahsedebilirim size. hyunjin ve seungmin'in ne kadar mutlu gözüktüklerini, düğün hediyesi olarak küçük mumlar verdiklerini ve o mumların lavanta gibi koktuklarını anlatabilirim. yapmıyorum çünkü son kısmından emin değilim, jeongin vanilya olduklarını idda etti.

bunun yerine size koşa koşa kaçtığım hayatımdan geride kalanları anlatacağım. changbin'i mesela.

changbin hiç beijing'e gelmedi. ben de zaten buraya dönmedim. ben changbin'i en son gördüğümde, felix'in cenazesinin yapıldığı klisenin park yerinde, de takım elbise giyiyordu. tek fark burayı da yakıp kül etmek istiyor gibi bakmıyordu.

changbin'le konuştum. onla her gün konuştum ama buraya gel diyemedim. yanımda ol da diyemedim. belki onun da kendisiyle olması gerektiğini bildiğimdendi bunlar ama şimdi burdaydı. ben herkesten gizli -gerçekten herkesten gizli- sigara içmeye çıktığımda o arabasını park etti ve öylece bana doğru yürüdü. karşımdaydı.

yıllardır görmediğim abim şimdi burdaydı ve ben her tür dramatik bir araya geliş sahnesine hazırdım. göz yaşlarımı bile hazırlamıştım. ama onun ilk yaptığı şey gelip kafama vurmak oldu. sertçe, sertçe kafama vurmak.

bağırdım. utanmadım çevremizdeki bir iki çalışanın bize dönmüş olmasından da. "hani bırakıyordun sen?"

elimden aldığı sigaramı ellerimin takip etmesine engel olamadım. geri alamadım ama en azından denediğim için o kendi dudaklarının arasına benim sigaramı yerleştirdiğinde diyecek bir şeyim yoktu.

"sarılmayacak mısın?" sesimin neden hayatım boyunca tanıdığım birinin yanında bu kadar çekingen çıktığını bilmiyordum. hatta neden changbin'in bana sarılmasına ihtiyaç duyduğumu da bilmiyordum.

ve öğrenmeme gerek kalmadı. changbin beni kollarının arasına alıp ciğerlerimi patlatmaya çalışır gibi sıktığında bir şey düşünmek yerine benzer bir güçle ona sarıldım.

bir elinin saçlarıma çıktığını hissettim ama aynı anda changbin'in kafasını gömdüğü boynumda aptal, ıslak bir madde de hissettiğim için ona 'saçlarımı bozma' demedim.

"seni görmeye gelmediğim için özür dilerim." dedi. çok saçmaydı aslında bunun için benden özür dilemesi. ama changbin ve benim dinamiğimiz de saçma olduğundan ben de "ben de özür dilerim." dedim.

birbirimizi beş senedir görmemiş olmamız gerçek bir kırgınlık yaratmamıştı aslında aramızda. pişmanlık belki, çünkü nasıl beş yıl changbin'den uzak kalmıştım bilmiyordum. ama kırgınlık yoktu.

hani sevdiklerinize sarıldığınızda sonsuza kadar onların kollarında kalmak istersiniz ya, bizim changbin'le sarılmalarımız öyle olmazdı. zaten toplasan 4 kere sarılmıştık bunca sene içinde. ve hepsinde de bir şekilde huzur ortamını bozmuştuk. ya ben onu saçını çekerdim ya da o saçma bir şey söyleyip yüzümü falan yalamaya çalışırdı.

vücudum sanki hiçbir şey olmamış, biz hala parkta kavga ettikten sonra zorla barışmış sarılan iki çocukmuşuz gibi vücudum benden izin almadan yaptı ne yaptıysa. changbin'in saçlarına elimi daldırıp bir kısmının elimde kalmasına sebep olacak gibi çektim.

o bağırdı, hatta bacağımı tekmeledi ama yapmasaydım ağlardık. yani bir iki yaştan daha çok ağlardık. hyunjin ve seungmin'in düğününde ağlamak hiç havalı olmazdı bence.

sonra da yine benim bu ülkeye yıllardır gelmediğimi göz ardı edip birlikte sigara içtik. yani changbin'in benden aldığı sigarayı döndük.

neden korktuğumu düşünmeden edemedim. hiçbir şey değişmemişti ki, changbin'in sigara içerken filtreyi ıslatışı bile değişmemişti.

