Balkonlarının arasındaki müphem yol nehre dönüşmüştü, o nehrin karşılıklı kıyılarında tek başlarına duruyorlardı. Bir cesaret parıltısı bekliyorlardı gülümseyip aynı anda atlamak, belki el ele tutuşabilmek için. Bir nehir, akıp gidiyordu ama onları onlara götürmeyi, onları onlarla tutuşturmayı arzuluyordu.

"Şifayı kapmışsın, fena hâldesin." dedi zamanın demir attığı anı bozarak.

Cahit konuşabilmek için kibarca boğazını temizledi. Şaşkınlığına rağmen sakinliğini koruyordu. Omuz silkti. "Öyle oldu." Bir müddet sessiz kaldı, elinde poşetle yaklaşan Zühre de konuşmuyordu. "Nereden haberin oldu bilmiyorum ama çorba için teşekkür ederim."

"O gece hasta olacağın belliydi."

Ciğerlerinde bir titreme hissetti. "Evi nasıl buldun?"

Hinlik dolu ifadeyle evi izledi. Önce çatısına baktı, balkonuna, boyasının yıprandığı yerlere, pencerelerine... Koyu koyu gözleri yorulmuş ev, yalnızlığıyla gövde gösterisi yapıyordu. "Çok güzel, çok beğendim. Eski görünüyor ama eskidikçe güzelleşmiş bence."

Afallayan Cahit Ekrem birkaç saniyenin ardından elini yüzüne götürerek güldü. "Sen gerçekten buradasın, bu lafını da gerçekten duydum değil mi?"

"Maalesef." derken yanakları al al olmuştu, Cahit'i güldürmek mutlu etmişti. "Buldum işte, bulurum ben."

Gülüşü durgunlaşırken sırrı keşfetti. "Ömer Abi... Yani olacak iş değil, haberim yokken arkamdan neler döndürüyorsunuz." Durgun gülüşüyle bile ağzı kulaklarındaydı, hâlinden memnundu.

Adresin yazılı olduğu kâğıdı iyice sıkıp cebine soktu. "Haber alamadığım için buraya geldim. Yoksa gelmeme gerek kalır mıydı? Arkandan iş çevirmiş değiliz." Cahit'ten bir cevap beklemedi. "Çorbayı beğendin mi?"

"Kendi çorbalarımdan sonra nasıl tatlı geldi, bitirmek istemedim."

"Hadi canım sen de!"

İkisinin de yanakları gül bahçesine dönmüştü, keza güllerin kokuları da dudaklarından burunlarına sızıyordu. Gözlerini bahçeden ayırmadan poşeti uzattı. Uyuşmuş parmaklar Cahit poşeti sorgulamadan alırken birbirine temas edince ürperdiler, soğuktan değil.

"Teşekkür ederim."

"Ihlamur var içinde, bolca kaynatman gerek. Küçük bir kavanoza bal koydum, kestane balı. Bir tatlı kaşığı atacaksın ağzına ama hemen yutma, boğazında biraz bekletmeye çalış yakana kadar. Limon attım yanlarına biraz da. Evde yarım zerdeçal paketi vardı, onu da koydum, balla karıştırıp yersin."

"Niye zahmet ettin, tümden aktarı atsaydın içine keşke."

"Poşete sığdırmaya çalıştım ama olmadı inan ki."

Bu andan sonra, hangisinin annesinin önce çağıracağını bilmediklerinden, sokağı sanki hiç terk etmeyeceklermiş gibi çocuk dilleriyle konuşup, şakalaşıp oyalandılar. Oyuncağını elinden ilk atan, oyunu bozup gerçekle yüzleşen, Zühre oldu.

"Hasta hasta neden odunlarla uğraşıyorsun?"

"Sobanın karnının doyması lazım."

Kararlılıkla baltaya yöneldi. "Ben yapayım."

"Zühre delirdin mi, o kadar hasta değilim, lütfen."

"Yapamayacağımı düşündüğünden mi? Senden güçlü kırarım."

Ufak çaplı itişme Cahit'in, Zühre'nin kollarından tutmasıyla duruldu. "Gerek yok, gerçekten hallederim. Yapabileceğini de biliyorum, koca aktarı kaldırmış insansın."

Rüzgârınla KalΌπου ζουν οι ιστορίες. Ανακάλυψε τώρα