2. Bölüm

3K 220 71
                                    

Bundan sonra bir bölüm daha yayınlayabilirim.
Kitap olarak kesin bir tarih veremem ama Bana Öyle Bakma kitabından sonra niyetimiz Kara Peçe'yi çıkarmak.
Halen yazım aşamasındayım. Kaç kitap olur, tek mi iki mi, bilmiyorum. Uzun bir kitap olacağını biliyorum.
Beni Kızıl Kardelen kadar içine çektiği için olay akışı yoğun, iki kardeşi de yazdığım için sayfalar yetersiz kalıyor.
Ama heyecanlı, aşk dolu, aynı zamanda yeni yeni yazmaya başladığım polisiye olaylarla dolu dizgin bir tarihi kurgu olacağını düşünüyorum.
Kızıl Kardelen'i de peşi sıra yeniden bastıracağım.
Onlara hak ettikleri değeri vereceğim inşaAllah.
Keyifle okuyun. Sabırla beklediğiniz için bu bölümler sadece size. İlaç gibi gelir umarım Kızıl Kardelen özleyen kalbinize....


Büyük bir gürültü ve insan selinin arasında ilerledi Efsa. Babasının mecburi toplantılarından biriydi. Eşler, kızlar, erkek çocuk anneleri ve keskin bakışlı yaşlı kadınlar… Kız arama merasimi diyordu genç kız bu toplantılara. Gösterişli ve renkli kıyafetler yumağı, Fransız dantelinden eldivenleri, hatta kimisinin son moda yelpazeleri havalanıyordu.
“Şu moda denen şeyden iğreniyorum.” dedi yanı başında, onunla yürüyen arkadaşına. Keskin, koyu kahve gözleriyle etrafı süzen Asya onunla aynı fikirdeymiş gibi burnunu buruşturdu. “Ve ter kokusuyla karışan Fransız parfümünden…”
“Ne ara bu kadar yabancılaştık?” diye sordu idealist arkadaşı. Bir aile büyüğü daha yollarına çıkmak üzereydi, Asya’nın kolunda ki elini sıkarak onu uyardı. Asya umarsızca konuşmaya devam etti. “Yaşlı kadınları hiç anlamıyorum. Annemin köyünde kadınlar toprak kokarken bile, hayatla mutlular. Buradakiler kafalarına baş ağrısıyla bir çaput bağlayıp, dedikodunun tadını çıkarıyorlar.”
“Haklısınız küçük hanım.” dedi Münevver Hanım, Asya’yı irkilterek. “Ama bizim uğraşacak ineklerimiz, tarlalarımız olmayınca, varlık içinde yokluklarla uğraşıyoruz. Kimde ne yoksa araştırıyor, özenle lafını ediyoruz.”
Asya kızararak mükemmel bir selamlamayla kadının önünde diz çöktü. O hiç sevmediği Fransız selamlaması… Çünkü ikisi de küçüklüğünden beri Fransız bir dadıyla ve Fransızca öğreten bir mektepte Hekimlik dersi almıştı. Adil değildi. Ama mecburiydi. Çünkü devletin idaresinin her yerine bulaşmışlardı. Eğitimde ellerini uzatmadıkları alan yoktu. Eğer iyi bir eğitim istiyorlarsa, yabancılaşmaya kucak açmak zorundalardı.
Efsa da kadını selamladı ve hekimlikleriyle ilgili bir dolu soruyu özenle yanıtladı. Bir Bey kızı olarak düzgün bir Türkçeyle, araya serpiştirilmiş Fransızca kelimelerin eşliğinde kadını büyüledi. Yanlarından ayrılmaları böylelikle kolaylaştı.
“Akşamı şerifleriniz hayır olsun güzel hanımlar.” dedi bilindik ukala bir ses. Asya yanından hızla uzaklaştırıldı. Ağabeyi dünkü çocuk gibi onu kolundan kavrayıp, kafasına bir buse kondurdu. Toplum içinde bu aykırı tavırları desteklemeyen Efsa gözlerini devirdi.
“Sizin de, şeref bulduk ağabey.” dedi Asya, hafifçe bir alayla. Sesi annesininki gibi kadife ve kalındı. Bir kadında takdir edilen bir özellikti. Sesiyle kendini dinletirdi.
Efe ağabeyi ona sırıtarak baktı. Efsa başka biri olsaydı onu yakışıklı bulabilirdi ama yıllarca yan yana büyüdükleri için her türlü sakarlığına ve aptallıklarına tanık olmuştu. Böylelikle ona ısınması için tüm yılları silmesi gerekirdi; ki böyle bir birleşmeyi hayal dahi edemiyordu.
Selim de onlara katıldı. En küçükleri Osman da onlara katıldı. Küçük kız kardeşlerini bir elden kuşattılar, ona sataşıyor ve çirkin olduğunu söylüyorlar, güzel kız kardeşlerini çileden çıkarıyorlardı. Safa ağabeyini gözledi. Onun yine bir köşede hararetle siyaset tartıştığına ve yakınında ki tüm dişileri büyülediğine emindi.
