(4.9)-Dördün buruk tebessümü

Start from the beginning
                                    

"Yalan söyleyerek mi yanımızda tutacağız peki onu?" diye sordu Cenk. "Er ya da geç amacının onları öldürmek olduğunu öğrenecektir."

"Bunu öğrendiği zaman düşünürüz." dedim umursamazca. Vicdanımı söküp atmamı isteyen, acımasızlığı öğütleyen oydu. Fakat şimdi çıkıp Poyraz'a karşı dürüst olmamı beklemesi de Cenk'in ne kadar dengesiz olduğunun kanıtıydı aslında. Dün, Poyraz her şeyi öğrenip bana bu sözü verdikten sonra hiçbir şey demeden mezarlıktan çıkıp eve gelmiş ve onu ailesinin öldürdüğü adamla baş başa bırakmıştım. Onun hiçbir suçunun olmadığını biliyordum ama bu elimde değildi. Poyraz'a baktıkça öfkeleniyor ve yüzleşsin istiyordum. Onun güvendiği insanların benim sığınağımı benden nasıl aldığını, bizi nasıl paramparça ettiklerini görsün istiyordum. Çünkü zerre vicdanı olan biri bu gördüklerine dayanamazdı ve biliyordum ki Poyraz kötü biri değildi. Vicdanı henüz kaybolmamıştı.

Savaş kolundaki saate baktı. "Ben çıksam iyi olacak, hastaneye gitmem gerek." Başımı salladım. Zaman ilerledikçe hayatlarımızda birçok şey değişmişti. Savaş artık bir hastanede görev alıyor ve uzmanlık sınavı için çalışıyordu. Müge de atanmıştı ve sezonun başında işe başlamıştı. Bir tek ben, ortalarda olmayan ben, tüm hayallerimi silip atarak iş hayatımı başlamadan bitirmiştim.

Savaş gittiğinde Cenk'in yanına attım kendimi. Savaş'a olanları anlattığımızda sert bir tepki beklemiştim açıkçası ama o hiçbir şey demeden bir süre yüzüme bakmış ardından da düşüncelere dalmıştı. Arkasından iş çevirmemin hoşuna gitmediğini biliyordum ama yüzüne baka baka bunları yapmak da benim kaldıramayacağım bir şeydi. Dizlerimi titreterek otururken düşüncelere daldım. Bu iş gittikçe arap saçına dönüşecekti.

Diğer sabah erkenden kalkıp bir şeyler atıştırarak kafamdaki soruyu Cenk'e sordum. "Toprak'ın öldüğü gece bir telefon gelmiş ona. Kime ait olduğunu bulma şansımız var mı?"

Cenk bir süre düşündü. "İki yol var," dedi sonra. "Telefonunu bir şekilde bana ulaştırırsan bulabilirim. Diğer seçenek daha riskli çünkü polis kayıtlarına ulaşmamız gerekir bu durumda."

Kaşlarımı çattım. "Arşive gidip belgeleri çalmaktan mı bahsediyorsun?"

Güldü. "Kaçıncı yüzyılda yaşıyorsun sen İdil? Bazı karakollarda artık bu işlem kalktı. Direkt bilgisayar üstünden kayıtları yapıyor adamlar."

Gözlerimi kısarak başımı salladım. "Bir karakolun bilgisayarına sızmak, pek akıl karı bir iş olmasa gerek."

"Değil," dedi. "Yakalandığın an, tek bir açıkta başın belaya girer." Omuz silkti. "Fakat işi eğlenceli yapan da bu risk."

"Yani girebilir misin?" Şaşkınca sorduğum soruyla başını salladı.

"Birkaç sihirli dokunuş yeterli olur. Yine de işimi sağlama almak için bir güne ihtiyacım var." Eliyle dağınık cihazları gösterdi. "Onları ayarlamak kolay değil."

Etraftaki dağınıklığa bakarken ona hak verdim. Cenk biraz kestireceğini söyleyerek koltuğa uzandığında ben de onu orada bırakıp dışarı çıktım. Bu sırada Savaş'ı aradım. "Alo, İdil?" diye yumuşak bir sesle konuştuğunda burnumu kırıştırdım.

"Savaş, müsait misin?"

Sorumla birlikte "Evet," dedi. "Moladaydım. Bir sıkıntı mı var?"

"Dün hakkında konuşmak istiyorum," dedim. Bu doğruydu çünkü Savaş ile aramıza soğukluk girmesini istemiyordum.

"Hastaneden çıkamam ama istersen sen buraya gel," dedi. "Bir veya bir buçuk saatimiz daha var."

O görmese de kafamı aşağı yukarı sallayarak "Tamam," dedim. "Yirmi dakikaya oradayım." Dediğim gibi yirmi dakika içinde hastaneye ulaştığımda Savaş'ı bahçedeki banklardan birinde otururken buldum. Üstünde doktor kıyafetleri vardı. Bu haliyle ister istemez gurur duydum. Yanına gidip oturduğumda başımdaki ağrı artmıştı. "Bana kızgınsın," diye fikir yürüttüm Savaş'ın sessizliğini özümsediğimde.

İkinci TekilWhere stories live. Discover now