~

korktuğum şeyi ikimiz bahçeye döndükten biraz sonra hatırladım.

ama ona gelmeden yukhei ve changbin'in ilk görüşmelerini anlatayım size.

onlar da tanışmıştı. yani changbin pek konuşmamıştı yukhei'le ama sonuçta telefon ekranından göstermiştim onları birbirlerine.

yukhei beni görünce koşarak yanıma geldi. ve genelde de halk içinde oluşumuzu umursamadan yakın temas kuran biri olduğundan beni öptü. sonra da changbin'e dönüp gülümsedi.

changbin'in yukhei'yi biraz süzdüğünü biliyorum. ama sonra göz teması kurmak için kafasını yukarı kaldırdı. tehditkar gözükmek istiyordu galiba ama boynu kırılacakmış gibi gözüküyordu sadece.

yukhei sanırım onun çabasına gülmeseydi daha tatlı bir ortam oluşabilirdi. ama benim kimsenin sebebini bilmediği şekilde uzun erkek arkadaşım gerizekalı olduğu için güldü.

gergin anımızı bölen jeongin olmasaydı changbin onu dövmeye çalışırdı belki de. yukhei şiddete meyilli biri değildi ama changbin'in aralarındaki cüsse farkıyla onu dövmesi mümkün değildi sonuçta.

changbin bir ara kulağıma "sana iyi davranıyor mu?" diye sordu. kafamı salladım sadece. "bana benden de iyi davranıyor" deseydim üzülebilirdi.

sonra oldu her şey işte. hyunjin daha tören başlamamış olmasına rağmen etrafta dolaşıyordu. ve kapının önüne gidip gelip geçene bakmak yerinde duramayan arkadaşımın 20 dakikada bir yaptığı bir şeye dönüşmüştü.

"geldiler." diye bağırdı. artık alan biraz daha doluydu ama hyunjin'in pek umrunda değildi.

o kısacık 'geldiler' cümlesinden korktuğumu da duyana kadar fark etmedim.

kaçmak için sağıma soluma bakındım. seungmin'in patronu biraz ilerimizde şarap içiyordu. onun yanına kaçmak ve kendimi meşgul göstermek aklıma yattığı sırada da yukhei elimi kavramasaydı yapardım.

ilk önce chan hyungu gördüm. saçları uzamıştı. üstünde lacivert bir takım vardı ve ona yakışmıştı.

ya da belki ilk önce seslerini duydum. "neden hala giyinmedin?" gibi bir şey duyduğuma eminim çünkü hyunjin hala eşofmanlarını çıkarmamıştı sonuçta.

ilk önce hangi duyu organımın onları farkettiğinin bir önemi yok aslında. sonuçta bir kaç saniye içinde minho'yu gördüm. chan hyungun bir kaç adım önünde duruyordu ve hyunjin'in omuzlarını kavramıştı.

çok korkunçtu. o kadar korkunçtu ki korkmadığımı bile farkedemedim. onlara doğru yürüdüğümüzü de anlamadım.

yanlarına ulaşıp minho'nun hyunjin'i azarlayışını duyana kadar bin gün falan önce hayatımı üzerine kurduğum insanın beni artık korkutmadığını anlayamadım.

"hyunjin 20 dakika kaldı törene. hiç giyinme o zaman gel böyle direk." hyunjin ofluyordu. chan hyung da gülüyordu. changbin sağımdaydı galiba ama ne yaptığını bilmem için dönüp bakmam lazımdı.

solumdaki yukhei'in de ne yaptığını bilmiyordum. çünkü kafam hiçbir şey bilmememiz gerektiğine karar vermişti. dümdüz karşıma bakabiliyordum sadece.

sonra gözlerim garip bir şekilde hareket etmeye başladılar ve herkesin yüzünü tek tek inceledim. onların gülümseyen suratlarına baktım öylece. sonra da minho'yla göz göze geldim.

