Bölüm 11: Yolcu Nehirler

En başından başla
                                    

Karşısındaki ciddiyetten ürkmüşken son duyduğu hoşuna gidince yeni bir kahkaha doğurdu. Birlikte –üstelik karşı karşıya ve göz göze- gülmenin, kırıntıları fırına dönüştüren gücünü, sevgisinden tüten ekmek kokusuyla tanıdı. Cahit tabii ekmek kokmuyordu ama onunla karşılaştığı günden beri esintisi bu denli ayırt edilebilir olmamıştı.

Uzun gülüşlerin yavaş yavaş solmasının, solup sessizliğe gömülmesinin, sessizliklerden sonra söylenen puslu cümlelerin muhakkak derin, büyülü anlamları vardı. "Bu sabah rüya gördün mü?" dedi ellerini Zühre'nin kollarından çekerken.

Soruya gayet gündelikmişçesine muamele edip şaşırmadan cevapladı. "Doğru düzgün uyuyamadığım için görmedim sanırım. Bir ara hayal meyal bir şey gördüğümü hatırlıyorum, büyük ihtimalle rüya değildi."

"Nasıl, bir şeyler gördün ama rüya değildi, öyle mi?"

Başıyla onayladı. Bahçesindeki güller bir kat daha açtı, neyse ki soğuk hava önceden renk vermişti de hissi pek belli olmadı. "Hiç yaşamadın mı? Uyanıyorsun, o sırada aklında ne varsa yeniden uyurken rüyalardan daha gerçek hâlde onu görüyorsun, anlamıyorsun gerçek olmadığını." Anlatırken yanlış bir yola sapmış hissedince, bir iki dakika daha kaybetse şehir batacakmış gibi aceleyle saatine baktı. "Benim gitmem gerek."

Cahit Ekrem anladı, labirentlerde kaybolsa bile çözdü bulmacayı, her hâlükârda çözerdi. Yine de kalemini oynatmadı. Kutucuklara gelecek harfleri, yerine yerleştirmektense şimdilik yalnızca bilmek yetiyordu, böylesi de güzeldi. "Neyle gideceksin?"

Bir şey göremeyeceğini bilerek arka tarafa baktı. "Taksi bekleyecekti, onunla."

"Vaktin olsaydı ıhlamur kaynatıp getirirdim, böyle ayıp oldu."

"Olur mu hiç? Afiyet olsun sana." Geri geri birkaç adım atıp uzaklaştı. "Umarım işe yararlar." Son bir tebessümle, geldiği yola dönüp yürümeye koyuldu. Ne bekleyen bir taksi vardı ne de acelesi. Gece uyandığı esnada hayalindeyse Cahit'ten başkası yoktu, mayhoşlukla uykuya yeniden daldığında rüyasında Cahit'i görmüştü fakat gördüğü beden, dokunduğu ruh gerçeğe yakındı. Rüyalar düşüncelerin, isteklerin, arzuların yuvasıydı, buna rağmen kendinden emin biçimde buraya gelmesini rüyası sağlamamıştı; gerçekleşen, hayatın bir aldatmacası da olsa sorumlu, aldanmaya iten keskin hisleriydi. Anlıyordu ruhu yenilemeye çalışıp durmanın anlamsızlığını; zamanı gelince kabuk zaten kendiliğinden düşüyordu. Bazı kabukları gerisinde bırakmıştı, gerçek bir sorumluluğa sarılmaya, suya atlamaya hazırdı. Rüyası nasıl ki sonlansa dahi hatırında var olmaya devam edecekse bugünkü buluşmaları da bir nefes alış kısalığına aldırmadan sürdürecekti varlığını. Varmadan önce yolda olmak, yürümek, adımlarını dinlemek daha keyifliydi; vaktin ve varılacak yerin kıymeti insana usul usul işlenirdi. Yürüdü, yürüdü...

Zaman; üstündü birçok şeyden, kapsıyordu çoğu şeyi, zamansız bir anın içindeyken bile sarıyordu her bir yanı. Herkese giysisini kendi elleriyle ve uygun gördüğünde dikiyor, armağan ediyordu. Üşüdüğünü söyleyip bir an önce giyinmek, üzerindekini sıcaklayıp çıkarmak ya da beğenmeyip değiştirmek isteyenlerin diretmeleri boşa çıkardı. Hoş, bazen kimilerine iğneyi batırırdı, bunu hak ederlerdi.

Sessizlik de bir sestir ki bilirsin, biz çok kez kulaklarımızı kabartırız birbirimize.

Yere ne ara koyduğunu hatırlamadığı poşeti tutup kaldırdı, Zühre gözden kaybolana dek hareketsiz kaldı, rüzgârı kesilmiş bir ağaç gibi, yaprakları kaskatı, öylece. Duymaya başladığı siren sesleri, Zühre'nin her adımında daha sağır edici bir hâl alırken kulaklarını kapatmadı, anlamsız ses derinden geliyordu, derinden de derinden. İçindeki durgun deniz, büyük bir taşı yemişti de dalga dalga sarsılıyordu. Dalgalar karalara vurdukça depremler oldu. Zihninin dizi önündeki sehpaya çarpınca, odasının lambası sağa sola savrulunca sirenlerin niçin çaldığı anlaşıldı. Yeryüzündekilerden korkmazdı kendi içinde kopan depremlerden korktuğu kadar.

Rüzgârınla KalHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin