HIRSIZ JOHN (1)

554 28 0
                                    

Babam daima, bir gün büyük bir şeyler yapacağımı söylerdi. "İçimde bir his var, John Osbourne," derdi birkaç biranın ardından, "ya çok özel bir şey yapacaksın ya da hapse gireceksin."

İhtiyar haklı çıktı. On sekizinci yaş günümden önce hapisteydim.

Hırsızlık; beni içeri atma sebepleri buydu. Ya da iddianamede geçtiği gibi, "Haneye tecavüz ve 25 sterlin değerinde mal hırsızlığı". Bugünkü parayla yaklaşık üç yüz sterlin. Aslına bakılırsa tam olarak Büyük Tren Soygunu sayılmazdı. Ben berbat bir hırsızdım. Aynı işi tekrar tekrar yapıyordum. Aston' daki evimizin arka caddesindeki Sarah Clarke's isimli giyim mağazasını gözüme kestirmiştim. İlk hırsızlığımda aşırdığım elbise askılarındaki kıyafetleri barda satabileceğimi düşündüm. Ama yanıma el feneri almamıştım ve yürüttüğüm şeylerin bebek önlüğü ve çocuk çamaşırı olduğu ortaya çıktı.

Oldu olacak, çocuk kakası satmaya da çalışabilirdim.

Bu yüzden geri döndüm. Bu sefer 24 inç televizyon yürüttüm. Fakat lanet olası şey taşıyamayacağım kadar ağırdı; arkadaki duvardan tırmanırken düştüm, televizyon da göğsümün üzerine düştü ve bir saat boyunca yerimden kıpırdayamadım. Orada, o ısırgan otuyla dolu hendeğin içinde ahmaklığıma yanarak öylece yattım. Uyuşturucu kullanmış Bay Magoo gibi hissediyordum kendimi; aslında öyleydim de. En sonunda televizyonu üzerimden atabildim, ama onu orada bırakmak zorunda kaldım.

Üçüncü denememde birkaç tişört yürütmeyi başardım. Hatta tam bir profesyonel gibi eldiven giyme fikri bile gelmişti aklıma. Tek sorun, eldivenlerden birinin başparmağının eksik olmasıydı; mağazanın her yerine mükemmel parmak izleri bırakmıştım. Polisler birkaç gün sonra eve geldiler ve eldivenimle çalıntı mal stoğumu buldular. "Başparmağı olmayan eldiven ha?" dedi aynasızlardan biri kelepçeleri takarken. "Pek öyle Einstein sayılmayız, değil mi?"

Bir hafta sonra mahkemeye çıktım ve hâkim bana kırk sterlin para cezası verdi. Bu, hayatım boyunca elime geçen paradan daha fazlaydı. Banka soymadıkça bu tutarı ödememe olanak yoktu... ya da babamdan borç almadıkça. Ama ihtiyar bana yardım etmeyecekti. "Ben paramı alın terimle kazanıyorum," dedi. "Sana neden para verecekmişim? Senin esaslı bir derse ihtiyacın var."

"Ama baba..."

"Kendi iyiliğin için, evlat."

Tartışmanın sonu.

Hâkim "ödenmemiş para cezası" için beni üç aylığına Winson Green Hapishanesine gönderdi.

Dürüst olmak gerekirse, hapse gireceğim söylendiğinde neredeyse altıma yapıyordum. Winson Green, 1849 yılında inşa edilmiş, Viktorya tarzı binası olan eski bir hapishaneydi. Gardiyanı olacak şerefsizlerin kötü namı almış yürümüştü. Aslında ülkenin hapishaneler genel müfettişi, daha sonra Winson Green'in, gördüğü en şiddet dolu, en pis, en kanunsuz delik olduğunu açıklamıştı. Babama cezamı ödemesi için yalvardım, ama o içeri girmemin aklımı başıma getireceğini söyleyip durdu.

Suç işleyen birçok çocuk gibi, arkadaşlarım tarafından kabul görmek istemiştim. Kötü adam olmanın havalı bir şey olacağını düşünüyordum, bu yüzden kötü adam olmaya çalıştım. Ama Winson Green'e girince aklım başıma geldi. Girişte kalbim o kadar gümbürdüyor, o kadar hızlı çarpıyordu ki göğsümden fırlayıp beton zemine düşeceğini sandım. Gardiyanlar ceplerimi boşalttılar; ne var ne yok her şeyimi, -cüzdanımı, anahtarlarımı ve sigaramı- plastik bir torbaya koyup uzun, dalgalı, kahverengi saçlarımla bir güzel dalga geçtiler.

"H Bloku'ndaki çocuklar seni çok sevecek," diye fısıldadı bir tanesi bana. "Duşların tadını çıkar, tatlı şey."

Neden bahsettiği hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.

Ben OzzyHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin