Yengesi kuzeninin yanında oturmuş, onların birbirlerine bakmasını seyrediyordu. Bu durumdan memnunmuş gibi de gülüyordu. Mert bu oyunun bir parçası olmak istemedi. Gözlerini kuzeninden ayırdı ve ona bir daha bakmadı. Gece boyunca ona doğru kafasını bile çevirmedi.

Dördüncü davet dedesinden geldi. Dedesi ve babaannesinin hem köyde hem de şehir merkezinde evleri vardı. Yaz sonları, son bahar başlangıçlarında genelde köyü bırakır şehir merkezindeki evlerine gelirlerdi. Geldiklerinde de ilkbahara kadar kalırlardı. Yanlarında bir de en küçük amcası vardı. Mert ile amcası arasında yedi yaş vardı. Amcası hala evlenmemişti. O da uzun süreler üniversite sınavlarına hazırlanmış ama bir başarı elde edememişti. Bir türlü istediği bölümü kazanamamıştı. Gerçi kimse onun ne istediğini de bilmiyordu.

Şimdilerde askere gitmeye hazırlanıyordu. Üniversiteden umudunu kesmişe benziyordu. Muhtemelen askerden gelince de evlenmek isteyecekti. Ne de olsa henüz on beş yaşındayken babası yani Mert'in dedesi mirası paylaştırmış ve o da kendine düşen payla iyi bir gelire sahip olmuştu. İstese kendine düğün de yapabilirdi elbette.

Mert'in dedesi sürekli kıyaslamalar yapardı. Kendi torunlarını başka çocuklarla kıyaslardı. Ancak o gece memnun görünüyordu. Kıyaslama yapmaya pek niyetli değil gibiydi. Ama gündemindeki ikinci madde hiç değişmezdi. Hastalıkta, sağlıkta hep o maddeden bahsederdi. Bir keresinde dedesinin köylüden birinin cenazesinde bile aynı meseleyi gündeme getirdiğini görünce o an anlamıştı. Dedesi için fıstıkları her şeyden önemliydi. Annesine bu meseleyi anlatınca "Oğlum dedene çok fazla miras kalmamış. Adam o tarlaların hepsini kendi emeğiyle almış, ekmiş. Bu hale getirene kadar da canı çıkmış. Görmüyor musun şimdi hastalıktan bir rahat uyku bile çekemiyor. İstiyor ki evlatları o emeğine sahip çıksın, emekleri boşa gitmesin istiyor." Dedi. Mert annesine hak verdi. Çünkü daha önce de dedesinin çalışkan bir adam olduğunu duymuştu.

Hatta köylülerin ona "Ceryanlı" yani elektrikli anlamına gelen bir lakap taktıklarını da biliyordu. Onun hiç yorulmak bilmediğini belirtmek için bu lakabı takmışlardı. Bir bakıma ona robot demek istemişlerdi. Dedesi Mert'in babasına yine fıstıklardan bahsediyordu. Fıstıklarına nasıl bakım yapması gerektiğini, ne zaman toplamasının daha iyi olacağını söylüyordu. Bu sırada amcası da pür dikkat onları izliyordu.

Babaannesi ise onlarla ilgilenmiyordu. Mert'i hafifçe dürttü ve "Ya sen ya abin biriniz evlenin de bir torunun düğününü görmeden ölmeyelim." Dedi. Mert ailedeki evlilik meraklılarını sayarken babaannesini nasıl atladığını düşünüp kendisine kızdı. Babaannesi de Mert veya Ceyhun'u her gördüğünde hiç sektirmeden evlilik konusunu açanlardandı. Ama Mert onu da fazla önemsemedi. İçinden "Sanki torunun düğününü görünce cennete mi gidiyorsun? Torunun düğününü de görmeyiver. Hem sen daha turp gibisin. Sana hiçbir şey olmaz." Dedi.

Bunları onun yüzüne de söyleyebilmiş olmayı çok isterdi. Ama böyle bir şey yapsa muhtemelen aforoz edilirdi. O yüzden sessiz kalıp kafa sallamayı düşünüyordu. Ancak babaannesi de ne zaman ki akraba evliliklerinden bahsetmeye başladı Mert o zaman fikrini değiştirdi. Çünkü babaannesi en doğru evlilik tipinin akraba evliliği konusunda ısrarcıydı. Mert "Ben önümüzdeki beş altı sene boyunca evlenmeyi düşünmüyorum. O yüzden bana evlilikten bahsetmeyin. Ayrıca akraba evliliği yapmaya da hiç niyetim yok. İsteyen istediğine kızını versin. Onlar kızını uzaklara göndermek istemiyor diye ben kimsenin kızını kendime eş diye seçemem." Dedi.