Ama aradığı sadece ağabeyi değildi. Ağabeyinin her daim yanında duran, kimseler tarafından kolayca fark edilmeyen o silik ama haşmetli siluet… Ah, işte oradaydı. Daha demin fark edilmediğini mi söylemişti genç kız? Koca bir aptal gibi düşünmüştü. Oda adeta sessizleşmiş ve onun gür adımlarını dinliyordu. Safa’ya doğru yürüyordu. Hafif kambur ve ona biraz büyük gelen gözlükleri, bol ve pejmürde kıyafetlerine rağmen ağabeyinden uzundu. Ağabeyinin uzun ve geniş omuzlu oluşu, bu adamı kamburuyla bile ufaltmıyordu.  Sahi, ne zaman böyle yürümeye başlamıştı? Gözleri ne zaman bozulmuş, o tatlı sesi ne zaman seyrekleşmişti? Aktif bir çocuktu. Duvarların üzerinde denge oyunları oynar, ona arsızca sataşırdı. Ağabeyiyle kılıç savaşı yapar, yenemediğinde daha da hırslanırdı.
Efsa hayal kırıklığıyla ne zaman bu adama dönüştüğünü anımsadı. Anne ve babası öldüğünde...
Kuzey… Onun kayıp çocukluğu. Sessiz ama yakışıklı, gizemli ve biraz sarsak… Kocaman bedenine inat sarsak... Güçlü omuzlarına inat beceriksiz… Kılıç dahi tutamayan, sadece aklıyla savaşan, Nam-ı Değer Kara Arslan Bey’in, danışman oğlu. Bir takma adı yoktu. Dikkat çeken tek özelliği aklıydı. Bu yüzden sessiz ve yazarak çalışan bir danışman olmuştu.
Fısıldamalar yankılandı. Herkes, ama herkes onu görmese de babasını halen görüyordu. Onda değil belki ama kırıntılarında. Omuzları en az o kadar genişmiş, mesela. Sesi en az o kadar gür. Ve gözleri… Gözleri onun kadar koyu ve hükmedici.
Efsa Kara Bey’i tam anımsayamıyordu ama oğluna bakarken Kardelen teyzesini, yani Kızıl Kardelen’i anlıyordu. Kara Bey’e tutulmak, uğurunda uçsuz bucaksız bir denizde boğulmak çok kolaydı. Kim böyle bir güce tutulmazdı?
“Şuna bak…” diye homurdandı arkasından gelen kısık ve tiz bir ses. Efsa aniden döndü ve kızıl çillerle kaplı yüzüyle oldukça sevimli bir o kadar büyüleyici teyzekızına baktı.
Mahinur. Kuzey’in kardeşi, Kardelen’in kızı, Kara Bey’in gözünden sakındığı… Anne ve babasının yokluğu Kuzey’den bir şeyler almıştı ama Mahinur’a çok şey katmıştı. Mesela dizginlenemez öfkesini. Dik başlılığını ve tıpkı kendi gibi inadını…
“Tahammül edemiyorum ona. Şu yürüyüşe bakar mısın? Neden o aptal ip ayakkabıları giymek zorunda ki?”
Efsa onun baktığı yöne bakarak sandalet adı verilen ayakkabılarıyla, ayaklarını sürüyerek yürüyen ve Safa ağabeyine sarılan genç adama baktı. Dostça bir kucaklaşma yaşadılar ve muhtemelen aralarında kimsenin bilmediği bir konuşma geçti. Safa’nın yüzü hafifçe seğirdi, Kuzey’in gölgeli suratında mimik dahi oynamıyordu. Efsa ağabeyini çözdüğü için şanslıydı.
“İzninizle.” dedi Asya ve onun erkek kardeşlerine. Hepsinin Sinan amcasının çenesini aldıkları düşünülürse, oradan bir an önce kurtulmazsa neler döndüğünü anlamayacaktı. Mahinur’u da beraberinde sürükledi.
“Nereye gidiyoruz?” dedi okka gibi burnunu kaldıran Mahinur. Solgun görünüyordu. Efsa onun bir derdi olduğuna emindi, ama kurcalamayacaktı. Mahinur kurcalandıkça kapanan bir kutu gibiydi. Efsa bir abla çabukluğuyla onu kolunun yanına aldı ve hırsla fısıldadı.
“Bana yancılık yap ve az konuş.”
Mahinur bir asker edasıyla kafasını salladı. Aklı olduğu için Efsa’yı asla sorgulamazdı. Sorgulanacak son insandı kendisi.
Adamlara yaklaştıklarında sessizlik oldu. Efsa o zaman yine bir densizlik ettiğini fark etti. Bazen erkek gibi davranmaya o kadar alışıyordu ki, sonuçlarını fark etmeden dikkatleri üzerine topluyordu.
Ağabeyi hemen yanlarına gelerek durumu toparladı, keza bir grup erkeğin içine iki kızın neden daldığını herkes sorgulayacaktı; ağabeyi onları yana çekti ve görüşlerden uzaklaştırdı. O ahmakta ağabeyinin arkasındaydı. Halen kafasını yere eğmiş, zekası kıt biriymiş gibi ayaklarını inceliyordu.
“Cidden artık babamla oturup konuşacağım, senin böyle dik başlı bir Bey kızı olmana nasıl izin veriyor aklım almıyor.”
“Çünkü bey babam en çok beni seviyor frère.” diye onu kışkırttı. Şu Fransızca kelimelerden nefret eden iki insan tanıyordu. İkisi de hemen karşısındaydı. Ahmak kafasını hafifçe kaldırarak dudaklarını gerdi. Ona laf atmasını umarak bekledi genç kız ama yeniden kız kardeşine dönerek fısıltıyla bir şeyler anlattı. Mahinur garip bir açıyla ona doğru eğiliyor, kızaran yüzüyle ve Efsa’ya eşit bir hararetle bir şeyler savunuyordu.
