Bölüm 1 -Aaliyah-

8 0 0
                                    

Alnımdan sular akıyordu, en azından bunu hissedebiliyordum.  Korkuyordum hemde çok, kendim için değil Shaina' ya bir şey olabileceği için. Etrafta hiç bir delil bırakmadan ayrılmıştım kampüsten. Yapabileceğim en hızlı şekilde koşmuştum, denemiştim. 

Boynum hala ağrıyordu, kanıyor muydu bilmiyordum fakat çok acıyordu. Hareket edemiyordum, edebilseydim bile kaçamazdım. Hissedebildiğim tek şey boynumdaki yavaş yavaş kaybolmaya başlayan acıydı. Ve bir süre sonra felç olmuştum, zehir tamamen etki etmişti. Tek yapabildiğim şey görmekti, o anki tek kabiliyetim. Etrafımda toplanmaya başlayanları görüyordum, bazıları insan olmayan, hayır hatta tamamı insan olmayan kişiler. Bir insanın bedeninde yaşayan varlıklar, acıyı hissetmeyen, sevgiyi, aşkı, kısacası hiç bir şeyi hissedemeyen varlıklar. Onlardan birisi olamazdım, istemiyordum. Öyle olmak yerine ölmek daha iyiydi. 

Sonra o yüzü gördüm, kitaplardaki o yüzü, herkesin anlattığı, hayretle baktığı o yüzü. Hayatımda ikinci defa görüyordum onu. Trisa'nın yüce başkanı, barbar bir varlık.

 İlk o gelmişti buraya, gezegenimizi, Trisa'yı ilk o mahvetmişti. Asırlardır hüküm ediyordu burada. Hala geldiği gibi gençti. Buraya her şeyi yok etmeye gelmişti, bizi biz yapan her şeyi. Sonra yandaşları geldi, katlettiler burayı, insanları yok ettiler, güzel olan her şeyi. Yükselmeyi kabul etmeyen herkesi kapsüllerle yolladılar. Evleri teker teker dolaştılar, her ay kontrol yaptılar, yükselmeyen birisi kalmış mı diye. Kendilerine Evolhominus diyorlardı. "Gelişmişler".

Ben ve ailem saklanabilmiştik. 18 yıl boyunca, kendimi bildim bileli saklanıyordum ben.

Ağlıyordum, yanaklarımda hissedemediğim göz yaşlarıyla. Bana ne yapacaklardı? Yaşayabilecek miydim? Kendimi ölüme hazırlıyordum resmen. Sevdiğim herkesi kaybetmiştim, annemi kaybetmiştim, babamı kaybetmiştim. Sadece Shaina kalmıştı ve artık babam olmayan adam.  Annemle babamı aldıklarında küçüktüm, bazı şeyleri anlayabilecek fakat kaldıramayacak kadar küçüktüm. İlk annemi almışlardı, sonra babamı. Fakat geri gelen kişi babam olmuştu.

İkinci defa duvarın içindeydim. Her geldiğimde birini kaybetmiştim. İlk seferinde annem ve babamı, şimdi ise Shaina'yı kaybediyordum. 

Karanlık koridorlardan geçiyordum. Ayakkabılarım yere sürtünüyorlardı. Yanımda dört gardiyan vardı, ikisi beni tutuyor diğer ikisi ise önümüzde yol alıyordu. Sayısızca kapıdan geçtik. Nereye gittiğimi bilmem gerekiyordu, Shaina'yı anca böyle bulabilirdim. 

Uyanık kalmalıydım. Bilincim açık olmalıydı. 

Gözlerimi daha fazla açık tutamıyordum. Ve sonra tamamen karanlığa büründüm.

"Çok güzel gözüküyor değil mi?" diye soruyordum annemin yanına uzanmışken. "Evet, harika gözüküyor." dedi. Beraber Trisanın yörüngesinde bulunan Beşinci Ay'a bakıyorduk, Kırmızı Ay'a, Octonion'a. En güzel ay oydu. Kırmızı ışığını her yere salıyordu. "Güzel olduğu kadar tehlikeli ama. Eğer o kırmızı ışığın altında kalırsak yanarız. Bunları seni korumak için söylüyorum. Korkmana gerek yok, seni her zaman koruruz, ama seninde kendini koruman gerek." 

Beraber birkaç kilometre ötede bulunan kırmızı ışına bakıyorduk. Octonionun ölümcül ışığıydı o. Işına şuana kadar girip de çıkan olmamıştı, içini göremiyorduk, sadece kırmızı, Trisaya kadar uzanan bir ışındı. 

Diğer Aylar Octonion'un tersine daha barışcıllardı. Birinci Ay, Epsilon yani Yeşil Ay hayat veren aydı. İkinci Ay, Theta; Mavi ay zamanı korurdu. Üçüncü Ay, Zeta; Kara ay ölülerimizi alırdı. Ve dördüncü ay Alpha, Sarı Ay  ısıtırdı bizi. Yaşam böyleydi Trisa'da, kendi başına yaşayamayan gezegende, hep o dört aya ihtiyaç duyan yerde. Beşinci Ay her zaman işe yaramaz görülmüştür. Belkide ardında yatan sırrı kimse bilmediği için böyleydi Octonion, herkes korkuyordu ondan. 

Beraber turuncu gökyüzüne bakıyorduk. Octonion'a doğru gönderilen, yanan kapsülleri seyrediyorduk.

Kendime geldiğimde çok geçti. Boş ve karanlık bir odadaydım. Benden başka kimse yoktu. Ümitsizce etrafıma bakıyordum, gözlerim keskin bir şey arıyordu. Ellerimi oturduğum sandalyeye bağlamışlardı, çabuk davranıp kesmeliydim ipleri, kimse beni fark etmeden kaçmalıydım.

Kapı açıldığında gözlerimi çevirmek zorunda kalmıştım, ışığa daha alışamamıştım. İçeri gelen Başkandı. Frederick Ealdwine, Trisa'yı mahveden kişi. Elleri arkasında bana doğru yürüyordu. 

"Demek 18 yıldır saklanıyorsun, bu rekor bir sayı tabi aileni saymazsak." 

Sandalyemden kalkmaya çalışıyordum, adamın yüzüne tükürmek için, bana bakan o iğrenç yaratığa.

"Daha fazla kıpırdarsan ellerini kaybedersin. Neyse, asıl soruya geleyim; senin gibi saklanan kaç kişi var?"

Cevap veremezdim. Sustum, sadece gözlerinin içine bakıyordum.

"Duvarın arkasında nasıl 18 yıl yaşadığını merak ediyorum doğrusu.  Beş yıl boyunca da tek başına kalmışsın. Bunu asla yalnız başaramazsın."

Başımı eğmiş ayakkabılarıma bakıyordum. Birisinin önü yırtılmıştı, çıplak ayağım görünüyordu.

"Peki, sonuçta yükselince, bizden biri olunca gerçekleri duyacağım."

"Ölürüm daha iyi." 

Kendimi tutamamıştım. Çok gerilmiştim, sesimdeki korkuyu fark etmesin diye dua ediyordum. kendi rızam olmadan yükselemezdim, ve kabul etmek gibi bir niyetimde yoktu.

Gözlerimin içine bakıp sinsi sinsi gülüyordu.

"Biliyor musun, annende böyle yapmıştı, ona sorduğumda da aynı cevabı vermişti. Ne yazık ki senide Octonion'a göndermek zorunda kalacağız."

Octonion kelimesini duyduğumda içim ürpermişti. Korkuyordum. Ağlayacaktım. Çocukluğumda  hayran olduğum yere ölüme gönderilecektim, tıpkı annem gibi. O kapsüllerden birine binecektim. Shaina'ya veda edemeden.


You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: Aug 24, 2019 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

OctonionWhere stories live. Discover now