Bölüm 1 : Sahil

36 0 0
                                    

                İçinden temiz suyun aktığı hortum, kumsalın ormanda yaşattığı heyecanı gösterircesine uzanıyordu. Sahil kasabalarının yegane eserlerinden biride deniz sularının arındırılıp temiz su olarak çıkarılması ve temiz suyun gündelik işlerde kullanılması idi.  Aldar'ın' bunu yapması epey zamanını almıştı. Su ihtiyacı vazgeçilmezdir. Yaz mevsiminde güneşin sımsıcak, esen rüzgarın ise serin bir yıldız gibi insanı alıp götürdüğü anlar vardır. Ne denebilir ki... denebilecek bir sözcük olduğunu düşünmüyorum ya da düşünmek istemiyorum. Çalkantılar içinde yer alan bu evren bir bütün olarak bizi saran bir büyüye sahip ve bu büyüden kurtulmanın herhangi başka bildiğim bir yolu yok.  Bütün gerçekliği ile hayatın yaşandığı güzel bir yer burası. Deniz sularının kıyılarda çakıl taşlarına çarparak çıkardığı sesler gibi gece yarısı minik uğur böceklerinin esinlendiği şarkıları anımsatan bir müzik festivali. Ruhunuzu dizginleyebilen ve bazı sorguları yapabilmenize yetecek seviyede kaleme alınacak dizeler barındıran eski bir mektup misali efta ışığı karanlığında. Eskiler daha da güzeldi; acı, mutluluk ve özlem gibi duygular sanki gerilmiş bir miğfer direği gibi işlenirdi. Lakin zaman izlenebilecek kadar ne hızlı bir tünel ne de varılabilecek kadar uzun bir yol idi ve bu sefer gereksiz bir an'ı yaşamak anlamlı olabilir miydi ? Sakin bir akşam üstüydü ve Aldar bunu biliyordu. Her zamanki gibi saat 17:00 ile 17:30 arasında deniz kıyısına varmak için çardak kulübesinden çıkarak çimenlerle kaplı yola doğru ilerledi. Yanına küçük tahtadan eskimiş taburesini aldı ve bir de elinde genellikle eksik etmediği akçaağaçtan yapılmış uzun ve bir kadın kadar narin gövdesi olan piposunu. Bundan tam 6 yıl önce kendi yapmıştı bu pipoyu. Çatık ormanda ki kırılmış ve eser olmaya yüz tutmuş bir ak ağacın gövdesinden. O kadar özen gösterirdi ki piposuna özel bir hazne bile yapmıştı onun için. Bu haznede dururdu yanmadığı zamanlarda. Tek dostu piposu ve romuydu.  