Mert'in burada bahsetmek istediği şey, kızlarıyla evlenmesini isteyen akrabalarının asıl niyetinin akrabalık olmadığını vurgulamaktı. Onlar kızlarının hiç tanımadıkları bilmedikleri adamlarla evlenmesindense yıllardır ellerinde büyüyen ve hiçbir kötü alışkanlığı olmayan yeğenleriyle evlenmelerini istiyorlardı. Tek dertleri kendi kızları mutsuz olmasın, evlendiklerinde erkeklerden çok fazla baskı görmesindi. Çünkü bu yörelerde boşanmak diye bir şey yoktu. Bu yörelerde "Gelinlikle gelen kefeniyle çıkar." Gibi saçma sapan bir söz vardı. Onlar da işte tam da bu yüzden kızlarını alacak adamların tanıdık olması isteğindeydi.

Dedesi babaannesine kızdı. "Çocuğa baskı yapma." Dedi. Dedesinin bu tutumu Mert'in çok hoşuna gitti. Babaannesi bundan sonra Mert'e bu konuyu açmadı. Mert'in ailede sevdiği tek akrabası belki de dedesiydi. Dedesinin çok da eğlenceli bir kişiliği vardı. Sürekli şakalar yapardı. Mert'e hep köyde kendisine tavuk çobanlığı yaptıracağını söylerdi. Mert küçükken bunu ciddiye alır kızardı ama biraz büyüyünce bunun bir şaka olduğunu kavrayabilmişti. O geceyi de fıstık ağaçlarıyla ilgili konuşarak tamamladılar.

Beşinci ve son davet ise teyzesinden geldi. Teyzesi akrabaları arasından kirada oturan tek kişiydi. Durumlarının iyi olduğu söylenemezdi. Maddi durumunun iyi olmaması davranışlarına da yansımıştı. Teyzesi her şeyin en uygun fiyatlısını almaya özen gösterirdi ve bunun için de birkaç dükkân gezmeden bir şey almazdı. Bu özelliği yüzünden sohbeti de hep ucuza aldı eşyalar üzerine kuruluydu.

Sohbet sırasında aldığı eşyaların da mutlaka fiyatını söylerdi ki ucuz aldığı belli olsun. Mesela "Geçen gün bir çiçek saksısı aldım on liraya ama nasıl güzeldi." Derdi. Evet, hep söylediği fiyatlar piyasadaki değerinin altında olurdu. Ancak aldığı malların neredeyse hiçbiri kaliteli olmazdı. Kendisi de bunu bildiğinden gereksiz yere aldığı nesneleri övme telaşına düşerdi. Mert bu konuşmalar sırasında çok sıkılırdı.

Teyzesinin evine geldiklerinde eğlendiği tek zaman dilimi teyzesinin kahkaha attığı zamanlardı. Öyle tuhaf gülerdi ki eski zamanlardaki takılı kalmış plaklar gibi sesler çıkarırdı. Odadaki herkes onun anlattıklarına değil onun bu tuhaf kahkahasına gülerdi. Teyzesi bunun farkında mıydı, bilmiyordu ama bildiği tek şey teyzesinin iyi kalpli bir insan olduğuydu. Yine de Mert onu pek sevmezdi. Çünkü sürekli çocuklarını toplar onlara misafirliğe gelir, akşama kadar da gitmezdi.

Babası onların karnını doyurmak için evlerine geldiğini söylerdi. Mert buna sadece gülerdi. Çünkü bunun gerçekten babasının anlattığı gibi olmasını istemezdi. Akrabalarının iyi niyetli insanlar olduğunu düşünmek isterdi. Ancak gerçek şuydu ki akraba kelimesi ona göre yanlış yazılmış bir kelimeydi, doğrusu "Akbaba olmalıydı.". Çünkü akrabalar gerçekte akbabalardan farksızdı. Tek dertleri birbirlerinden çıkar sağlamaktı. Hiçbirinin gerçekten akrabalığa değer verdiği yoktu. Bazı özel günler dışında da kimsenin birbirini arayıp sorduğu da yoktu zaten. Galiba akraba denen şey günümüzde anlamını yitirmiş kavramlardan biriydi. Kimse gerçekte akrabalığın ne anlama geldiğini artık hatırlamıyordu.

Akrabalarınızı seviyor musunuz?

İnstagram: bzkrtmslm1

ÖZGÜR-TAMAMLANDIWhere stories live. Discover now