size yemin ederim öyle hızlı genişledi ki gülüşü ben 'acaba az önce gülmüyor muydu?' diye düşündüm.

sonra da zaten hyunjin'i sanki gün onunla ilgili değilmiş gibi hızlıca bırakıp bana sarıldı.

içimdeki bir jisung minho'ya sarılmanın bize ne anlam ifade ettiğini hatırlıyordu. ben de hatırlıyordum gerçi, onun versiyonu daha canlıydı sadece.

ve ben de minho'ya sarılırken ilk kez aslında aradan ne kadar zaman geçtiğini farkettim. kalbim beat box yapmaya başlamamıştı bu sefer, ciğerlerim anlık bir çalışmama kararı vermemişti. changbin'e sarıldığımda olduğu gibi hala 16 yaşındaymışım gibi hissetmemiştim.

bu sefer o beş yıl gerçekten de bir kaç ömür gibi gelmişti.

ama canım acıdı. sadece beni dizlerimin üstüne düşürüp sabaha kadar ağlatacak gibi bir acı değildi. bu seferki biraz tatlıydı hatta. bu kulağa çok tutarsız gelse de kalbimdeki küçük yanma çok tatlı hissettirmişti.

"hoşgeldin." dedi kulağıma. ve ben de onun omzu yüzünden boğuk çıksada güldüm.

zaten sonra bıraktım onu. belki de hayatımda ilk kez minho'yla sarılmamızı ben böldüm.

"sen de hoşgeldin. ikiniz de." dedim. çünkü onlar da başka bir ülkeye taşınmıştı sonuçta. ne sıklıkla geliyorlar bilmiyordum ama o kadar sık olamazdı.

chan hyung bana sarıldı bu sefer. changbin'inkine benzer bir şekilde hiçbir şey olmamış gibi hissettirdi o da. bu sefer zaman mekan sürekliliği yüzünden kafam karışmasın diye bıraktım chan hyungu.

"sen yukhei olmalısın." dedi chan hyung beni bırakıp. yukhei onu onaylarken ben istemsizce kendimi bir iki adım dışarısına attığım oluşturduğumuz küçük çemberin. yukhei'in onu onaylarken suratındaki gülümseyi biraz uzaktan izledim.

minho da yukhei'yle tanıştı. ikisi el sıkıştılar, chan hyungla sarılmış olmalarını referans alıp bunun üstüne düşünebilirdim. ya da yukhei'in gözlerinde oluşan anlık parıltıya bir isim vermeye çalışabilirdim. ama o kadar hızlı kayboldu ki zaman bulamadım. sadece bir saniye sonra falan her zamanki sıcak -yetişkin oluşunu bazen sorgulamama sebep olan- çocuksu gözleri geri dönmüştü.

ve eğer garsonlardan biri benim omzumu dürtüp içinde odaların olduğu sevimli binayı işaret etmeseydi ben kendi dikkatimi başka bir şekilde dağıtmaya çalışacaktım. şükürler olsun ki seungmin, olmayan kapının pervazından bize doğru sinir ve paniğin çok da hoş olmayan bir karışımıyla bakıyor ve tuhaf el kol hareketleri yapıyordu. neden böyle yaptığını 15 dakika içinde evlenmesi gerektiğini fark edince anladım.

"hyunjin gidip giyin. yoksa damadın mihraptan önce mahkeme salonunda yürümesi gerekecek." üstüme çekmemek için uzaklaştığım bakışlar bana döndüklerinde gözlerimi devirdim. bütün arkadaşlarım -yukhei dışında o yanıma yürümeye karar vermişti- bana bakıyorlardı.

yani bakabilirlerdi de hepsi, neden bir bahçede üstümüzde takımlarla dikildiğimizi unutmuş gibi bakıyorlardı. bu yüzden kafamı iki yana sallarken jeongin'in omzunun üstünden seungmin'i işaret ettim. bir kaç saniye öncesine kıyasla daha kırmızı gözüküyordu. hyunjin de bu yüzden yutkunup bize hiçbir şey söylemeden içeri girdi sanırım.

şimdi tahmin edebileceğiniz gibi bu en yakın arkadaşımın düğünü olduğu için benim bir iki görevim vardı. ilki jeongin'le paylaştığımız sağdıçlık göreviydi ama ikimiz de o kadar yorulmuştuk ki hangisinin sağdıcının hangimiz olduğundan emin bile değildim artık.

ve daha büyük bir sorunumuz vardı.

"sunwoo'yu mu çağırdın?" jeongin'in bağırış sesi tam yan odamızdan geliyordu ve aptal törene dakikalar kaldığı için hyunjin'in saçından başka bir şeyle ilgilenecek zamanım yoktu. ama jeongin'in sesi o kadar sinirli geliyordu ki belki de günün önceliklerini yanlış belirlediğimi düşündüm. hyunjin de öyle düşündü sanırım.

"kimi?" sesimin nasıl çıktığını bilmiyorum ama hyunjin gözlerini devirdi. ya ben pek iyi duyamıyordum ya da jeongin'in bu kadar sinirlendiren kişiyi kesinlikle hatırlıyor olmam lazımdı.

"sunwoo işte jisung. seungmin çağırdı galiba." tam o sırada hatırladım. yani sunwoo'nun kim olduğunu, ve doğal olarak jeongin'le ayrılmış olduklarını. "niye çağırmış ki?"

hyunjin omuz silkti. seungmin'in bir çok hareketine anlam veremiyorduk zaten bu yüzden üstüne düşünmemizin anlamı yoktu. yan odadaki kapının açılıp kapanma sesini duydum ama kapıyı o kadar sert kapatanın kim olduğunu düşünmeme gerek kalmadan bizimki açıldı.

jeongin ateş fışkıran gözleriyle ilk önce hyunjin'i süzdü sonra da tek parmağını bana doğrulttu. "kravatını düzelt, sen de benimle gel."

hyunjin aynaya dönüp kravatındaki sorunu çözmeye çalışırken ben jeongin biraz daha kızmasın diye hızlıca yürümeye başladım. nereye gideceğimizi de bilmiyordum üstelik. "nereye gidiyoruz?"

"bara. ben içeceğim sen de eski sevgilimi kovacaksın."

törene dört dakika kalmışken bir davetliyi nasıl kovacağımı bilmiyordum ve hyunjin biz çıkarken öyle büyük bir korkuyla bize dönmüştü ki ona da ne diyeceğimi bilemedim. bu yüzden tek kolumu jeongin'in omzuna doladım diğeriyle de hyunjin'e ufak bir çok iyi işareti verdim. halledebilirdi, saçı düzgündü sonuçta.

~

sunwoo ve jeongin'in ilişki dinamiklerini ancak 5 yıl sonra çözebilmiştim çünkü kendileri birlikteyken benim hayatımda çok büyük sorunlar vardı. kendimi korkunç bir abi gibi hissettim aslında ama sanki eşşek kadar adam değil de dört yaşında bir çocukmuş gibi düğünü terk etmeyeceğini söyleyen sunwoo'yu bir şekilde kovmam gerektiği için üstünde duramadım. korkunç bir abi ya da değil, eğer jeongin'in istediği gibi onu yok edemezsem ölü bir abi olurdum.

işe yaramadı. ben de kafamı duvarlara vurmak ve bir iki shot bir şeyler içmek için kendini kolonlardan birine zincirlemeyi teklif eden sunwoo'nun yanından ayrıldım. onun açıklamasına göre buraya damat tarafından davet edilmişti ve yalnızca damat onu kovabilirdi. şükürler olsun ki bahsi geçen damat kendi düğün seromonisi birkaç dakika ertelemeye çalışıyordu ve bunu yapamazdı.

bu yüzden bütün konuklar küçük aptal sıralara yerleşirken ben bara yöneldim. tezgahın arkasında changbin'i içerken bulurum sanıyordum. bambaşka bir şey buldum sadece.

"anlattığı gibi birisin." sesi tanıyordum. ama sesi tanımama gerek yoktu çünkü yukhei zaten suratını görebileceğim bir şekilde yaslanmıştı tezgaha. diğer sesi de tanırdım eğer minho'nun yan profilini görmeden önce duysaydım.

"pek iyi anlattığını sanmıyorum." içimdeki bir jisung 'kesin senden bahsediyorlar' dedi. eğer gizlice onları dinlemek için sunwoo'nun -şükürler olsun ki- kendini bağlamadığı kolonlardan birinin arkasına geçmeye çalışmıyor olsaydım "hadi canım, nerden bildin?" derdim ona.

"senden bulunmaz hint kumaşıymışsın gibi bahsediyordu. ilk tanıştığımızda yani." yukhei'in sesinde aslında kötü niyetli olmayan alayı ben duydum şahsen. hatta suratımı bile ekşitecektim ama minho'nun onun satırlarının arasını okuyabileceğini sanmıyordum. yukhei şeffaf kapakları olan bir dolap gibiydi. ama içeridekileri sadece görebilirdiniz, dokunabilmek için anahtar gerekiyordu. anahtar da bendeydi.

minho tam aksine kapalıydı. kurşun geçirmez bir kasaydı ve ben sayısız kez o kasanın gözümün önünde açılışına şahit olduysam da bir kere bile şifresini öğrenmemiştim. bu yüzden o kıkırdadığında ne düşünüyordu bilemedim. "benden nefret etmemişsindir umarım."

yukhei de güldü. minho anlamadı ama ben o beyaz dişlerini tüm dünyayı kör etmek için sergiliyormuş gibi gülünce ne dediğini anladım. "jisung'un sevdiği bir şeyden nefret edemem." dedi. ve doğruydu da. bu adam büyük ihtimalle kendisi de farkında olmadan beni iyileştirmişti ve yavaş yavaş beni sevmişti. daha da önemlisi yavaş yavaş bana kendini sevdirmişti.

minho dışında birini sevmemiş ve mingi dışında biri tarafından da sevilmemiş olduğum için yukhei'in ne yaptığını anlamamıştım. anladığımda da teşekkür edilecek safayı çoktan geçmiştik.

"senden de bahsetti." dedi minho. hatta sonra bardağını tezgaha bıraktı devam ederken jestlerinden de yardım almak için. "başta kalbini kırarsın sandım aslında. ama tam tersini yapmışsın."

yukhei bu sefer güldüğünde nefesimi tuttum. çünkü sivriydi gülüşü. tam olarak hangi sıfat açıklardı bilmiyorum ama yukhei bu sefer herkese yaptığı gibi saf arkadaşlık önererek gülmedi. "yapamazdım ki. zaten kırıktı."

belki de dinlememeliydim. tam şu an sanki hayatım buna bağlıymış gibi tuttuğum kolonu bırakmalı ve geri dönüp sunwoo'ya gitmesi için yalvarmalıydım. ama işte insan doğası mı dersiniz, içimdeki süper meraklı jisung mu dersiniz bilmiyorum ama durdurdu beni.

çünkü minho'nun suratından aynı anda 40 duygu falan geçti. şaşırdı, sinirlendi, üzüldü, pişman oldu, sanırım birazcık midesi kalktı ve sonra sadece dondu. arada bir yerde migren atağı bile geçirmiş olabilirdi.

"ama tamir ettin." kekeledi. kekelemeseydi ses tonu yüzünden benden değil de aptal bir çocuğun topla kırdığı biblodan bahsediyorlar sanardım. ama kekeledi.

"ben etmedim." dedi yukhei. kanım dondu. yemin ederim minho'nun bir kaç saniye önceki bakışları gibi kaskatı kesildim. ve yukhei'in devam edeceğini bilmeme rağmen bir kaç saniye damarlarımdaki kana "aksanıza lan." diye bağırmak zorunda hissettim. "kendi yaptı."

jeongin omzumu kavradı. beni sinirle kendine döndürdü ve o bana nikahın başlamak üzere olduğunu ve davetlilerin arasında hâlâ eski sevgilisinin de bulunduğunu söylerken ben kalanını duyamadım konuşmanın.

yukhei'in "jisung'un birinin onu kaldırmasına ihtiyacı yok. o güçlü biri, kendi kalkabilir." dediğini duymadım. iyi ki de duymadım. çünkü sanırım bunu duysam yere çöküp ağlardım. ya da belki de duymalıydım. çünkü kendim kalkardım ve sonunda yukhei haklı çıkardı. bilmiyorum.

~

nikah kıyıldıktan ve duygusal olarak kendimi topladıktan sonra hyunjin ve seungmin'in dağıttığı mumların sebebini anladım. biraz gecikmiştim gerçi, çünkü zaten kocaman bir topluluk olarak onları kullanacağımız yere yürüyorduk benim kafam bastığında olaya.

biraz sinirlendim aslında. o kadar insan felix'in portresinin önüne küçük lavanta -belki vanilya hala bilmiyordum- kokulu mumları bırakması beni kızdırdı.

ama hyunjin ve seungmin'e kızmadım. hatta onlara sarılmak istedim. hayatlarının en özel gününü bu kadar eksik yaşamak zorunda olmaları hiç güzel değildi. hayatımızın vasat bir gününü bile bu kadar eksik yaşamak zorunda olmamız bok gibiydi.

o mumları bırakan, renkli elbiseler giymiş, pahalı takımları kırışmasın diye uğraşan davetlilere kızdım. tanımıyorlardı ki felix'i. onlar nefes aldıkları her saniyeyi ruhları fiziksel bir şeymiş de bir şekilde seyrelmiş gibi geçirmiyorlardı. onlar her sabah bir şeyler tamamlanmamış ve asla tamamlanmayacaklarmış gibi uyanmıyorlardı. doldurulamayacak bir boşlukla sonsuza kadar yaşamak zorunda olan bizdik. ben eksiktim, seungmin ve hyunjin eksikti, chan hyung eksikti. changbin bizden de çok eksikti. seungmin'in patronu kimdi yani?

onların mumlarına ihtiyacı yoktu felix'in. bunu etiksel olarak dünyanın en kaba hareketi olarak görmeseydim söndürürdüm onları. bir de yukhei elimi, jeongin de sanki sözleşmişler gibi omzumu tutmuştu tabi.

mumumu bıraktım ama. gidip o aptallarınkinden bir basamak yukarı koydum. sonra da kimin yaptığını bilmediğim siyah beyaz portresine baktım felix'in. ve gözümü dikip bir manyak gibi iyice bakıncaya kadar leylak detayları görmedim portredeki. güzeldi. o kadar güzeldi ki felix beş yıldır toprağın altındaymış gibi değil de sanki beş yıldır her yerdeymiş gibi duruyordu. sanki ölü birini anıyormuşuz gibi değil de hayatlarımızın çok büyük bir parçasını takdir ediyormuşuz gibiydi.

ve açıkcası bu fikri daha çok sevdim. çünkü ben kalktıktan sonra birazcık sarhoş olmuş changbin tablonun önüne çöktüğünde baktığı portre elinden alınmış sevgilisinin gibi bakmıyordu. hayatının en güzel anına bakıyor gibiydi. yastan daha çok yakışıyordu ona. ve büyük ihtimalle felix'e de daha çok yakışırdı.

ben ağladım galiba. chan hyung da ağladı. hyunjin arkasını döndü ki bu demek oluyordu ki o da ağladı. hatta uzatmayacağım, hepimiz ağladık. büyük bir zevkle az önce bıraktıkları mumları yedireceğim davetliler de gitmişlerdi. dediğim gibi felix bizim eksiğimizdi. onların ağlamasına gerek yoktu.

sonra biz en yakın arkadaşlarımızın düğününde ağlarken iki şey farkettim. birincisi yukhei ağlamıyordu. gözleri dolmuştu ama o ağlamıyordu. naçizane fikrime göre o felix'i tanımış olmayı diliyordu, selam veriyordu sanırım ölü arkadaşımın portresine.

ikincisi de belki de o kadar aptalın mumları bırakması iyi olmuştu. ışıklar felix'e yakışıyordu.

ister duygusal istikrarsızlık, ister sağlıksız inkar mekanizması olarak görün bunu düğünün geri kalanında hiçbirimiz ağlamadık.

~

sana anlatmak istediğim ve senin fikrini öğrenmek istediğim çok şey oldu biliyor musun?

ve sanırım yapamamak başıma gelmiş en boktan olay. evet, bunu ben söylüyorum.
şimdi sana oturup yıllarca ruhumun buldozerle çiğnendiğini, kalbimin çeşitli hançerlerle ordan burdan bıçaklandığını sanışımı ama aslında hiçbir kalp kırıklığının sensizlikle bir olmadığını söylemeyeceğim gerçi. çünkü sen bu kadar dramdan hoşlanmazsın. dramayı diğer taraftan, dramayı çok seversin sen felix.

sana bir şeyleri açıklamak istemiyorum aslında çünkü bir şekilde bizi bir yerlerden izlediğini düşünmek iyi hissettiriyor. ama sana hiç bahsetme fırsatım olmayan bir takım jisung'lar var içimde ve onlar bana senin artık olmadığını, bizi görmediğini, bunu okuyamayacağını ve bir daha beni güldüremeyeceğini söylüyorlar. kötü niyetli değiller bir süredir üstelik, haklı olmalarını istemiyorum.

hyunjin ve seungmin evlendiler. bir kaç saat önce. senin için çok güzel bir anıt yapmışlar ve hepimiz senin için mum yaktık. burda olsan bayılırdın.

düğün de güzeldi. ikisi de sarhoş sanırım şu an ama hala dans ediyorlar ve o kadar mutlu gözüküyorlar ki yanımdaki çiçeğe kusmak ve oturup ağlamak arasındayım.

ama ikisini de yapmıyorum çünkü jeongin eski erkek arkadaşı yanına gelir diye korktuğu için yanımdan ayrılmıyor. ben hatırlayamadım ama sen kesin hatırlıyorsundur sunwoo'yu. seungmin davet etmiş ve jeongin, pek mutlu değil. şimdi telefonuyla oynuyor yanımda, şansı olsa sana da yapışırdı eminim.

changbin de yanımdaydı. ama sigara içmek istediğini söyledi. seni çok özlüyor. onu sensizlikle yalnız bıraktığım için özür dilerim felix. senin için ona göz kulak olamadığım için özür dilerim.

sen şimdi ölü olduğun için yapamıyorsun ama eminim saçmalamamamı söylerdin. changbin'e bir şey olmaz derdin ve belki ben de hak verirdim. ama o zaman sen vardın, sen varken dünya dursa umrunda olmazmış gibiydi changbin. çünkü dünyası senmişsin biliyor musun? suçlamıyorum ama dünyasını başına yıktın galiba.
yaşıyor yani, hala dünya dursa umrunda olmaz. sonuçta dünyasını kaybetti, bizimkiyle pek ilgilenmiyor.
bir daha onu bırakmak istemiyorum.

bir de yukhei'le tanışmış olmanı istiyorum. çünkü tanışsaydın eminim bana sevgilimin penis boyu ya da yatak performansı gibi toplumsal tabuları yıkacak sorular sorardın. söyleyeyim istersen, yatakta iyi.

ama sevmekte de çok iyi. beni kurtardı ama yapmadığını söylüyor. benim bir şövalyenin beni kurtarmasına ihtiyacım olmadığını düşünüyor. ama eğer olurda istersem, korunmak, tamir edilmek ve kucaklanmak istersem bunu seve seve yapacakmış. sanırım güçlü ya da güçsüz her halime aşık. ben de çözemedim henüz tam olarak neden ama aşık. en komik tarafı da ben de ona aşığım.

minho ve chan hyung avusturalyada neler yapıyorlar bilmiyorum, detayları onlardan gelecek sihirli bir mektuptan öğrenebilirsin. bugün onları gördüğümde kendimi çok garip hissettim. yanımda olsan açıklamaya çalışmam gerekmezdi, anlardın hemen. bunu burdan da yapabilir misin? biraz sızladığını ama benim o sızıyı bile takdir ettiğimi ben yazmadan da anlarsın bence.

keşke burda olsaydın demek istemiyorum aslında. bu çok korkunç bir klişe olurdu çünkü. ama öyle. burda olmanı her şeyden çok isterdim. insanlar ölülerle ilgili şimdiki zamanda konuştuklarında kafamı duvarlara vurmak isterdim önceden. ölüm gibi küçücük yaşımızda öğrendiğimiz bir kavramı kabullenememelerini anlamıyordum. ve kendim de hayatımın çeşitli dönemlerinde ölümü düşündüğüm için bana çok normal geliyordu.

sonra sen öldün. sonra bir daha asla mesaj atamadım sana, bir kere daha milkshakeimi beğenmeyince kendininkini benimle paylaşmadın, bir kere daha bana "boşver" diyemedin. ben de ancak o zaman neden o kadar insanın ölümü kabul edemediğini anlayabildim. çok kötü bir şey çünkü abi. korkunç bir şeymiş.

tabi sen sen olduğun için felix lee, ölüyken bile bana yardım ettin. sen olmasaydın ben bugün arkadaşlarımlayken eğlenemezdim. seyrek tabi eğlencemiz çünkü takip edemiyorsan ölüsün arkadaşım. hep orda olacak senin olmayışın ama eğleniyoruz, değil mi?

neden sana bir şey yazmak istedim bilmiyorum felix. mektupla ne yapacağımı da bilmiyorum.  yakarım diyordum ama yanarsa kimse okuyamaz gibi hissediyorum. bu yüzden seungmin ve hyunjin'in sana hazırladıkları fotoğrafın önüne koyacağım.

olursa ve ölü arkadaşım bu mektubu okuyamazsa, onun yerine yabancı bir manyak okursa bu mektubu,

hayatının kendine acıyarak geçirmene gerek olmadığını hatırla sapık yabancı. çünkü ben bunu en yakın arkadaşım zamansız ve trajik bir şekilde ölene kadar anlayamadım.

gitmem gerekiyor felix. ve yabancı insan, senin varlığını da kabul edeyim. herkes dans ediyor ve yukhei beni bekliyor, gidip onu changbin'in elinden kurtarmam lazım.

son bir şey daha, yukhei biraz burda kalmak istediğini söyledi. dönüş biletlerimizi iptal edip depozitoyu almak için çok geç midir sence?

•••

ilk önce bunu okuyan tüm bal küpü kaplanlara teşekkür ederim....

bir de özür dilerim çünkü çok üzülüyordunuz....

daha sonra arkadaşlar size söylemeliyim ki ben bu hikayeyi yazmaya gerçekten bir finalle başladım.

bu yolda jisung'a katlanabildiğinizi ve bana tahammül ettiğinizi görmek beni çok mutlu etti abiler, hakkaten anlatamam size bu hissi. gerçi ben bir şey yapmadım her şey kendi kendine oldu but still yk......

daha sonra bu bir final olsa da eminim ki bir şeyler daha yazacağım buraya çünkü görmek istediğim ve göstermek istediğim şeyler var.... mingi falan....

yazar notuna ne yazılıyor tüm bu süreçte de öğrenemedim evet, kusura bakmayın gerçekten....

iyi geceler kaplanlar, daha görüşürüz merak etmeyin <3

Continue Reading

You'll Also Like

232K 22.3K 25
Jeon Jungkook, 20 yaşına gelen herkesin dolunay gecesi kurt cinsiyetini ôğrenmesi şerefine düzenlenen baloda, kardeşinin kurt cinsiyetini kutlamaya g...
49.3K 7.5K 30
[🥼🔬] [theoretically lab] kim taehyung, stajyer jeon jeongguk'un tam bir virüs olduğunu düşünüyordu.
137K 5.7K 33
ʜᴇʀ şᴇʏ ꜱᴀʟᴀᴋ ᴋᴀʀᴅᴇşɪᴍɪɴ ʏᴀʟᴀɴıʏʟᴀ ʙᴀşʟᴀᴅı... ꜱɪᴢ: ᴅᴇʟɪᴋᴀɴʟıʏꜱᴀɴ ᴋᴏɴᴜᴍ ᴀᴛᴀʀꜱıɴ!
92.3K 10.9K 49
Jungkook, erzağının bitmesiyle kendine yiyecek birşeyler ararken, Taehyung'un liderlik yaptığı bir küçük bir şehirle karşılaşır. Jungkook, açlığını d...