“Kız kardeşim. Şimdi bana düzgün bir lisanla derdini söyle ve rica ediyorum Mahinur’u beraberinde götürerek hanımlar matinasına git. Onlar gibi olabilmen için dünyaları ayaklarına sererim. Beni utandırmaktan ve kızdırmaktan vazgeç.”
Efsa omuz silkti. Etekleriyle oynuyormuş gibi yaptı, birazcık kırılmıştı ama bunu asla yüzüne yansıtmazdı. Ağabeyi onun aykırılıklarını hep sevmediğini belirtirdi, şimdi de bir farklılık yoktu.
“Bir takım duyumlar aldım…” dedi boğazını temizleyerek. “Bir adamla ilgili…” Şimdi iki adamın, hatta Mahinur’un bile dikkatini çekmişti. Hafifçe gülümsedi, böylelikle endişesini gizliyordu. “Merakımı mazur görün ağabey. Ama sizin de bildiğiniz gibi, Şehr-i İstanbul’da tehlikeli bir durum varsa bir hekim olarak benim de bilmeye hakkım var. Öyle değil mi?”
Ağabeyi delici yeşil gözlerini üzerine dikti. Bu bakışı çocukluğundan beri tanırdı, babasında da aynı bakış vardı. İçini deşmeye ve orada ne varsa görmeye çalışan bir bakış.
“Nereden işittiğini sormalı mıyım güzel kardeşim?”
Efsa naifçe gülümsedi ve gözlerini kırpıştırdı. “Hayır.”
Arkadan bir homurtu yükseldi. Efsa gözlerini keskin bir bıçak gibi ahmağın üzerine dikti. Adam ona bakmıyordu ama muhtemelen göz ucuyla süzülmesini görmüş ve dalga geçiyordu.
“Pejmürde.” diye homurdandı genç adama ve sanki daha demin arkadaşına hakaret etmemiş gibi ağabeyine döndü. “Bey ağabeyciğim. Bana söylemelisiniz. Siz. Siz söylemediğinizde nereden öğrenmeye çalışacağımı Allah bilir.”
Safa ağabeyi yeşil gözlerini kıstı ve dişlerinin arasından homurdandı. “Tamam, inatçı keçi! Tehlikeli bir durum değil. Sadece geceleri ortalıkta dolaşan bir gölgeden söz ediliyor. Kimliği belirsiz. Amacı da öyle… Sadece kapılara işaret koyduğu görülmüş.”
Efsa merakla dinlerken, aklına düşen o gözleri anımsadı. Kimselere söyleyememişti. Neden baygın yattığını ya da kilerde ne aradığını da… Bir hayvan gördüğünü ve bayıldığını düşünmüşlerdi. Adam onu nazik bir şekilde yatırmış ve başının altına yastık bile hazırlamıştı. Etrafta ne kan ne de dikiş atıldığına dair bir işaret vardı. O gün bedenini korkuyla yoklamıştı. Her yeri sağlamdı ve elbiselerinde hiç hırpalanma izi yoktu.
Adam yalan söylemişti. O bir hırsız ya da sapık değildi. Amacı neydi, genç kız çözememişti ama ona zarar vermemişti. İyi bir adam olmayabilirdi, ama büsbütün kötü biri de sayılmazdı. Şimdi gölgeden bahsedildiğini duyduğunda genç kızın kalbi göğsünde gümbürdedi. Kaç gecedir bu sefil hali yaşıyordu. Neden? Neden kimliği belirsiz bu adama böyle bir ilgi duyuyordu?
“Peki, Paşamızın bu durumdan haberi var mı?” diye sordu kısık bir sesle. “Önlemler alınıyor mu?”
Korkuyla düşündü. O adam yakalanırsa asılırdı. Garip bir an, yakalanmamasını umdu. Aklını yitiriyor olmalıydı.
“Siz bu müstehzi konular için kaygılanmayın sevgili kuzen.” diyen sesle genç kızın kemikleri titredi. Tüm salon susmuş gibiydi. Bardak sesleri, kısık kahkahalar hatta genç kızların Efsa hakkında yaptığı kırıcı yorumlar. Genç adamın gür, kemiklerini titreten sesi içinde yankılandı ama o “Kuzen” kelimesi öfkesini ona karşı yineledi.
Tatlılıkla gülümsedi yeniden, bu kendince ona hakaret etme tarzıydı. “Sizin aklınız kadar engin bilgilerim yok sevgili kuzen ama içgüdülerim o adamın tehlikeli biri olduğunu söylüyor.”
Genç adamın koyu mavi gözlerinde hafif bir ışık yandı, Efsa bunu hayal ettiğini sandı, çünkü aniden örtünmüş bir ifadeye bürünüp, aptal gözlüklerini burnundan geriye itti. Sahi, kaç numara gözlük takıyordu? Camlarının numaralı olduğundan şüpheliydi. Sırf akıllı gözükmek için böyle bir yola başvurabilir miydi?
Adam onun keskin gözlerinden gözlerini kaçırdı, ağabeyi ortamda ki gerginliği keser gibi homurdandı. “Rica edeceğim kız kardeşim. Bu mevzulara sen kafa yorma. Adamın ne kadar tehlikeli olduğu ne seni, ne de bizi ilgilendirir. Devletimiz ve kanunlarımız hakkından gelecektir. Ayrıca ben seni ve evimizi korurum.”
Askeri bir edayla omurlarını kabarttı Safa ağabeyi. Henüz bir subaydı. Hayali babası gibi yüzbaşı olmaktı, muhtemelen birkaç seneye bu mertebeye ulaşacaktı. İşinin ehli ve becerikli bir asker olmakla beraber, kızların gönlünü yakan iflah olmaz bir çapkındı. Babasını sık sık utandırırdı, kapısını aşındıran hafif kadınlar annelerinin çay saatlerini zehir ederdi. Ahu Hatun, yani güzeller güzeli anneleri oğlunu büyütmekte hata ettiği bir yer olduğunu düşünüyordu, çünkü babaları Alp Bey, annesini kendine eş diye “Kaçırana” dek hiçbir kadına yan gözle bakmamış, işinde ve imanlı bir askerdi.
Efsa, aslında ağabeyinin de kalben çok cömert ve sevgi dolu bir adam olduğunu biliyordu. Sadece cömert davranırken kadınlara daha sevgi doluydu.
Kıkırdamamak adına dudaklarını dişledi. Mahinur’a göz ucuyla baktığında o da kendisine aynı ifadeyle bakıyordu. Ama halen solgun…
“Bakın bakalım kimler burada toplanmış.” dedi canından çok sevdiği geveze amcası Bodur Sinan. Babacan bir tavırla bir elini Kuzey’in omzuna, öbürünü Safa ağabeyinin sırtına koydu. “Aslan parçalarım ve küçük sultanlar.”
Mahinur gözlerini devirdi. “Amcacım, küçük denilmek için fazla büyüğüz.”
“Siz benim gözümde daha ufacıksınız çilli.” dedi amcası Mahinur’u en sinir eden çocukluk lakabını söylerken. “Ayrıca deve kadar olsanız bile, amcanız olarak sizi pışpışlayarak seveceğim.”
Elini uzattı ve onun çenesini hafifçe çekiştirdi. Mahinur daha fazla kızgın kalamadı ve kıkırdayarak amcasına yaklaştı. “Eğer bana o güzel bıçaklarını gösterirsen, çilli de olurum çocuk da.” Dişsiz bir çocuk gibi sırıttı. Güzelliğiyle göz kamaştırdığının farkında değildi. Kendini sıradan bir kız sanıyordu. Efsa bile onu her gördüğünde afallıyordu. Tüm hatları kusursuz bir ustanın elinden çıkmış gibiydi, çillerinin onu çirkinleştirmesi gerekirdi. Adeta yüzünde kırmızı yakutlar gibi parıldıyorlar ve bembeyaz teniyle güzel bir tezat oluşturuyorlardı. Şimdi örtülü olan kızıl saçları aslında belinin aşağısına uzana upuzun ve parlak, kocaman bir kızıl şelale gibiydi. Efsa onlara hep gıptayla bakardı.  Kendi saçları basit bir sarıydı. Hafif bir uzunluğu vardı ve dümdüzdü.
O sırada neden gözlerinin önüne şu ahmağın çilleri ve koyu kızıl saçları gelmişti? Gözleri istemsizce saçların sahibine kaydı. Adı gibi soğuk ifadesi bomboş ve duygusuzdu. Hatta belki safça… Neden ondan bu kadar etkileniyordu? Bir kuzendi. Bir arkadaştı. Bir akrabaydı. Onun dışında hiçbir şeydi ama ona her baktığında... Efsa yutkunarak düşüncelerini kovdu. Ona sadece acıyordu. Koca Kara Arslan’ın çelimsiz oğlu. Aptal Kuzey.
Ortam bir anda kalabalıklaşmaya başladı. Babası tüm yakışıklılığıyla, yanına taktığı annesiyle yaklaştı. Annesi sevgiyle beline dokundu. Efsa, bazen onu bu şekilde işittiğini düşünürdü. Dokunarak… Annesi ona dokunur ve genç kız ne demek istediğini anlardı. Bildiği her şeyi Efsa’ya böyle öğretmişti. Genç kız annesi ve babası böyle insanlar olduğu için çok şanslıydı.
Duygu yüklü bir gece olacak gibiydi, Murat amcası Efe ve diğerleriyle beraber seslice kahkaha atıyordu. Kağan amcası uzakta bir köşede, küçük kızı Dilruba’yı yaralı olmayan ayağında oynatıyor ve ondan beklenilmeyecek bir tavırla gülümsüyordu. Kızı ve güzeller güzeli karısı söz konusu olduğunda, Çakı Kağan pamuk gibi yumuşuyordu.
Bahsini geçirdiği Aybüke Hatun tüm o asilliğiyle onlara yaklaştı. Mahinur’un avuçlarını tutarak ona tatlı dille bir şeyler anlattı. Elfida, hocası olan ve Sinan amcasının karısı arkadan annesinin beline kolunu doladı ve yanlarına yanaştı. Kocaman, geniş ve sımsıcak bir aile etrafını bir anda kuşattı. Onları bir araya getiren adamın yokluğunda… Onlara böyle sevmeyi öğreten kadının yokluğunda…
Efsa, tüm o kargaşada, kahkaha dolu ortamda yine gözleriyle onu aradı. Tüm başlar oradaydı. Sarı saçlar, kumral, esmer… Uzun boylu ağabeyi, onunla aynı boylarda Efe, hemen kıyısında amcaları ve küçük erkek kardeşleri… Ama o yoktu. Koyu kızıl saçlar yoktu.
Mahinur’a baktığında onun da hafifçe geride, kollarını beline sarmış duruyor olduğunu gördü. Gözleri verandadaydı.
