BORSACI TAKİBİ

3.9K 43 5
                                    

        Evliliğimden kısa bir süre sonra Paddington bölgesinde bir muayenehane buldum. Devraldığım kişi, yaşlı Bay Farquhar, bir zamanlar mesleğinde doruklara ulaşmış ama yaşlılıktan ve yakalandığı bir hastalıktan dolayı bu ününü yitir- miş bir doktordu. İnsanlar, kendilerini iyileştirecek kişilerin sağlıklı olması gerektiğini düşünürler ve haksız da sayılmaz-lar. Kendi derdine derman olamayan bir doktora her zaman şüpheyle bakılır. Sonuçta bu yaşlı beyefendinin sağlığıyla birlikte işleri de bozulmuş, ben devraldığımda iflasın eşiğine gelmişti. Ben ise kendi gençliğime ve enerjime güveniyor, muayenehaneyi birkaç yıl içinde eski parlak günlerine geri döndürebileceğime inanıyordum. İlk üç ay o kadar çok çalışıyordum ki, Baker Sokağı’na gitmeye pek vakit bulamıyor, dolayısıyla da Sherlock Holmes’u çok az görebiliyordum. Zaten o da iş haricinde dışarı çıkmayı seven biri olmadığı için eskisi kadar sık görüşemiyorduk. Bir haziran sabahı, kahvaltıdan sonra oturmuş British Medical Journal’ı okuyordum ki kapının çaldığını duydum. Ardından da eski dostumun kendine özgü o tiz sesini duyun-ca çok şaşırdım. “Ah sevgili dostum Watson,” dedi hızlı adımlarla odaya girerek. “Seni gördüğüme nasıl sevindim bir bilsen! Umarım Bayan Watson, Dörtlerin İmzası’ *ndan bu yana iyileşmiştir.” “Teşekkür ederim, ikimiz de gayet iyiyiz,” dedim, elini sıkarak.“Ve yine umarım,” diye devam etti, sallanan sandalyeye otururken, “mesleğin yüzünden küçük problemlerimize olan ilgini kaybetmemişsindir.” “Tam tersine,” diye yanıtladım, “daha dün gece oturup notlarımı düzenledim.” “Bu defteri tamamen kapatmayı düşünmüyorsun ya?” “Hiç de değil. Ben de keşke yeni bir macera olsa diye düşünüyordum.” “Bugüne ne dersin?” “Tabii, olur.” “Birmingham’a kadar gidecek olsak?” “Sen nasıl istersen.” “Ya işin?” “Zaten bugünlerde bir komşumun işini yapıyorum.” “Ah-ha! Mükemmel!” dedi Holmes. Arkasına yaslandı ve yarı kapalı gözleriyle merakla bana baktı. “Galiba son zamanlarda sağlığın pek iyi değildi.” “Soğuk algınlığı yüzünden geçen hafta üç gün yattım. Ben de tamamen atlattım sanıyordum.” “Atlatmışsın. Şimdi gayet sağlıklı görünüyorsun.” “Peki nasıl bildin?” “Sevgili dostum, yöntemlerimi bilirsin.” “Yine akıl yürüttün o zaman.” “Kesinlikle.” “Peki nereden anladın?” “Terliklerinden.” Yeni aldığım deri terliklerime baktım. Tam, “Nasıl oluyor da...” diye konuşmaya başlamıştım ki, Holmes cevabı yapıştırarak, “Terliklerin yeni,” dedi. “Alalı en fazla birkaç hafta olmuş. Şu anda bana doğru çevrili olan tabanları hafif yanmış. İlk başta, ıslandıktan sonra kuruturken olmuş olabileceğini düşündüm ama kenarında satıcının ambleminin bulunduğu kâğıdı görünce bu düşüncemden vazgeçtim. Çünkü terlikler ıslansaydı o kâğıt da çıkardı. O halde ayaklarını ate-şe uzatıp oturmuş olmalıydın ki, bu da haziran ayında kimsenin kolay kolay yapmak isteyeceği bir şey değil.” Holmes’un bütün akıl yürütmelerinde olduğu gibi anlatıldıktan sonra aslında ne kadar basit olduğu görülen bir örnekti. Bu düşüncelerimi yüzümden okumuş olmalı ki acı bir şekilde gülümsedi. “Korkarım, açıklamalarda bulunurken biraz uzatıyorum,” dedi. “Sebepsiz sonuçlar her zaman daha etkileyici olur. Pekâlâ, Birmingham’a gelmeye hazır mısın?” “Kesinlikle. Bu seferki olay ne?” “Trende her şeyi öğrenirsin. Müşterim dışarıda bekliyor. Hemen hazırlanabilir misin?” “Hemen geliyorum.” Komşuma bir not yazdım, yukarı koşup karıma durumu izah ettim ve kısa süre içinde Holmes’a katıldım. “Komşun da doktor,” dedi Holmes, dışarıdaki pirinç levhaya göz atarak. “Evet, o da muayenehane açtı.” “Onun muayenehanesi