Bölüm 9: Vakit

Začít od začátku
                                    

Kafasını şöyle bir sallarken iyilik, hakikaten de çok geçmeden kendini gösterdi. Zühre belirgin bir çekingenlikle ve nasıl mümkün kılınıyorsa aynı oranda cesaretle dükkâna girdi. Hatta girmemiş, kâbustan uyanıp da başını yastıktan ayırır gibi kendini dükkâna fırlatmıştı. Yağmurun alnında, elmacık kemiklerinde, kirpiklerinde bıraktığı ıslaklığı önemsemedi. Tezgâhın arkasındaki bakakaldığı yüzde en sevdiği çiçeği gördü, çiçek kopup düşmüş ama kökünün yanından ayrılmamıştı. Zaman zaman darılışını seziyorum, o vakitlerde sokaklarında hazin hazin geziyorum, bulduğum tüm sebepleri bir bir eziyorum. Karşısındaki adam öyle hareketsizdi ki yalnızca "İyi akşamlar." diyebildi.

Ömer'in havada bıraktığı taş Zühre'nin gelmesiyle yerine oturmuştu. Bu sesi son duyduğu gün hem dün gibi taptazeydi hem de duymayalı asırlar geçmişti, nasıl oluyordu? Dili, mesafelerle süslü eklerden, sözcüklerden kaçıp şaşkın ve bağımsız bir samimiyete sığındı. "Hoş geldin."

Yaklaştı. "Dükkânın sahibisin, artık bundan şüphem yok. Bana başta neden yalan söylediğini de anlamış değilim ama olsun." Birkaç adım daha yaklaştı. "Geçen hafta saatleri bırakmak için birkaç kez uğramak zorunda kaldım, sonra geçtiğimiz perşembe kuyumcu adam beni görünce senden bahsetti, gelmiyormuşsun uzun süredir. Bu pazartesi geleceğini tahmin etti, yanılmamış."

Hisleri iç içe geçip düğüm oldu, beklemediği yerlerden vurulurken kurşunlar tek hamlede düğümün ortasını buluyordu. İnsan, öfkesini büyütenin bir kaşık suda boğulduğunu görse dahi onu kurtarmamaya olduğu kadar sevgisini besleyenin önceden yarattığı ufacık bir kırıklığı hor görmeye de meyilliydi.

Saatçi tutulup kalmışken Zühre kaşlarını kaldırdı, orada çocukluğunu giyinip şımarıkça gülümsedi. "Cahit, değil mi? Kuyumcudan öğrendim."

Başıyla onaylarken "Evet." dedi. Kaptan, makinist, saatçi, ne varsa bir bir yere döküldü, döküldükleri yerde hepsi uykuya ve rüyalara daldı; tatlı düşlere benzeyen gerçekliğin sıcacık kucağında saçları şeffaf bir elle okşanan, tek başına Cahit Ekrem'di.

Geride kalan haftaların ardından aralarında yeniden sadece bir tezgâhlık mesafe bulunuyordu. Gözlerinin içine bakarak "Cahit, saatlerim oldu mu?" dedi, ismi sebepli sebepsiz telaffuz etmek istiyordu. Üzerinden sanki tonlarca yük kalkmıştı, o yükler gerilip gerilip buzdan duvarların tepesine yığılmış, onları paramparça etmişti.

Cahit elinde olmadan gülümsedi. Hoşuna giden öyle çok şey vardı ki neye güldüğünü seçemese de gülmesi gerektiğine hiç şüphe etmiyordu. "Siyah kayışlıyı yaptım."

"Diğeri?"

"Diğerini yapmaya üşendim." Zühre'nin rahat tavrından cesaretlenip sırıttı. "Şaka bir yana, saatleri bugün aldım zaten, burada da bir sürü iş birikmişti, biri başka zamana kaldı."

Saatlerin, birbirlerini görmek için imzaladıkları sözleşmelere dönüştüğünün farkında olmamaları neredeyse imkânsızdı çünkü ikisi de bundan medet umuyor, bozuk bir saat mevzubahis olduğunda ikisinin de yüreğine su serpiliyordu. İki insan birbirini hiç tanımıyor, aynı zamanda da diğer herkesten iyi tanıyordu, sanki doğmadan evvel anlaşmışlardı. Bakışları, hele ki tenleri buluşmadan birbirlerine dokunabilişleri dehşetli bir hissi yoğuruyordu içlerinde, bunu şimdi karşılarında durandan mahrum kaldıkları zamanda anlamışlardı. Zaman da yağmur gibi, insanın hem düşmanı hem dostu olabiliyordu. Ömürlerince tarifini bir türlü yazamadıkları eksiklik, bir roman gibi ikisinin de karşısındaydı, iki kalın kitap karşılıklı duruyordu ve en derin sayfalarını açmak, sularının karanlıklarını aydınlatmak, aydınlıklarda yüzmek için cesaret topluyordu.

"Tamam, diğeri de olduğunda ikisini birden alırım senin için sakıncası yoksa."