Efsa bakışlarını takip ederek aradığı kızıl saçları buldu. Işığa uçan ateş böcekleri gibi aniden adımlamaya ve ona doğru gitmeye başladı. Tüm o karmaşa da kimse Efsa’yı fark etmedi. Misafirler bile bu koca ailenin şamatasını izliyor ve gülümsüyordu. Verandadan çıktı ve koca, mermer basamakların kıyısında gördüğü koca siluete doğru yaklaştı. Gece aydınlıktı. Adamın kızıl saçları gümüşi bir siyaha dönüşmüştü. Arkaya doğru attığı başı, gözlerinin barındırdığı tüm duyguları gizliyordu ama Efsa kendi acısıymış gibi onun acısını hissediyordu. Kuzey onları çok özlüyordu. Keşke onunla konuşsaydı… Eskisi gibi. Eskiden sadece Efsa’ya anlatırdı. Artık iki yabancı gibi birbirlerinden uzaktılar.
“Yıldızlar bu havada pek gözükmez…” dedi aniden. Adamı irkiltmek, gözlerinde ki hisleri görmek için. Ama adam yerinden oynamadı bile. Onun orada olduğunu biliyor muydu? Önsezileri kendininki kadar güçlü müydü? Çünkü Efsa da o odaya girdiğinde varlığını hemen duyumsuyordu.
“Onları seyretmiyorum.” dedi, hemen gözlüklerini düzeltti. Hafifçe burnunu çekti. Efsa kalbinin ezildiğini hissederek ona yaklaştı. Aralarında dedikodulara mahal vermeyecek bir mesafe bıraktı, balkonda konuşuyor olmaları bile skandaldı. Genelde kurallara uyan Efsa, bugün biraz esnetmekten zarar gelmeyeceğini düşünüyordu.
“Peki, o zaman boynunuzu mu dinlendiriyorsunuz Sevgili Kuzen.” dedi, inatçı bir tavırla. Adam iç çekti ve ona döndü. Mavi gözlerinde saklandığı her neyse çok fazlaydı. Efsa onlara bakamadı. Gözlerini kaçırdı, o da gökyüzüne baktı.
“Şimdi siz de mi yıldızları arıyorsun Kuzen?” diye ona laf attı genç adam. Sesi eskilerden izler taşıyordu; alaylı, esprili, kızıl saçlı ve çilli bir erkek çocuğunu.
Dudakları kıvrıldı ve burnunu kaldırdı. “Hayır, aklınızı arıyorum Mösyö.” Adamın yanında homurdandığını fark ederek daha çok sırıttı. Fransızca kelimelerinden nefret eden bir diğer kişi de oydu. Hatta ağabeyinden bile çok.
Sessizce durdular. Efsa, onun neden kaçtığını biliyordu ama bunu dillendirirse sanki aralarında ördükleri bir sınırı geçecek gibiydi. Bu sınırı ikisi kuvvetle, peş peşe örmüşlerdi. Zaman ve büyüdükçe edindikleri kalıplar da buna yardımcı olmuştu. Şimdi ne Efsa onu delmeye cesaret edebilir, ne de bu adam tenezzül ederdi. Sahi, duvarların ardı halen eskisi kadar parlak mıydı? Yoksa artık gri bir sisle mi sarmalanmıştı adamın bakışları gibi…
“Ne istiyorsun Efsa.” dedi bir anda. İlk kez ona adıyla seslenmişti. Muhtemelen kederiyle baş başa kalmak için öyle çaresizdi ki, genç kızın varlığına tahammül edemiyordu.
“Manzarayı izlemek için çıktım, yolumun üstündeydiniz.” Elbette onunla saygı çerçevesiyle konuşmaya devam etti, çünkü bu da bir diğer duvarıydı. Onunla samimi konuştuğunda kendini kaybediyor, kenar mahalle çocukları gibi hakaretler etmeye başlıyordu. İki sene öncesinden kalan anıyla yanakları kızardı. Ona, “Akıllı geçinen kibirli kambur.” demişti. Genç adam uzun uzun bakmış ve kendini savunacak tek kelime etmemişti.
Adam inanmamış gibi ona baktı, gözleri yandan bir kere buluştu ve hemen kaçırıverdi genç kız. Hafif kavisli burnu, yapılı çenesi ve delici gözleriyle ona birkaç adım yakın durmak pek akıllıca bir fikir değildi. Korkunç, aynı zamanda kalbini tekletecek kadar farklı görünüyordu. Bu devlette onun gibi bakan kimseyle karşılaşmamıştı. Ona böyle hissettiren…
Aniden gözlerinin önüne peçeli bir yüz ve koyu renk gözler geldi. Neden onları karışlaştırıp kendine saygısızlık ediyordu bilmiyordu, sadece bir deli ahmak bir adamı, haydut bir adamla yan yana koyar ve hangisinin daha yakışıklı olduğunu düşünürdü. Bu meslek muhtemelen Efsa’yı aklından etmişti. Yanakları kızardı ve nefesi düzensizleşti. Bu adamın varlığından mıydı, yoksa bir haydutu düşlediğinden mi bilmiyordu, ama aniden aşırı sıcak olmaya başlamıştı. Fransız işi korsesi de ona yardımcı olmuyordu, kaburgalarını adeta eziyordu.

Genç adam onun varlığının gerginliği ve eskiye duyduğu özlemle bir dal gibi gerilmişti. Neden böyle görünmek zorundaydı? Eskisi kadar körpe ve pembe yanaklarıyla kırlarda koşturan bir kız çocuğu gibi… Onu sarmalamak ve pembe yanaklarına daha çok renk vermek istiyordu. Kirli düşüncelerinin kaydığı yönden nefret etti. Ama dantel krem elbisesinin içinde, açık yeşil gözleriyle, kafasına taktığı başlığı ve şalıyla su kadar temiz, ormanlar kadar gizemli ve dünyalara sığmayacak bir güzellikteyken, Kuzey’in ona bakmama, ondan etkilenmeme gibi bir lüksü yoktu.