de eskiye mi dayanıyor?” “Tıpkı benimki gibi. Bu binalar, semtin kuruluşundan beri var.” “O zaman sokaktaki en iyi iki yeri almışsınız.” “Galiba. Peki ama nereden biliyorsun?” “Basamaklardan dostum. Seninkiler onunkinden üç beş santim daha fazla aşınmış. Ama neyse, arabadaki bu beyefendi, müşterim Bay Hall Pycroft. Sizi tanıştırayım. Fırla arabacı, yoksa treni kaçıracağız.” Arabadaki adam iri yapılı, temiz yüzlü bir gençti. Sarı, kıvırcık bıyıkları vardı. Parlak şapkası ve şık, siyah takımı, bulunduğu sosyal konumu ele veriyordu: Atletik yapıları ve sporculuklarıyla orduda sağlam bir yere sahip olan bir cockney* ve tam bir şehir adamıydı. Yuvarlak, kırmızı suratı etrafa neşe saçıyordu ama köşeleri aşağı sarkmış dudaklarında ko-mik bir hüzün gördüm. Birinci sınıf vagona atlayıp Birming-ham Yolu’na koyulana kadar Sherlock Holmes’un içinde bu- lunduğu mesele hakkında hiçbir şey öğrenemedim. “Önümüzde en az yetmiş dakikalık bir yolculuk var,” diye söze girdi Holmes. “Şimdi, Bay Hall Pycroft, başınızdan geçen bu ilginç deneyimi, aynen bana anlattığınız gibi, hatta biraz daha ayrıntılı bir şekilde, dostuma da anlatmanızı istiyorum. Olayların akışını tekrar dinlemek benim için de iyi olacaktır. Bu öyle bir vaka ki Watson, içinde özel bir şeyler olabilir de, olmayabilir de. Ama şuna emin ol, hem senin hem de benim hoşlandığımız türden sıra dışı ve garip. Pekâlâ Bay Pycroft, ben daha fazla konuşmayacağım, söz sizde.” Genç adam gözünde bir parıltıyla bana baktı. “İşin kötü tarafı,” diye konuşmaya başladı, “sonunda aptal durumuna düşebilirim. Ama ne olursa olsun, bunu yapmak zorundayım. Eğer sonunda kaybedersem kendimi tam bir hanım evladı gibi hissedeceğim. Hikâye anlatmayı pek beceremem ama ben böyleyim işte. “Bir zamanlar Coxon&Woodhouse’da hem bir işim hem de bir lojmanım vardı ama belki siz de duymuşsunuzdur, bu baharın başında hepsini elimizden aldılar. Beş yıldır onlarla birlikteydim ve sonunda yaşlı Coxon bana kıyak bir bonservis verdi ama sonuçta bütün kâtipler, yani en az yirmi yedi kişi bir yana dağılmak zorunda kaldık. Orada burada biraz takıldım ama benim halimde bir sürü adam olduğu için kalıcı bir yer bulmak epey zor oluyordu. Coxon’dayken hafta-da üç sterlin alıyordum ve bundan yetmiş sterlin kadar birik- tirmiştim ama gün geldi, para suyunu çekti. Öyle ki, artık parasızlıktan, başvurduğum iş ilanlarına cevap verecek zarf bile alamaz hale geldim. İş bulma kurumunun merdivenlerini o kadar aşındırıp durdum ama nafile, iş bulma ihtimalim gittikçe azalıyordu. Nihayet Mawson&Williams’da, yani şu Lombard Caddesi’ndeki borsa şirketinde bir iş olduğunu öğrendim. Siz belki bilmezsiniz ama Londra’nın en sağlam finans şirketidir. İlana sadece mektupla cevap veriliyordu. Formu doldurup, yanına bonservisimi de koyarak gönderdim ama aslında işe alınmam konusunda en ufak bir umudum bile yoktu. Gelen cevap, eğer tatmin edici bulunursam, önümüzdeki pazartesi hemen işe başlayabileceğimi söylüyordu. Bu işler nasıl olur, bilinmez. Müdürün, elini yığına daldırıp ilk eline geleni seçtiğini bile söylerler. Öyle ya da böyle, gün benim günümdü ve mutluluktan uçuyordum. Maaş da iyiydi ve yapılan iş Coxon’dakinin aynısıydı. “Şimdi olayın en tuhaf kısmına geliyorum. O sıralar Hampstead Yolu Potter’s Terrace, 17 numaradaki pansiyonda kalıyordum. Randevu cevabını aldığım akşam oturmuş siga-ra içiyordum ki, ev sahibem elinde bir kartla çıkageldi. Kartın üstünde ‘Arthur Pinner, Mali Danışman’ yazıyordu. Bu ismi daha önce duymadığım için benimle ne işi olduğunu bilemiyordum. Ama tabii ki adamın gelmesini söyledim. İçeri koyu saçlı, koyu gözlü, siyah sakallı bir adam girdi. Biraz burnu havada bir tipe benziyordu. Enerjik, hareketli biriydi ve zamanı değerliymiş gibi davranıyordu. “ ‘Bay Hall Pycroft?’ diye sordu. “ ‘Evet Bayım,’ dedim, adama bir sandalye uzatarak. “ ‘Önceden Coxon&Woodhouse’da mıydınız?’ “ ‘Evet.’ “ ‘Ve şimdi de Mawson kadrosundasınız.’ “ ‘Neredeyse.’ “ ‘Gerçek şu ki,’ dedi, ‘finans konusundaki yetenekleriniz hakkında çok iyi şeyler duydum. Coxon’un müdürü Parker’ı hatırlıyor musunuz? Sizi öve öve bitiremiyor.’ “Bunu duyduğuma sevinmiştim tabii. İş hayatımda hep biraz parlak olmuşumdur ama hakkımda bu kadar konuşulduğunu bilmiyordum. “ ‘Hafızanız kuvvetli midir?’ diye sordu. “ ‘Fena değil,’ diye cevap verdim mütevazılığı elden bırakmadan. “ ‘İşten çıktığınızdan bu yana piyasayı takip ediyor musunuz?’ “ ‘Evet. Borsa bültenini her sabah okurum.’ “ ‘İşte bu iyi!’ diye atıldı. ‘Gelişme dediğin böyle olur! Sizi sınayabilir miyim? Bir düşünelim. Hım, Ayrshires ne durumda bugünlerde?’ “ ‘Yüz altı çeyrek ile yüz beş buçuk arasında.’ “ ‘Peki, Yeni Zelanda konsolide?’ “ ‘Yüz dört.’ “ ‘British Broken Hills?’ “ ‘Yedi ile yedi buçuk arası.’ “ ‘Mükemmel!’ diye bağırdı kollarını havaya kaldırarak. ‘Hakkınızda söylenenler kadar varmışsınız. Dostum, dostum, siz Mawson’a fazla gelirsiniz!’ “Adamın bu heyecanı, tahmin edeceğiniz gibi beni epeyce şaşırtmıştı. ‘Diğerlerinin hakkımda bu kadar iyi düşündüğünü sanmıyorum, Bay Pinner. Bu işi bulana kadar çok uğraştım ve halimden memnunum.’ “ ‘Hah! Dostum, daha da yükselmelisiniz. Sizin yeriniz orası değil. Bir de benim teklifimi dinleyin. Belki yetenekle-rinizin karşılığını tam olarak alamayacaksınız ama Mawson’ la karşılaştırınca farkı anlayacaksınız. Bir bakalım. Mawson’a ne zaman gidiyorsunuz?’ “ ‘Pazartesi.’ “ ‘Ah-ha! O zaman oraya gitmemenizi isteyebilirim.’ “ ‘Mawson’a gitmemek mi?’ “ ‘Evet, Bayım. Bugünden itibaren Brüksel ve San Remo’dakileri saymazsak Fransa’da yüz otuz dört şubesi bulunan Franco-Midland Hırdavat Limited Şirketi’nin mali mü- dürü olabilirsiniz.’ “Nefesim kesilmişti. ‘Bu şirketin adını hiç duymamıştım,’ diyebildim. ‘Doğrudur. Sermaye halka açılmadığı için gelişimi de sessizce oldu. Kurucusu kardeşim Harry Pinner’dır ve hem işletme müdürü hem de yönetim kurulu üyesidir. Buralarda dolaştığımı bildiği için uygun koşullarla iyi bir adam bulma-mı istedi. Genç, yırtıcı, parlak fikirleri olan biri. Parker sizden bahsedince ben de buraya geldim. Başlangıç için ne ya- zık ki yılda sadece beş yüz önerebiliriz.’ “ ‘Yılda beş yüz mü?’ diye bağırdım. “ ‘Sadece başlangıç için. Ama bir de bütün kârdan yüzde bir hisse vereceğiz ki, inanın bana bu, maaşınızdan daha fazlasına gelecektir.’ “ ‘Ama hırdavattan hiç anlamam.’ “ ‘Hadi canım! Sayılardan anlıyorsunuz ya.’ “Sevinçten durduğum yerde duramıyordum. Ama sonra bir şüphe sardı içimi. “ ‘Size karşı dürüst olacağım,’ diye girdim söze, ‘Mawson bana sadece iki yüz veriyor ama güvenilir bir şirket. Açıkçası, sizin şirketiniz hakkında o kadar az şey biliyorum ki...’ “ ‘Bravo, çok zekice!’ diye atıldı adam coşkuyla. ‘Aradığımız adam gerçekten de sizsiniz. Öyle kolaylıkla ikna olmuyorsunuz. Alın size yüz sterlinlik bir çek. Bizimle birlikte çalışmaya karar verirseniz, avans olarak cebinize atabilirsiniz.’ “ ‘Bakın bu iyi işte,’ dedim. ‘Ne zaman başlıyorum?’ “ ‘Yarın saat birde Birmingham’da olun,’ dedi. ‘Kardeşime götürmeniz için bir mektup vereceğim. Kendisini, şirketin temsilciliğinin bulunduğu 126b Corporation Caddesi’ nde bulabilirsiniz. Tabii onun da bu işi onaylaması gerekiyor ama bizim aramızda hallolmuş farz edin.’ “ ‘Size ne kadar müteşekkirim anlatamam Bay Pinner,’ dedim. “ ‘Boş verin dostum. Keyfini çıkarın. Ama halletmemiz gereken birkaç formalite daha var. Şu kâğıda, ‘Franco-Midland Hırdavat Ltd. Şti. için, mali müdür olarak yılda beş yüz sterline çalışmayı kabul ediyorum,’ yazıp imzalayın lütfen.’ “Dediğini yapıp imzaladım. “ ‘Ufak bir ayrıntı daha var,’ dedi. ‘Mawson’ı ne yapacaksınız?’ “Sevinçten Mawson’ı tamamen unutmuştum. ‘İstifa ettiğimi haber veririm,’ dedim. “ ‘Böyle yapmanızı istemiyorum. Sizin için Mawson’ın müdürüyle kavga ettim. Bana çok kaba davrandı ve beni, sizi şirketten çalmaya çalışmakla suçladı. Nihayet ben de dayanamayıp patladım. “Eğer iyi adamlar istiyorsan iyi para vermen gerekiyor,” dedim. “Az paraya bizde çalışmayı tercih edecektir,” dedi. Ben de, “Bir beşliğine iddiaya varım ki, be-nim teklifimden sonra onun yüzünü bir daha göremeyeceksiniz,” dedim. “Anlaştık!” dedi. “Ama onu bataktan kurtardık, bizi öyle kolayca bırakmayacaktır,” dedi. Evet aynen böyle söyledi.’ “Dayanamayıp, ‘Alçak herif!’ diye bağırdım Dr. Watson. ‘Onu görmedim bile. Eğer siz istemezseniz onlara hiçbir şey yazmam,’ dedim. “ ‘Güzel!’ dedi oturduğu yerden kalkarken. ‘Kardeşim için böyle iyi bir adam bulduğuma sevindim. Alın, bu avansı-nız, bu da mektup. Adresi de not edin: 126b Corporation Caddesi. Unutmayın, randevunuz yarın saat birde. İyi geceler, şansınız açık olsun!’ “Aramızda geçen konuşma aşağı yukarı böyle. Bu olaya ne kadar sevindiğimi az çok tahmin edebilirsiniz Dr. Watson. Bütün gece heyecandan gözüme uyku girmedi. Ertesi sabah erkenden Birmingham trenine bindim. Birkaç eşyamı otele bıraktıktan sonra verilen adrese doğru yola koyuldum. “On beş dakika kadar erken gelmiştim ama önemi yok-tu. 126b iki mağaza arasında bir pasajın numarasıydı. Pasajın bitiminden sonraki taş merdivenler pek çok büronun bu- lunduğu bir kata çıkıyordu. Kapılardaki isimlere baktım ama Franco-Midland Hırdavat Ltd. Şti.’ni göremedim. Tam bütün bunların bir aldatmaca olduğunu düşünmeye başlamıştım ki, adamın biri gelip beni selamladı. Önceki gece gördüğüm adama çok benziyordu. Aynı boy, aynı ses ama bu adam sakalsızdı ve saçları daha açık renkliydi. “ ‘Siz Bay Hall Pycroft musunuz?’ diye sordu. “ ‘Evet,’ dedim. “ ‘Ah, ben de sizi bekliyordum ama biraz erken gelmiş-siniz. Kardeşim bu sabah gönderdiği notta sizden övgüyle bahsetmiş.’ “ ‘Ben de bürolara bakıyordum.’ “ ‘Geçen hafta taşındığımız için henüz ismimizi yazdıramadık. Benimle gelin de konuşalım.’ “Yüksek merdivenlerin bitiminde, çatı arasında, boş ve tozlu, halısız ve perdesiz bir odaya soktu beni. Açıkçası, alıştığım gibi parlak masalar ve bir sürü kâtibin olduğu bir yer bekliyordum. Ama iki sandalye, bir masa, bir dolap, bir de çöp sepetinden başka bir şey bulunmayan odayı görünce ha-yal kırıklığına uğradım.  ‘Cesaretiniz kırılmasın Bay Pycroft,’ dedi adam, yüzümün asıldığını görünce. ‘Roma da bir günde kurulmadı. Sermayemiz sağlam ama henüz bürolara başlayamadık. Lütfen oturun ve mektubu verin.’ Adam mektubu alıp dikkatle okudu. “ ‘Kardeşim Arthur’un üzerinde müthiş bir izlenim bırakmış olmalısınız,’ dedi. ‘Onun gibi gözü açık biri bile böyle diyorsa... Gerçi çalışma bölgelerimiz ayrıdır ama bu sefer tavsiyesine uyacağım. İşe alındınız.’ “ ‘Görevim ne olacak?’ diye sordum. “ ‘İngiltere’den gelecek zücaciye eşyalarını Fransa’daki yüz otuz dört mağazaya dağıtacak olan Paris deposunu yöneteceksiniz. Satış bir hafta içinde bitmiş olur. Siz de o zamana kadar Birmingham’da kalıp çalışırsınız.’ “ ‘Burada ne yapacağım peki?’ Cevap olarak çekmeceden büyük, kırmızı bir kitap çıkardı. “ ‘Bu, Paris’teki bütün işletmelerin yazılı olduğu bir rehber,’ dedi. ‘Bunu eve götürün ve bütün hırdavatçıları, adresleriyle birlikte listeleyin. İleride çok işime yarayacak.’ “ ‘Zaten hırdavatçıların ayrıca bir listesi yok mudur?’ diye sordum. “ ‘Pek güvenilir değil. Onların sistemi bizimkinden farklı. Siz işinizi yapın ve pazartesi saat on ikiye kadar listeyi hazırlayın. İyi günler Bay Pycroft. Eğer her zaman zeki ve çalışkan olursanız karşılıklı memnun kalırız.’ “Kolumun altında rehberle otele dönerken şüpheler içi-mi kemiriyordu. Bir yandan işe alınmış ve yüz sterlini cebe atmıştım ama diğer yandan büroların görünümü, şirketin isminin olmaması ve diğer noktalar, patronlarımın konumu hakkında hiç de iyi bir izlenim bırakmamıştı üzerimde. Ama mademki paramı almıştım, işime bakabilirdim. Bütün pazar sıkı çalıştım ama pazartesiye kadar ancak ‘H’ harfine kadar gelebilmiştim. Büroya gittiğimde patronum her zamanki yerinde duruyordu ve çarşambaya kadar bitirip öyle gelmemi söyledi. Çarşamba da bitmeyince cumaya – ki bu dün oluyor– uzattık. Sonunda bitirip Bay Harry Pinner’a teslim ettim. “ ‘Çok teşekkür ederim,’ dedi. ‘Galiba işin zorluğunu tahmin edememişim. Bu liste o kadar çok işime yarayacak ki.’ “ ‘Epey zamanımı aldı,’ dedim. “ ‘Ve şimdi de,’ dedi, ‘mobilya mağazalarının listesini yapmanızı istiyorum. Biliyorsunuz, onlar da zücaciye satıyorlar.’  ‘Peki.’ “ ‘Yarın akşam saat yedide gelip işin nasıl gittiğini bildirebilirsiniz. Kendinizi fazla zorlamayın. Akşamları çıkıp birkaç saat eğlenmenin zararı olmaz,’ dedi gülerek. Gülerken fark ettim ki, sol taraftaki dişlerinden birisi altın kaplamaydı.” Sherlock Holmes keyifle ellerini ovuşturup müşterimize baktı. “ ‘Garip ama aynen böyle Dr. Watson,’ diye devam etti genç adam. ‘Londra’da diğer adamla konuşurken, Mawson’a gitmeyeceğimi duyduğunda kahkahayla gülmüştü ve onda da aynı dişin, aynı şekilde altın kaplanmış olduğunu fark etmiştim. Altının parlaklığı gözümden kaçamazdı zaten. Sesle-rinin ve boylarının da aynı olduğunu hesaba katarsak ve diğer şeylerin de jiletle ve bir perukla halledilebileceğini göz önü- ne alırsak ikisinin de aynı adam olduklarını rahatlıkla düşünebiliriz. Tabii kardeşlerin birbirine benzediği farz edilebilir ama dişleri de aynı şekilde olacak değil ya? Dışarı çıktığımda bir süre ne yaptığımı bilmez halde dolaştım. Sonra otele döndüm, kafamı soğuk suya soktum ve bu meseleyi düşünmeye çalıştım. Neden beni Londra’dan Birmingham’a göndermişti? Neden benden önce gelmişti? Ve niye kendi kendine bir mektup göndermiş olabilirdi? Bu kadarı benim için fazlaydı; tüm bu soruların altından kalkamadım. Ama sonra birden aklıma geldi; bunu çözse çözse Bay Sherlock Holmes çözerdi. Gece treniyle dönüp sabah gelerek birlikte Birmingham’a gidebileceğimizi düşündüm.” Borsacı kâtibi, bu garip hikâyesini bitirdikten sonra bir sessizlik oldu. Sonra Sherlock Holmes, şaraptan ilk yudumu almış bir eksper edasıyla memnun ama düşünceli bir şekilde arkasına yaslanıp bana baktı. “Çok iyi Watson, değil mi?” dedi. “Hoşuma giden bazı ayrıntılar var. FrancoMidland Hırdavat Limitet Şirketi’nin geçici bürosuna uğrayıp şu Bay Arthur Harry Pinner’la konuşmak epey ilginç olacak bence. Sen ne dersin?” “Peki ama nasıl yapacağız?” diye sordum. “Dert etmeyin,” dedi Hall Pycroft neşeyle. “Siz iş bulmak isteyen arkadaşlarımsınız. Bu durumda sizi şirketin müdürüne götürmemden daha doğal ne olabilir ki?” “Tabii, muhakkak,” dedi Holmes. “Ben de şu beyefendiye bir bakıp, küçük oyunundan ne çıkarabileceğimizi görmek istiyorum.” Bundan sonra yol boyunca tırnaklarını yiyip pencereden baktı ve ağzından tek bir kelime daha çıkmadı. O akşam saat üçte hepimiz şirketin Corporation Sokağı’ndaki bürolarına doğru yola çıkmıştık. “Zamanından önce orada olmamızın bir anlamı yok,” dedi