'1

378 47 127
                                    


  kendi pisliğinde oynamış bir köpek kokusunu andıran ve midemde ne varsa ağzıma çıkması emrini veren o iğrenç kokuya hâlâ alışamamıştım. üstelik bugün daha da fazlaydı, anlaşılan babamın misafiri vardı.

  annem beni babama verdiğinden beri tam dokuz yıl geçmişti ve babam evine ulaştığımız ilk gün beni güzelce yıkamış, temiz kıyafetler giydirmiş ve karnımı doyurduktan sonra bana güzelce sarılmıştı. bunun güzel bir baba oğul kucaklaşması olduğunu düşünmeme saniyeler kala yüzünü buruşturarak çekilmiş ve "hâlâ şeytan kokuyorsun winwin." demişti. pekâlâ şeytan kokmak, kulağa pislik içindeki bir köpek gibi kokmaktan daha iyi geliyordu. başlarda tam sekiz yılımı cadı topluluğuyla geçirdiğim için onlar gibi kokmamın normal olduğunu ve gün geçtikçe bu kokunun yok olacağını düşünmüştü. ama hayır, bunun için dokuz yıl yetmediyse ne yeterdi, hiç bilmiyordum. üstelik tek sorunumuz koku da değildi.

  merdivenlerden inerken babamın birkaç diğer kurtla birlikte mutfaktan sesi geliyordu.

  "hiç iz yok mu?" diye soruyordu diğerlerine.

  "hiç iz yok." diye cevaplayan kalın ses hiç tanıdık değildi.

  "onu bulmamız gerek, aramaya devam edin."

  "tama- hey bu iğrenç, kokuşmuş, şeytani koku da ne?" diye sormuştu kalın ses, ben tam mutfağın kapısına ulaştığımda. bana bu şekilde seslenmelerinden nefret ediyordum çünkü bana kalırsa asıl kokan onlardı, ben ya da annem değil.

  "şeytani kokmak, pisliği içinde saatlerce yuvarlanmış bir köpek gibi kokmaktan iyidir." diyerek tezgâha yürüdüğüm sırada uzun boylu adamın gözlerinin parlayıp hırlaması yüzünden korkuyla tezgâha yapıştım. babam adamın omzundan tutup çekmese, üzerime atlayacağı apaçık ortadaydı. bir kurt adam sürüsünün yakınında dilime sahip olmam gerektiğini kendime hatırlatmam gerekiyordu.

  "lucas, o benim oğlum."

  göğsüm hâlâ hızla inip kalkarken lucas'ın bana öldürücü bakışlar atmasını umursamayıp herhangi bir kurdun dokunmadığı, bu yüzden mide bulandırıcı kokmayan tek yiyeceğe, kahvaltılık gevrek kutusuna uzandım. onu tezgâha koyduktan sonra dolaptan bir kase ve çekmeceden bir kaşık alıp temiz olmalarına rağmen çeşmenin yanındaki köpüklü bulaşık süngeriyle yıkadım çünkü kurtların kokuları her yerdeydi. dev bir sürünün alfasının evinde yaşamamın bir dezavantajı da buydu işte.

  masanın diğer ucuna geçip oturduğumda lucas ve yanındaki kısa boylu kurt da kalkmışlardı. babam onlara, beni ilgilendirse de ilgilendirmese de çok umursamadığım birkaç şey daha söyleyip yanıma döndü.

  "özür dilerim." dedim sessizce çünkü muhtemelen çenemi kapatıp sessizce kahvaltı yapmam gerekirken lucas'ı kızdırmıştım ve bu hoş bir şey değildi, üstelik bunu onların kokusuna hakaret ederek yapmam hiç hoş değildi ama pişman hissetmiyordum çünkü son dokuz yıldır her gün kokumun ne kadar tiksindirici olduğuyla ilgili şeyler söylüyorlardı. bir de kendi kokularını alsalar ne düşünürlerdi acaba.

  "dileme, buna gerek yok."

  "onu aşağıladım."

  "o da seni aşağılamıştı, hak etti."

  "yalnızca onu değil, hepinizi aşağıladım baba." dedim ağzıma bir kaşık gevrek sokarken. kuru kuruya gitmiyordu ama üzerine koku sinmemiş bir paket süt, şimdilik hint kumaşıyla eş değerdi benim için.

  "mideni... mideni bulandırıyoruz, değil mi?" dedi babam kaşlarını üzüntüyle çatıp kaseme bakarken. lokmamı çiğnemeyi unutup ona bakakaldım.

gonna let it burn [yuwin]Where stories live. Discover now