İçeri girdiği andan beri nerede durduğunu, ne yaptığını, ne konuştuğunu adeta biliyordu. Beyaz bir ışık demetinin içinde geziyormuş gibi gözleri kendine çekiyor, o disiplinli çenesiyle insanları hizaya sokuyordu. Neredeyse elinde bir çubuk hayal ediyordu Kuzey. İstediği olmadığı an insanları cezalandıran vahşi ama güzel bir prenses gibi…
“Beni yalnız bırakır mısınız?” diye fısıldadı. Pembe yanakları daha da kızardı ve genç adama sitem dolu bir bakış attı. Onun kalbini anlıyordu, buraya bu yüzden gelmişti. Anne ve babasına duyduğu özlemi def etmek için… Efsa, onun neden uzaklaştığını elbette bilirdi. Çocukluğundan beri bilirdi. Onlar aynı evi paylaşan kuzenlerdi, aynı sofrayı, aynı salıncağı bile… Kuzey onu ilk sallayandı. İlk sapan tutmayı öğreten… İlk sayı saydıran, ilk çamurda kirlenmesi için teşvik eden. Onun için defalarca azarlanmıştı. Amcasından cezalar almıştı. Onun için elini hep taşın altına koymuştu. Efsa, kız kardeşinden sonra tanıdığı tek kızdı. Asya’yı saymıyordu çünkü o kadar çok erkek kardeşe sahipti ki, bir ağabeye daha katlanamıyordu.
Efsa’ya duyduğu hisler ise… Eh, ağabeylik hislerinden oldukça uzaklaşalı çok olmuştu. Genç ve güzel bir kıza dönüşmeden önceleri bile zihninde Efsa onundu. Koruma içgüdüsü öyle güçlüydü ki, genç kızı kimi zaman öz babasından, ağabeyinden bile korurdu.
Bu dayanılmaz duygular arttıkça, genç adam zamanla ondan uzaklaşmaya başladı. Günahı, haramı bir yana koyarsa eğer, evlerinde büyüdüğü amcasına bunu yapamazdı. Hem Kuzey’in yaşantısında bir eşe yer yoktu. Ölmek için doğmuştu o. Yaşamak adına bu Güzel Hekim’in şifalı ellerine karanlığını bulaştıramazdı.
Ayak sesleri işittiğinde kızın sözünü dinlediğini anladı. Buna sevindi. Gerçekten. Bir parça bile içi acımadı. Suratında huysuz bir ifadeyle dudaklarını gerdi ve gökyüzüne baktı. Ama yıldızlarla ilgili o alayı aklına geldiğinde çenesini sıkmayı bırakıp hırsla arkasını döndü. Kızın dik sırtına, hiç kalbini kırmamış gibi kalkık çenesine baktı. Bu kız çok daha iyi insanları, hatta sarayları hak ediyordu. İnatçı ve asil duruşuyla yıllar evvel altından tahtlarda oturan bir Sultanı anımsatıyordu.
“Kuzen…” dedi durmadan. Kız omuzlarını kaldırdı, arkasını dönmedi ama adımlarını duraklattı. Onu bekliyordu. Ne diyeceğini. Kuzey göz ucuyla cam balkondan içeri baktı. İnsanların dikkatini çekmeye başlamıştı. Efe’nin onları gördüğünü fark etti. Adamın Efsa’ya olan düşkünlüğünü bilmeyen yoktu, Kuzey onların arasında sadece bir engeldi.
Kuzey, dilini ısırarak sözlerini geri yuttu ve “Boş verin.” dedi. “Sevdiklerini sizi bekler.”
Kız birkaç dakika hareket etmedi. Kuzey onun kendini duymadığını sanarak ağzını açtı ama kız sadece bir kelime söyleyip, kalbine koca bir taş yerleştirip orayı terk etti.
“Korkak!”

Mahinur, ağabeyinin onu daha fazla irdelememesi için davetten erkenden ayrıldı. Baş ağrısını bahane edebilirdi, ama bu ağabeyini daha çok irdelemeye teşvik ederdi; Mahinur onunla uğraşacak, bilmiş çenesini çekecek halde değildi. Onu çok seviyordu. Belki kendinden bile çok. Ama bazen ona katlanamıyordu. Katlanamadığı o üzerine yapışan ağdalı karakteriydi. Sonra meraklı gözleri ve keskin zekasıyla herkesi bir kukla gibi görüp, içlerini dışlarına çıkartarak onların tüm mahremini gözler önüne sermesiydi.
Mahinur akıllı değildi. Kurnaz hiç değildi. O annesi gibi içgüdüleriyle hareket etmeyi seven bir kızdı. Duyguları ne kadar yoğunsa o tarafa yönelirdi. Ve ağabeyi devamlı duyguların aptallıkla aynı kesede durduğunu söylerdi. Mahinur buna inanmıyordu. Bazen, duygular akıllı düşüncelerden bile daha önemliydi, içgüdüleri bu zamana kadar Mahinur’a hep yol göstermişti.
Şimdi o içgüdüler onu gerçekten aptalca bir şey yapmaya sürüklüyordu. Eve varana kadar sallanan arabada sakince oturdu. Ona eşlik eden Mürebbiyesi Katibe Hanım, asık suratı ve dik omuzlarıyla gözlerini dikmiş dışarıyı seyrediyordu. Mahinur aklını okuyamadığı için şükür etti. Çünkü düşüncelerini birazcık bile anlarsa Mahinur’a bir ay oda hapsi verir, günlerde tek ayak üstünde tutar ve o cılız çubuğuyla ayak bileklerini morartana kadar onu döverdi.