müşterimiz. “Oraya sadece benimle buluşmak için gelir. Onun dışında kimseyi bulamayız.” “Mantıklı,” dedi Holmes. “Bakın!” diye bağırdı kâtip. “Şu önümüzde yürüyen o.” Yolun diğer tarafında esmer, iyi giyimli bir adam yürüyordu. Biz onu izlerken adam, sokağın diğer ucundaki gazeteci çocuğa gidip bir gazete aldı. Sonra da pasajın girişinde gözden kayboldu. “İşte giriyor!” diye atıldı Hall Pycroft. “O girdiği yer büroların bulunduğu pasaj. Benimle gelin de şu işi halledelim.” Pycroft’un arkasından beş kat çıktık ve yarı açık kapının önünde durduk. İçeriden gelen bir ses girmemizi söyledi ve Hall Pycroft’un tarif ettiği gibi mobilyasız bir odaya girdik. Odadaki tek masada, sokakta gördüğümüz adam oturuyor, gazetesini önüne açmış okuyordu. Kafasını kaldırıp bize baktığında yüzünde daha önce hiç kimsede görmediğim bir ke-der ifadesi olduğunu fark ettim. Ve kederin ötesinde, korku vardı. Alnı terden parlamış, yüzü bembeyaz olmuştu ve gözleri çılgınca bakıyordu. Kâtibine tanımıyormuş gibi baktı. Genç adamın yüzünde de bir şaşkınlık okunuyordu. “Hasta görünüyorsunuz Bay Pinner!” dedi. “Evet, pek iyi değilim,” diye cevapladı adam. Kurumuş dudaklarını yalıyor, toparlanmaya çalışıyordu. “Yanında getirdiğin bu beyler kim?” “Biri Bermondsey’den Bay Harris ve diğeri de Bay Pri-ce,” dedi müşterimiz, bozuntuya vermeden. “İkisi de yakın dostumdur ve işlerinde tecrübelilerdir. Ama bir süredir açıkta oldukları için şirket içinde bir iş daha var mı diye merak ediyorlar.” “Elbette! Elbette!” diye atıldı Bay Pinner, garip bir gülümsemeyle. “Size de bir şeyler bulabileceğimden eminim. Sizin uzmanlığınız nedir Bay Harris?” “Ben muhasebeciyim,” dedi Holmes. “Öyle mi? Bize de böyle biri lazımdı zaten. Peki ya siz Bay Price?” “Kâtibim,” dedim. “Şirkette size de bir yer bulabileceğimize inanıyorum. Olumlu bir gelişme olursa size haber veririm. Şimdi yalvarırım gidin. Tanrı aşkına yalnız bırakın beni!”Bu son sözleri öyle bir çıkmıştı ki ağzından, artık üstün-deki baskıya daha fazla dayanamayıp patladığı belliydi. Holmes ve ben birbirimize baktık. Hall Pycroft ise masaya doğru bir adım attı. “Sizden bazı talimatlar almaya geldiğimi unuttunuz mu, Bay Pinner?” dedi. “Tabii Bay Pycroft, tabii,” diye cevap verdi adam sakince. “Burada biraz bekleyin, hatta arkadaşlarınız da sizinle birlikte bekleyebilir. Sabrederseniz birkaç dakikaya kadar gelirim.” Ayağa kalkıp önümüzde kibarca eğildikten sonra odanın diğer ucundaki bir kapıyı açıp arkasında kayboldu. “Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu Holmes fısıltıyla. “Adam sıvışmaya mı çalışıyor yoksa?” “Bu imkânsız,” diye cevapladı Pycroft. “Nedenmiş o?” “O kapı içerideki bir odaya açılıyor.” “Peki oradan çıkış yok mu?” “Hayır.” “Odada başka bir şey var mı?” “Dün bomboştu.” “Peki ne yapıyor orada? Zaten tavırları da anlaşılmazdı. Neden bu kadar korkuluydu acaba?” “Dedektif olmamızdan şüphelenmiş olmasın,” diye fikrimi belirttim. “Öyle olmalı,” diye atıldı Pycroft. Holmes kafasını salladı. “Ama adamın yüzü bizi görün-ce solmadı ki. Zaten solmuştu,” dedi. “Acaba...” İçerideki kapıdan gelen bir ses üzerine Holmes’un sözleri yarım kaldı. “Ne diye kapıya vuruyor bu adam?” dedi kâtip. Ses yine geldi ama bu sefer daha da şiddetliydi. Hepimiz kapalı kapıya merakla baktık. Holmes’a baktığımda yüz hatlarının sertleştiğini ve büyük bir heyecanla öne doğru eğildiğini gördüm. Sonra aniden kapıdan bir gümbürtü geldi. Holmes hızla fırlayıp kapıyı itti ama içeriden kilitlenmişti. Sonra biz de bütün ağırlığımızla kapıya yüklenmeye başladık. Önce bir menteşe, sonra diğeri derken kapı aşağı indi. İçeride kimse yoktu. Ama biraz bakındıktan sonra odanın bir köşesinde başka bir kapı daha olduğunu gördük. Holmes gidip onu da açtı. Yerde bir ceket ve yelek duruyor, kapının arkasındaki bir kancada da Franco-Midland Hırdavat Limitet Şirketi’nin müdürü asılı duruyordu. Meğer konuşmamızı bölen sesler topuklarının yere vuruş sesiymiş. Ben adamı belinden kaldırırken, Pycroft ve Holmes da boynunu ipten kurtardılar. Sonra he-men içeri taşıyıp yatırdık. Yüzü külrengi olmuştu ve mosmor dudaklarının arasından zorlukla nefes alıp veriyordu. Beş dakika önce gördüğümüz adamın enkazıydı yerde yatan. “Ne dersin Watson?” diye sordu Holmes. Eğilip yakından inceledim. Nabzı zayıf ve düzensizdi ama nefesi biraz düzelmeye başlamıştı. Bir an gözkapakları titredi ve sonrasında aralanınca gözünün beyazı göründü. “Tehlikeyi atlatmış sayılır,” dedim. “Pencereyi açın ve şuradaki sürahiyi bana verin.” Yakasını gevşettim, yüzüne soğuk su serptim ve düzenli nefes almaya başlayana kadar kollarını kaldırıp indirdim. “Zamanla düzelecektir,” dedim sonunda. Holmes bu arada, elleri pantolonunun ceplerinde, çenesi göğsüne düşmüş halde masanın yanında duruyordu. “Artık polisi çağırabiliriz sanırım,” dedi. “Ama onlar gelene kadar meseleyi çözsem iyi olacak.” “Ben hâlâ anlayamıyorum,” diye atıldı Pycroft, kafasını kaşıyarak. “Beni neden buraya kadar getirdiler ki sanki...” “Hah! Her şey basit değil mi?” dedi Holmes, dayanama-yıp adamın sözünü keserek. “Bu son hareketi.” “Gerisini anladınız o zaman.” “Her şey çok açık. Sen ne diyorsun Watson?” Omuzlarımı silktim. “İtiraf etmeliyim ki ne diyeceğimi bilemiyorum,” dedim. “Olayları düşünürsen nereye götürdüğü belli.” “Nasıl?” “Bütün vaka iki nokta üzerinde dönüyor. İlki, Pycroft’ un bu garip şirkete girdiğini kabul eden imzası. Bunun ne anlama geldiğini göremiyor musun?” “Üzgünüm ama herhalde kaçırdığım bir şeyler var.” “Pekalâ, bunu ona neden yaptırdılar? İş yüzünden olmamalı çünkü genelde böyle anlaşmalar ilk başta sözlü olarak yapılır; bu sefer niye farklı olsun ki? Elyazından bir ör- neğe ihtiyaçları olduğunu ve bunu almak için başka bir yolları olmadığını göremiyor musun genç adam?” “Peki ama neden?” 5“Bence de. Neden? Zaten bunun cevabını verebilsek küçük problemimizde önemli bir ilerleme kaydetmiş olacağız. Neden? Sadece tek bir sebep olabilir: Elyazını taklit et-mek için öncelikle bir örneğe ihtiyaçları vardı. Şimdi ikinci noktaya geçtiğimizde her birinin birbirine ışık tuttuğunu görebiliyoruz. Bu nokta da şöyle: Pinner senin Mawson’daki işi bırakmanı istemedi. Oradaki müdürün, hiç görmediği bu Bay Hall Pycroft’u pazartesiye kadar beklemesini istedi.” “Tanrım!” diye bağırdı müşterimiz. “Ne de körmüşüm!” “Şu elyazısı meselesini şimdi anlıyor musunuz? Şöyle düşün: Seninkinden çok farklı bir elyazısına sahip biri senin yerine işe girmek istese ne olur? Oyunu hemen ortaya çıkardı değil mi? Bu arada alçak herif de taklit etmeyi öğrenip işi kapmış olmalı. Herhalde seni Mawson’da gören olmamıştı.” “Evet kimse görmedi,” diye homurdandı Hall Pycroft. “Çok iyi. Zaten istedikleri de buydu: Seni şirketten uzak tutup, Mawson’da senin yerine başka birinin işe başladığını belli etmemek. Bu yüzden sana yüklü bir avans verip Midlands’e gönderdiler ve Londra’ya dönüp de oyunlarını ortaya çıkaramayasın diye uydurma işler verdiler. Hepsi bu.” “Peki ama adam neden kardeşi kılığında görünme ihtiyacı duydu?” “Eh, burası da açık. Ekip iki kişi. Biri senin yerine büro-da çalışıyor. Diğeri de oyunun ikna edici olması için ikinci bir kişi yaratmak zorunda kalmış. Aradaki ufak benzerlikleri kardeşliğe yoracağına güvenerek görünümünü elinden geldiğince değiştirdi. Ama şansına o altın kaplama dişi gördün de