                İlerlerken tek düşündüğü şey ailesiydi, ondan kopup giden hatıraları ve yalnızlığın çaresizliğinde dalga olurcasına uzanan düşünceleri. Anılarında temiz bir sayfa açmayı çok denemişti. Her denemesinde kendi benliğini bir tohum gibi yeşertmek ona oldukça zor geliyordu. Bu tapılası bir güçlükle kanatlarını açan bir kırlangıcın son anında gözlerinde ki o ışığa benziyordu ve bu anı unutmak imkansızdı. Üzerinde ki bu ağır yük ile yıllar geçirmiş biriydi o. Zamanın durdurulamaz zerreleri hızlanır casına akıp giderken daima yitirmiş olduğu ailesi aklına gelirdi. İlerlediği düzlük yol üzerinde fazla bir şey yoktu. Sıcağı içinde barındırmayı öğrenmiş bir toprak parçası, ara ara  katlanmış sanki nefes almaya çalışıyor gibi. Her bir yanını rengi sarıya alacalı çimler sarmış, oyuklarından küçük difter salkımları çıkmış, esen rüzgar ile kendilerini denize doğru çevirmiş ufku izler gibi duruyorlar. Burada ki sadeliğin ve berraklığın dışında yıkık ve harap duruma gelmiş 2 ev bulunuyor. Evlerin kenarında küçük trabzanlar. Artık öyle alışmış ki Aldar bu sahneye belirli bir zaman sonra bakmayı kesmiş sadece dinler olmuştu. Eskimiş ve yanmış boyaları hala üzerinde duran küçük trabzanlar. Güneşin sert ışıkları altında parlayan yıpranmış vernik tortusu, kum tanelerini arasına almış yavaş ve dingin bir şekilde hafif bir rüzgar esintisiyle kurtulmaya çalışıyormuş gibi duruyordu öylece. Bu evlerin hikayesi Aldar'ın çocukluğuna kadar uzanıyordu, hayatının geri kalanını bıraktığı ve bunu o yaşlarda anlamlandırmasının zor olduğu ana kadar.  "Hayat her zaman kendini onarmayı biliyor fakat insanlar bundan ders çıkarmayı bilmediği sürece hep yalnız kalmaya mahkum olacak"  Aldar'ın kendine tekrarladığı sözlerden biriydi bu. Burada ki harap olmuş evleri gördükçe çoğu zaman kendine mırıldanıyordu. Evlerin her bir tarafını saran sarmaşıklar dış tahtaları kapatacak şekilde büyümüştü. Hatta bir evin çatısı bundan dolayı tamamen kaplıydı ve artık bu yükü kaldıramayacak duruma gelmişti. Ön taraftaki evin penceresinden içeriye düşen küçük ışık hüzmesi evin bükülmüş kapı aralığından görülüyordu. Toz ve ışığın beraber dans ettiği bu anı  ölümsüzleştirmek o kadar da zor değildi. Zor olan tek şey bunun gerçek olup olmadığını kabullenmekti.

                 Aldar sahile yakın yerde ektiği bazı meyveleri kontrol etmek için patikanın aşağısına indi. Patikanın aşağısına inmek patikanın yukarısından göründüğü kadar kolay değildi. Yer yer sert kayalar ve bu kayaların arasında az da olsa zehirli bitkiler bulunuyordu. Bu kayaların uç kısımları insan derisine bir jilet keskinliğinde yaralar açabilecek durumdaydı. Aldar bunu biliyordu fakat burada ki kayaların yerini değiştirmek istemiyordu. Çünkü o doğanın gerçek bir davranış örneği gösterdiğini biliyordu, bunun farkındalığı çok eskilere dayanıyor du. Bu ona babasından bir öğüt olarak kalmıştı. Yaşadığımız çevrenin gerçek hakiminin her zaman doğa olduğunu, bunu değiştirmenin zaman içinde bir farklılık yaratmayacağını ve bu evrenin zerre derecesini dolduramayacak olan insan hayatının emsal olan yegane rüyasının hiçbir zaman fark edilemeyeceğini. Burası sahil kumu ile toprağın ayrımının olduğu yer idi. Sahil ile toprak arasında yaklaşık 1 metrelik bir mesafe vardı. Yıllar içerisinde oluşan gelgitler yüzünden bu fark oluşmuştu. Bu gelgitlerin getirdiği çoğu deniz bitkisi ve kayalar kumsala hatta toprağın bu kısmına boylu boyunca yayılmıştı. Yetiştirdiği meyveler denizden arıttığı suyun bir kısmı ile belirli zaman dilimlerinde sulanmakta idi. Bazı meyveleri böcekler sarmıştı. Yılın bu zamanında son derece doğal bir şeydi. Çoğu meyve olgunlaşmıştı ve toplanmaya hazırdı. Aldar'ın yarın sabah ki ilk işi bu olgunlaşan meyveleri toplamak olacaktı. Bitkinin büyüyüp yücelmesi için toprağının iyi derecede hava alması gerekiyordu. Bu yüzden yer yer toprağı elleriyle eşeleyerek şekil veriyordu. Meyvelerin dibinde biten küçük otları yoluyordu. Az ilerde yetiştirdiği tütünler bulunuyordu. Onlar doğal bir haznenin içerisinde idi. Bu kadar denize yakın bir yerde yetiştirilmesinin başka yolu yoktu. Daha yeni ekim yapmıştı. Meyve dallarından ilk birkaçının filizinin daha yeni çıktığı görülüyordu. Filizler öyle güzeldi ki güneşin ışığı yaprağının içinden süzülüyordu ve toprağa kendini savunmasızca bırakıyordu. Eğilmiş küçük yaprağın üzerindeki su tanesi ile toprak arasında bir çeşit savaş gerçekleşiyor du, toprağın eninde sonunda kazanacağı bir savaş.  Aldar işi bitince iki elini birbirine sürterek çamurlu toprağı elinden çıkarmaya başladı ardından temiz suyun altında ellerini yıkadı. Islak kalmış elleri ile omuzlarına kadar uzamış açık renkteki saçlarına hafifçe dokundu ve şekil verdi. Aldar'ın saçları gerçekten çok güzeldi. Çoğu kızın hayali olan saçlar tanrının bir hediyesidir Aldar'a. Tabi ki bu Aldar'ın pek umrunda olmamıştır. Suyun verdiği o rahatlatıcı duyguyu daha yakından hissetmek için bunu hep yapardı. Denizden esen yıldız rüzgarının suyun insana verdiği o serinletici doygunluğa ulaşmasını kolaylaştıracak bir aracı olduğunu biliyordu. Tekrar patikaya doğru yöneldi, gün batımına yaklaşık olarak  güneşin konumunu hesaba katarsak bir buçuk saat vardı. Aldar'ın günün en sevdiği ve en huzurlu olduğu zaman ve mekan boyutu buydu. Patikadan toprak yola çıktı sivri kayaların kenarlarından geçerek. Kumsala inmek için küçük bir merdiven yapmıştı. Bazı gecelerde ay bulutlar tarafından uzun süreler örtülü kalabiliyordu. Bu yüzden Aldar hem merdivenin basamaklarının köşe altlarına hem de sahilde belli bölgelere fosforlu ışıklar yerleştirmişti. Her ne kadar ay bulutlar tarafından örtülse bile güneşten aldığı o muazzam enerjisini dünyaya vermekten hiç vazgeçmiyordu tıpkı annenin evladına verdiği karşılıksız sevgi gibi. Aldar için annesi ayrı bir insandı. En zorlu günlerinde hayatın elverdiği kadar annesi hep yanında olmuştu ve hayatının sonuna kadar ona destek olmuştu. Aldar annesinin ruhunun bir parçasının hep yanında olduğunu hissediyordu. Yavaş bir şekilde merdivenin basamaklarından indi. Bugün ayakkabılarını giymemişti, çoğu zamanda giymezdi. Havanın yağmurlu olduğu zamanlarda çıkıp sahilde çıplak ayakları ve şortuyla koşmayı severdi. Çünkü bu onu rahatlatıyordu, özgür olduğu hissini veriyordu. Merdivenin en alt basamağının çatlamış olduğunu gördü. Yağmurdan yeterince ıslanıp güneşin yakıcı ışınları ile harmanlanan tahtanın bu hale gelmesi normaldi. Aldar,  vernik veya boya kullanmamıştı merdivenleri çaktıktan sonra. Zaten boya ve verniği oldu olası sevmemiştir. Küçükken babası ev boyama işini abisi İlter ve Aldar'a vermişti. Aldar bu duruma çok heyecanlanmıştı yüzünden mutluluğunu okuyabiliyordu abisi İlter. Kafasına bir sevimli şaplak atıp küçük bir gülümseme çakarak "Haydi bakalım boyayalım şu tahtaları" demişti abisi. El arabasını duvarın kenarına bırakıp koşarak, boya fırçalarını hemen kapmıştı ve boyanın kapağını hızlıca açmıştı. Açmıştı fakat bu kadar aceleci olmaması gerektiğini bir an için anlayamamıştı. O anda elinde ki boya kutusu yüzüne boca oldu. Abisi hemen yüzünü yıkasa da gözlerinde ki yanık ve sulanma iki ay boyunca geçmemişti. Aldar o zamandan beri boyayı pek sevmezdi. Kokusuda ayrı bir kötüydü zaten. Boya olmadan tahtanın bazı bölümlerinde de çatlaklar oluşması gayet doğal bir durumdu. Çatlayan bölgenin altına küçük bir yama yapması yeterli olacaktır diye düşündü Aldar.    

             

ÖtesiWhere stories live. Discover now