Gaddar denecek bir kadın değildi. Bazen onun duygusuz biri olduğunu düşündüğü oluyordu ama büyüyene kadar Mahinur’un her türlü taşkınlığına göğüs germiş, diğer Mürebbiyeler gibi kaçmamış veyahut onu ağabeyine şikayet etmemişti. Tıpkı bir teyze gibi onunla hem özenle, hem de disiplinle ilgilenmişti.
Mahinur onun aniden kendine baktığını fark edince esneme taklidi yaptı. Bugünden sonra muhtemelen genç kızı hiç affetmeyecekti, ama genç kız kararlıydı. Hayatını değiştirecek bir dönüm noktası varsa o da buydu.
Eve vardıklarında sessizce odasına gitmeden hemen önce, evin bireylerinin uyduğunu teyit etti. Ağabeyi zaten bu eve uğramazdı. Mahinur için evi köşke çevirmiş, gümüşten, altından, değerli tablolardan geçilmeyen bu evde genç kızı yalnız bir prenses gibi bırakmıştı. Sadece uyumak için gecenin bir yarısı uğrar, hatta bazen o çok sevdiği koca kütüphanede uyuyakalırdı. Mahinur orada kendine bir oda ayırttığını bile öğrenmişti. Bu çok saçmaydı. Bir aile olamamaları sanki Mahinur’un suçuymuş gibi hissediyordu genç kız, ağabeyinin ondan ve bu evden nefret ettiğini düşünüyordu.
Odasının kapısını sessizce kapatırken göğsüne bir ağırlık baş gösterdi. Saatler gemişti. Ona yetişemeyebilirdi. Ama konaklayacaklarını tahmin ediyordu. Biraz erzakla ve konaklamadan, doru atıyla ona yetişebilirdi. Kahverengi incisi onu soluksuzca taşırdı. Güvendiği tek yoldaşı…
Bir saat kadar bekledi. Bu bekleyiş ölüm kadar derin ve uzundu. Sanki içine çeken bir sabırsızlık ayaklarını sıkıca tutmuş ve yerinden kıpırdarsa karanlık bir kuyuya düşeceğini söylüyordu. Mahinur bekleyemedi. Daha fazla değil. Giyeceği kıyafetleri ağabeyinin ona hediye ettiği değerli, deri çantaya yerleştirdi. Sırtına geçirilen bu çanta hem hafif hem de kullanışlıydı. Çamurlu günler için aldığı hafif botlarını da çantasına koydu ve birkaç parça iç elbise daha ekledi. Daha fazlasına ihtiyacı yoktu. Bir erkek çocuğu sadece bunlara ihtiyaç duyardı.
Anımsayarak göğsüne sardığı çabukları da çekmeceden çıkardı. Hafif bir buruklukla onları da çantasına yerleştirdi. Yakalanma riski vardı, bu yüzden ahırda giyinmek zorundaydı. Orada yakalanırsa kimse onun Mahinur olduğunu düşünmezdi.
Genç kız hızla basamakları indi. Dış kapıyı araladığında kimseye yakalanmamanın verdiği huzurla ahıra doğru koşturdu. Doru atının yanında gitti ve yularını okşayarak irkilmemesi için teskin etti. At kokusunu almış olmalıydı, karanlıkta yanına sokulan genç kızı kabullendi. Mahinur çantadan kıyafetleri çıkararak el yordamıyla giyinmeye başladı. Şimdi yüzünü boyamaya zamanı yoktu. İyice örtünüzse kimse kızıl saçlarını fark etmezdi.
Giyindi. Ve soluksuzca atının dizginlerini tutup koşum takımlarını giydirmeye başladı. Arada sırada ona mırıldandı çünkü huysuz oğlu kimseleri kendine yaklaştırmazdı, onun sesini duymadığında da koşum takımlarını giymeyi kabul etmiyordu. Mahinur ona bunlar olmadan binebiliyordu, ama uzun yolculuklar için ikisine de kolaylık sağlayacaktı.
Çantasını koşum takımının cebine koydu, atını dışarı çıkardı ve çabucak sırtına bindi ve güzelce tüylerini okşayarak fısıldadı. “Kirpi. Gidiyoruz oğlum.”
Atını mahmuzladı. Ama hemen yularını çekmek zorunda kaldı. Önünde ki siluet ne bir erkeğe, ne de genç bir kadına benziyordu. Rahatlama ve hüzün aynı anda üstüne çullandı. Hanım ninesi tutunduğu bastonla, hafif eğik sırtıyla önünde duruyordu.
Ses çıkaramadı. Onu bir hırsız sanmasından ve tüm evi uyandırmasından korkuyordu. Ama artık dönüşü yoktu. Bu tek düze hayat onu yormuştu. Şen kahkahalar atan paşa kızları, hanım hanımcık kadın toplantıları, her şey çok güzelmiş gibi davranan insanlar onu yormuştu. Her şey güzel değildi. Taş duvarların arasında büyüyen kimsesiz bir kızdı o. Erkek çocukları gibi yetişmişti, bunu tüm o dersler engelleyememişti. Diz kırıp oturmak yerine rüzgara karşı atını sürmek istiyordu. Çirkin saçlarına ve dikkat çekmeyen özelliklerine aldırmayan köylülerin arasında yaşamak belki… Belki önemli bir şahıs olmadığı yerlerde daha değerli olurdu. Ağabeyi onun yükü olmadan daha huzurlu…
Mahinur dolan gözlerini kıstı ve yutkundu. Hanım nine bastonunu yeniden yere vurdu ama konuştuğunda sesi ağlamaklıydı.