şüphelendin.” Hall Pycroft sıktığı yumruklarını havada salladı. “Yüce Tanrım!” diye bağırdı. “Peki ben aptal gibi buralarda dolanır-ken öteki Hall Pycroft ne yapıyordu? Ne yapacağız Bay Holmes? Lütfen yardım edin.” “Mawson’a bir telgraf göndermemiz gerekiyor.” “Ama cumartesileri saat on ikide kapatıyorlar.” “Önemli değil. Bir kapıcı veya bekçi vardır muhakkak.” “Ah evet, orada sürekli bir bekçi kaldığını duymuştum.” “Çok güzel. Ona telgraf gönderip her şeyin yerinde olup olmadığını ve senin isminde birilerinin çalışıp çalışmadığını soralım. Ama henüz açıklanmamış bir nokta daha var: Bu namussuzlardan biri neden gözümüzün önünde gidip kendini astı?” 60/238

“Gazete!” diye bir ses geldi arkamızdan. Adam doğrulmuş oturuyordu. Önceki gibi solgundu ama biraz toparlandı-ğı belliydi. Boğazındaki geniş kırmızı yarayı ovalayıp duru- yordu. “Gazete! Tabii ya!” diye bağırdı Holmes, büyük bir heyecanla. “Nasıl da akıl edemedim! Kafam bu ziyaretle o ka-dar meşguldü ki gazeteyi bir an için bile düşünemedim. Ke- sinlikle işin sırrı orada olmalı.” Gazeteyi açıp masaya yaydı ve bir süre sonra bir zafer çığlığı attı. “Şuraya bak Watson,” dedi. “Evening Standard’ın bugünkü baskısı. İşte aradığımız burada. Başlığa bak: ‘Mawson&Williams’da Cinayet. Büyük Soygun Girişimi. Suçlu Yakalandı.’ Hadi Watson, hepimiz merakla bekliyoruz. Yüksek sesle oku lütfen.” Habere verilen geniş yere bakılırsa şehirde günün olayıydı. Şöyle devam ediyordu: “Bu akşam şehirde bir adamın ölümü ve suçlunun yakalanışıyla sonuçlanan bir soygun girişiminde bulunuldu. Bir süredir, meşhur finans kurumu Mawson&Williams’da değeri milyon sterlini bulan tahviller bulunduğu biliniyordu. Şirket bu büyük sorumluluğun bilincinde olarak son teknoloji kasalar yaptırmış ve bina içinde gece gündüz nöbet tutan silahlı bekçiler tutmuştu. Alınan bilgilere göre, geçen hafta firmaya Hall Pycroft adında yeni bir kâtip alınmıştı. Ama sonradan bu adamın ünlü kalpazan ve beş yıllık cezalarını henüz yeni bitirmiş olan hırsız Beddington olduğu öğrenilmiştir. Henüz bilinmeyen yöntemlerle sahte bir isim altında şirkette çalışmaya başlamış ve orada bulunduğu süre içinde kasaların konumu ve özelliklerini öğrenmeyi ve kilitlerin kalıplarını çı- karmayı başarmıştır. “Mawson’da çalışanlar cumartesileri öğlen on ikide paydos ediyorlar. Bu yüzden merkez karakoldan Komiser Tuson, binadan saat biri yirmi geçe, elinde bir çantayla çıkan bir adam görünce şaşırmış ve şüpheye kapılarak adamı takibe başlamıştır. Uzun mücadeleler sonunda ve Memur Pollack’ın da yardımıyla adam yakalanmıştır. Çanta arandığında yaklaşık yüz bin sterlinlik Amerikan demiryolu hisseleri ve diğer bazı şirketlerin tahvilleri bulunmuştur. Bina incelendiğinde ise, en büyük kasalardan birinin içinde talihsiz bekçinin cesedi bulunmuştur. Adamın kafatasının ağır bir cisim darbesiyle kırılmış olduğu anlaşılmıştır. Beddington’un büroda bir şey unuttuğunu söyleyerek içeri girdiği ve bekçiyi hemen öldürdükten sonra büyük kasayı açtığı ve ganimetiyle kaçmaya çalıştığı düşünülmektedir. Genelde birlikte çalıştıkları kardeşinin şu an için olayda parmağı bulunamamıştır ama polis onu da aramaktadır.” “O zaman bu konuda polisi büyük bir zahmetten kurtarabiliriz,” dedi Holmes, yerde kıvrılmış duran adama bakarak. “İnsan doğası çok garip bir karışım Watson. Söz konusu olan aşağılık bir adam ve katil bile olsa kardeşi, yakalandığını öğrendiği anda intihara kalkışabiliyor. Ama her şeye rağmen bunu yapmamız gerekiyor. Şimdi Bay Pycroft, biz bura- da doktorla nöbet tutarken siz de gidip polise haber verin.” 

SUÇ DETAYLARLA SAKLIDIR - SHERLOCK HOLMESUnde poveștirile trăiesc. Descoperă acum