İçimdeki ergen kelebekleri görmezden gelmeye çalışarak ona, onun gibi cevap verebileceğim bir ifadeye büründüm; alaycı ama donuk. "Bu evi fazla sahiplenmiyor musun sence?"

Kaşlarını çattı ve eş zamanlı olarak boynundaki damarlar kendini gösterdi. Her hareketini, her mimiğini izlememekten kendimi alamıyordum. "Şu an kovuluyorum sanırım," dediğinde, sesinde ilk defa yoğun bir kırgınlık sezdim. Belki de bu bana kalbimin bir oyunuydu, bilemiyordum.

İç sesim "hayır, gitmeni istemiyorum," dese de bunu ona söyleyecek cesaretim yoktu. Onun yerine tepkimi en aza indirmeye çalışarak omuz silktim ve bakışlarım tekrardan buzdolabına döndü. "Ne anlamak istiyorsan anlayabilirsin, buzdolabımla arama girme yeter."

Bir süre yanımda sessizce durdu. Birkaç saniyeydi belki ama bana saatler gibi gelmişti. Ardından, ben çekip gitmesini beklerken o saçlarını burnuma sürtecek şekilde tezgahın öteki tarafına doğru uzandı ve elinde tuttuğunu o anda fark ettiğim bardağı lavaboya bırakıp yavaşça önümden çekildi. Mutfaktan çıkıp giderken, ona bakmamak için kendimle koyu bir savaşa tutuşmuştum. Saçları, kokusu... Çok güzeldi.

Görünmez ellerin beni tokatlamasına ihtiyaç duyacağımı hiç düşünmemiştim fakat, şu anda tam o noktadaydım. Birinin beni tokatlamasına, cimciklemesine veya beni kendime ne getirecekse onu yapmasına ihtiyacım vardı. Git gide hayattaki tek varlığımın sevgilisine tutuluyordum. O ona tutulmamam için elinden geleni ardına koymasa da buna engel olamıyordu işte. Onda ne vardı bilmiyordum, bana neden dokunuyordu veya bana dokunmasına nasıl izin veriyordum bilmiyordum. Milyon bilinmeyenli bir denklemin içinde çözülmeyi bekleyen sadece iki bilinmeyendik belki de. Daha çözülecek o kadar harf vardı ki, bize ne zaman sıra gelir belirsizdi. Beklemek zorundaydık, bize aslında hangi sayı olduğumuzu söyleyecekleri ana kadar beklemek ve sonrasında yerimize oturmak zorundaydık. Aslına bakarsanız, o denklemi çözecek kişinin egosundan ibarettik. Onu bile bilmiyorduk. Bildiğimiz tek şey, o denklemin farklı taraflarında olacağımızdı.

Su ısıtıcısına basıp beklediğim süre boyunca onu düşünmemek, saçlarının burnuma dokunuşuna odaklanmamak için elimden geleni yaptım. Onun yerine, -milyonuncu defa- onun Renk'in sevgilisi olduğunu, ona ait olduğunu hatırlattım durdum kendime. Ne garip değil mi? Birine ait olmak, kendini birine ait hissetmek. Ben daha kendimi bu hayata ait hissedememişken, onlar birbirlerine ait olabiliyorlardı. Sanırım şu hayatta daha fazla kıskandığım hiçbir şey yoktu, birine, bir yere veya bir şeye ait hissetme duygusundan başka.

Isıttığım suyu iki tane kupaya bölüştürüp içine yasemin çayını koyduktan sonra kupaları elime aldım ve mutfağın kapısından çıkmadan önce derince bir nefes alıp verdim. Renk'i ikna etmek oldukça zor olacaktı.

Şu an asıl düşünmem gereken şeye, yani Deniz ile yemeğe gitmeme konusunda Renk'i nasıl ikna edeceğime odaklanmalıydım.

Salonun kapısına doğru yaklaştıkça kulağıma gülüşmeler dolmaya başladı. O gülüşmeler kulağıma mı doluyordu, yoksa dolan aslında göz pınarlarımda tek tek biriken yaşlar mıydı emin olamıyordum. Kalbim ekmek gibi bölünüyor, kırıntıları her yerime batıyordu.

Beş ay önce Renk'in ısrarlarıyla yeşile boyadığımız koridorun duvarına yaslanıp kendimi toparlamaya çalıştım. İçerden gelen sesleri duymamak elde değildi. Sanki kulağıma kulaklığı taksam, müziğin sesini sonuna kadar açsam bile müziği bastırabilirlerdi. Kalbimin bu hızda atışı bile etkili olmadıysa, o sesleri hiçbir şey bastıramazdı. İçten içe Renk'e öfkelendiğimi biliyordum. Buna hiç hakkım olmadığını bildiğim kadar iyi biliyordum hem de. Bu yüzden kendimden nefret etmeme rağmen bu duyguyu engelleyemiyordum. O yasemin çaylarını etrafa fırlatıp, özene bezene boyadığımız yeşil duvarları mahvetmek ve kendimi odama kilitlemek istiyordum.

Renkli Hayaller Balonu 🎈Where stories live. Discover now