"Neden sakıncası olsun, nasıl istersen." Başka şey söyleyemedi, mutluluğu büyüyüp yine absürt kahkahalara dönecek diye korktu.

Yağmur hızını artırdıkça dükkândaki saatlerin yelkovanları katılaşıyor, ağırlaşıyordu. Göğsünün ortasından lezzetli esintiler salınan açık pencere Cahit, bir cümle geçirdi aklından. Zamanda saniye gibi akışın, zihin duvarımdaki saate yakışır.

Bazı hikâyeleri kafamızın içinde döndürüp durur, devam ettiririz, bazılarını bitirmeden sileriz fakat çoğu zaman beklediğimiz gibi yürümez gerçek satırlar. Hayatın güzelliği de budur, iyi ya da kötü hep bir sürprizle çıkar karşımıza.

"Görüşürüz öyleyse." Kapıya dönerken aceleci değildi, umduğunu bulamamış bir çocuğun solan hevesiyle Cahit'ten çok kendine kızmıştı. Kızgınlığı da lüzumsuz bulup çelişkili düşüncelerini silkeledi, sarsıntı esnasında, çantasına şemsiye koyduğunu anımsadı. Şemsiyeyi oradan çıkaramadan ülkesine zafer ilan ettiren cümleyi duyunca elini çantasından çekti.

"Bu yağmurda gidebilecek misin?"

Bir süre kıpırdamadı. Bedenini Cahit'e çevirmeden cevap verirken kararsızlığının üstünü sahte bir gülüşle kapamaya çalıştı. "Galiba yine bekleyeceğim."

"Ben de dükkânı kapatacağım şimdi, galiba yine bekleyeceğiz."

Göz göze geldikleri bir an olmadan dükkândan çıkmaları, iki esnek dakikayı bulmuştu. Onlar ezberlerinde olan bir masalı anlatırcasına iskemlelere oturduklarında ruhu okşanan sokağın tüyleri diken diken olmuştu, elini çenesine koyup izlemeye ve dinlemeye başladı, nasıl da özlediğini hissettiği manzaraya kaldırımların ıslanan çıkıntılarıyla lambaları da şahit tutuyordu. Cahit Ekrem'le Zühre, etmeye başladıkları muhabbeti epeydir arzuladıklarını etrafındaki gizli gözlerden ve ruhlardan saklayamıyordu.

"Yürümeyi bisiklet sürmekten çok seviyorum." diye atıldı Cahit. "Bisiklet sürerken yanından geçip gittiğim kimsenin sesini duyamıyorum, yürürken öyle olmuyor, bir sürü cümle yakalıyorum. Mesela geçen akşam kaldırımda yürüyordum, kaldırımın kıyısında, muhtemelen hizasında durdukları dükkânın sahibi ve arkadaşı, öylece konuşuyorlardı."

Dizinin dibindeki adam yanağını kaşıdığında sakallarından çıkan keçeli hışırtıyı duyunca fiziksel mesafeden de yoksun oldukları gözüne çarptı. Hangi ara yakınlaşmışlardı, oturduklarında böyle yakınlar mıydı? Pürdikkat dinlediği cümlelerin arasına sıkıştırılmış kısacık nefeslenmelerin, yanı başında durana özlemini bu denli artırmasına hayret etti.

"Yanlarından geçmem iki saniyeyi bulmamıştır, birinin dediğini duydum: 'O gece ölmüş, aldığı tavuklar kendine pilav olmuş.' Eve gidene kadar ne düşüncelere daldım bunun yüzünden, bilsen. Garip, insan işte erteleyip duruyor bir şeyleri, o adam da kim bilir neleri ertelemişti."

"Sen de ertelediğin şeylerin altında ezildin demek ki duyunca."

"Kim ezilmez ki Zühre?" İsmi ağzından ilk kez hatasız bir rahatlıkla çıkmıştı.

"Öyle tabii, belki de bu yüzden ölümden korkuyoruzdur, tamamlanamayacağımızdan."

"Annemle babam vefat edeli bayağı oluyor, ölümden korkmayı pek beceremiyorum, bunu süslü bir cümle ya da acındırma sanma ama bence yaşamak daha korkutucu."

Cahit'te bir durgunluk sezmedi, doğrusu ifadeler de karanlıkta öyle kolayca yakalanmıyordu, yine de konuyu değiştirdi. Ölüm burada bahsedilecek son konu olmalıydı.

Yağmur dinmeye yüz tutup yavaşlamışken konuşmaya devam ediyorlardı. Sokak anbean kayıttayken kalktılar. Hamleleri küçüktü, hedefsiz oldukları açık seçikti. Yapmak istedikleri, yaptıklarını pürüzsüzce sürdürmekti: Birlikte sokaklar boyu yürümek.

Zühre çantasından heyecanla ve sakınmadan şemsiyesini çıkarıp tutması için uzatınca buzlardan kopan bir parça Cahit'in solundan ılıyarak süzüldü. "Şemsiyen yoktu?"

"Yalan söyledim, ödeştik."

Rüzgârınla KalKde žijí příběhy. Začni objevovat