“Gitme…” Mahinur sersemledi, aynı zamanda onunda gözleri doldu. Hanımnine biliyordu. Kim olduğunu biliyordu. “Gitme Ay Yüzlüm… Uzaklarda canını yakarlar. Gitme…”
Mahinur atından atlamadı. Eğer inerse gitmezdi. Hanımnine ağabeyinden sonra şu hayatta en çok değer verdiği insandı, annesinin mirasıydı.
Sesini aradı. Konuşmaya korkuyordu ama bu son sözleri olacaktı. “Gitmem gerek.”
Hanımnine, “Neden…” derken dizlerinin üstüne çöktü. Belli ki kederi onu taşıyamıyordu. Mahinur atından indi ve hemen kadının yanına koştu. Elbiseleri, süslü ayakkabıları, ağır şalları olmadan çok daha çevikti. Onu kollarına aldı. Zayıf kemiklerini ellerinin altında hissetti. Omzuna yasladığı başını kaldırdı ve ona baktı. Eskiden güzel olduğu belli olan yaşlı gözlerini onunla buluşturdu. “Bu kadar mı çok seviyorsun kızım? Onu tanımıyorsun bile. Peşinden gidecek, ağabeyini üzecek kadar mı seviyorsun?”
Mahinur şimdi ağlıyordu. Kadının kalbinin ta içini bildiğini görüyordu. Ondan saklamak aptallık olurdu.
“Ağabeyim benim canım ninem. Onu üzmem, üzemem. Bir yüküm omuzlarında. Ben kendime bile yüküm. Ömrüm boyunca bir erkek gibi yaşamam gerekse bile yaşarım… Onun yanında…”
Adını dillendiremedi. Evvelden beri hayran olduğu, hayır aşkıyla yandığı adamın adını söyleyemedi. Bu bir yemin olurdu.
“Gitmem gerek…” derken hıçkırıyordu. Ellerini açtı ve avuç içlerinde saklanmış gibi acıları hanımnineye gösterdi. “Kaderim oradaymış gibi hissederken nasıl sığarım bu koca konağa? Hem ben onsuz yaşamak nasıl öğrenemedim. Denedim nine. Daha ufacık bir kızken bile denedim. Şimdi o kendi yuvasını kurarken, sadece bir öğrenci gibi yanında kalacağımı bile bile gitmek istiyorum. Yıllarca bir erkek çocuğu olarak kalacağımı bile bile gitmek istiyorum. Ondan geçemiyorum nine. Ayıbı, günahı, yasağı yok. Hem istediğim hayat bu benim. Bir asker olmak. Kızların asker olmasına izin vermiyor kimse. Ben de erkek olurum o vakit. Doru atımla özgürlüğe koşmak için erkek olmam gerek… Beni anla nine. Ne olur beni affet. Ağabeyime de tek söz etme.”
Ninesi ona kırgınca bakınca diretti. “Yemin et nine. Benim üzerime, annem Kardelen’in üzerine yemin et. Ağabeyime tek söz etme.”
Kadın ağlayarak sordu. “Peki ne diyeyim? Kızıl goncan yitip gitti mi diyeyim?”
Mahinur omuzlarını kaldırdı ve dudaklarını gerdi. Şimdi kendini perişan hissediyordu. “Kayboldu de nine… Zaten kayıp değil miyim ben?”
Ninesi ona uzun uzun baktı. Sanki vazgeçiremeyeceğini biliyormuş gibi ellerini sıkıca tuttu ve ansızın bıraktı. Elini kovarmış gibi sallayarak, “Git!” dedi. Ama sesi merhamet doluydu. “Git, kaderini bul Kızıl Şahinlerin ruhunu taşıyan, dağa taşa sığmayan asi kızım. Kardelen gibi, sen de Güneşini bul. Ama ne olur Kızıl Goncam… Sen de solup gitme. Adın gibi her gece doğ. Ay gibi parılda ve bana geri dön. Bu yaşlı kalbim daha fazla acıyı kaldırmaz.”
Mahinur gözyaşlarını kolunun arkasına silerek ayaklandı. Tökezleyerek geri geri giderken fısıldadı. “Döneceğim nine. Ama önce kendimi bulmam gerek. Sonra sana döneceğim. Güneşimi de kalbimde getireceğim, sözüm söz. Arslan sözü.”
Güneşini çoktan kaybettiğini ona söylemedi. Çünkü Mahinur, içinde doğan güneşi o adamın kalbine yerleştirmişti. Şimdi o kalp başka bir kadın için atarken, nasıl yeniden ısınabilecekti? Ebedi soğuk içinde yer etmişti.
Atına tutundu ve geceye karışırken, şehrin tenha sokaklarından geçti. Ormana dalana kadar nefessizce sürmeye devam etti. Rüzgar kirpiklerine değdikçe nefes aldığını hissetti. İşte şimdi Kara Bey’in kızı, Kardelen’nin Kızıl Goncası Mahinur’du. O buydu. Taş duvarları geride bırakıp yeşil ormanlara, dağların esintisine ve çiçeklerin yabani kokusuna doğru koşarken, kendini yavaş yavaş buluyordu.
İnsan, hiç yaşamadığı bir hayatı özler miydi? Mahinur özlüyordu.
Şimdi o hayata kavuşmaya yaklaştığını hissediyordu.

Kara Peçe Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin