İLK NAMAZ

2.5K 60 14
                                    

Kânunusani 1320 (1 Aralık 1320) 

Ah, bu sabah çok soğuktu! Yatağımın sıcaklığından çıktığım zaman, çılgın fırtınalarla bağırarak, tehditkâr rüzgârlarla camları döverek geçen gecenin bütün ayazını yemiş olan soğuk terliklere çıplak ayaklarımı sokunca, içimde geceden kalan bir üşümenin titrediğini hissettim. Hizmetçim hala uyuyordu. Onu bu feci soğukta sıcak yatağından kaldırmaya acıdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın yırtıcı soğukları yüzüme ve ellerime çarptılar. Bu acımasız tokatların altında kollarımı sıvayarak abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık, bir teselli gibi havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma dokunuyordu. 

Henüz gün ışımamıştı. Sabah aydınlığının donuk, kırmızı sessizliği; gecenin soğuk, karanlık perdesini parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, ayağımın altında duran bütün evler, sonsuz bir uykunun kâbuslarını tamamlıyor gibi mat ve cansız duruyorlardı. Deniz,sınırsız, mat bir lacivertlikle uyuyor ve tan vaktinin sona eren gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla sonsuz bir sınır çiziyordu. 

Evlerin arasında fakir ve önemsiz ama manevi bir şekilde gökyüzüne doğru yükselen Eski Cami'nin küçük ve yaşlı minaresi hala boştu. Sonra... Bu sonsuz dakikada, o sona eren gecede, sincap rengi karanlıklar, kızıl bir saydamlıkla akarken minarenin şerefesinde genç müezzinin cılız bedeni hareket etti. Ben hırkama sımsıkı sarıldım. Soğuktan büzüşmüş ve düşünceli, bu bezmiş evrenin karanlığına karşı unutulmaz tanrısal sesleniş hatırası gibi derinden gelen ve Tanrı korkusuyla ruhumu titreten ezanı dinlerken on beş yıl önce... 

Şimdi teselli gücünden son derece uzak kaldığım annem, dünyada en çok ve taparcasına sevdiğim tek insan, bu muhterem insan, şimdi hatırlıyorum da, on beş yıl önce beni ilk sabah namazına kaldırmıştı. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken sıcak bir öpücük gibi alnımı okşayan nazik, ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak: 

"Haydi Ömer'ciğim, kalk", demişti. "Kalk haydi yavrucuğum!" 

Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük çalışma masamın üzerinde yanan küçük gece kandili -ah,bunu unutamam, bu bir kedi kafasıydı, iki pencereli olan odamın beyaz, muşamba perdelerinin rengini aydınlatıyor ve yeşil cam gibi parlak gözleriyle bakıyordu. 

"Ama anneciğim, daha gece", demiştim. 

Her zaman öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan tekrar öperek: 

"Yok yavrucuğum, saat on iki, sonra vakit geçer..." diye beni kolumdan tutarak kaldırdı. 

İçi yünlü küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla ovuşturarak onu izledim. Karanlık sofadan bir anda geçip, onun odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu: 

"Aa! Pervin de kalkmış..." 

Pervin -bizim hizmetçimiz- elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Onun kalkacağını hiç düşünmezdim. Annem demişti ki: 

"Pervin her sabah kalkar." 

Ben hiç kalkmadığım halde onun her sabah kalkmasına şaşırırdım. Hırkamı çıkarıp kollarımı sıvadılar. Abdest leğeninin yanına çöktüm. Anneciğim: 

"Öyle yorulursun", diye küçük bir sandalyeyi altıma koydu, ona oturdum: 

"Haydi besmele çek!"Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem başucumda. 

KaşağıDonde viven las historias. Descúbrelo ahora