Cahit'in kaşları birbirine yaklaşırken Ömer keyfinden bayılır hâldeydi. "Nasıl dikkat kesildin. Demesem mi ki acaba?"

"Neyi abi, söylesene."

Cahit'in yalvaran yüzüne bir süre baktı. Neler kımıldanıyordu kafasının içinde, emin olarak anlamak güçtü; neleri doğru sanıyordu Ömer, neleri yanlış, kim bilir nasıl yanılıyordu bu yüzün gösterdikleri hakkında. Sırrı fısıldadı: "Eve geç git bugün."

Yalvarışı yerini sorgulayıcılığa bıraktı, sıkıştırdığı kaşları serbest kaldı. Basit bir cümleydi duyduğu ama belliydi, altı doluydu. Aklına hiçbir sebep getirmeye uğraşmadı, sebep her ne idiyse karşısına kendi başına çıksın istiyordu. Kırmızı hatlı muntazam dudakları aralandı. "Neden?"

"Sen geç git işte oğlum. Buraya yolun anca düştü zaten, sağın solun belli olmaz, erkenden gidersin şimdi. Orasını burasını arama da sözümü dinle bir kere." Cahit'in konuşabileceği aralıklara beton döküp kaçar gibi dükkânına yöneldi.

Sebepleri hâlâ enselerinden tutup karşısına çekmiyordu, çekmeye de yeltenmiyordu. Omuz silkti, bugün istese de erken gidemeyeceğini hatırlayınca inadı törpülendi ve rahatladı, günlerdir biriken işleri bitirmeli fakat en mühimini ilk sıraya almalıydı: Zühre'nin saatlerini tamir etmeliydi.

Kapıdan çekilip içeri girer girmez iki saati de çıkarıp önüne koydu. Siyah kayışlıyı eline aldığında zihni en sapaksız yolculuğuna hazırdı. Zühre; gözleri güneş, suratı daha yakın ve büyük bir bütünlüğe sahip olduğundan ay, rüzgârı ve yaprakları havasında, keşfetmekten korkulan bir yeryüzü. Böyle tekdüze tabirlerle sınırlayabilir miydi güzelliğini? Hayır, gereksizdi. Boynundan akan ılık ağrıyı hissedince saati de öteki elindeki aleti de hızlıca bıraktı. Zühre, yalın Zühre'ydi, saatlerini tamir ettiği bir müşterisi. O, ismini bile adamakıllı bilmezken onu yersizce büyütmekten, yararsız döngülerden usanmıştı, bir ısınıp bir soğumak dengesini bozuyor ve çok yoruyordu. Kaçtıkça daha çok kapıldığından özenle sıyrılması gerekliydi. İşin doğrusu o sularda gemileri vardı, batırmasınlar diye kimseciklere söylemezcesine bunu kendinden de gizli tutuyordu. Öyle ya, bir geminin batmasındaki en büyük sorumlu çoğu zaman kaptan olurdu.

Kaslarını biraz hareketlendirmekle ağrının geçeceğini umarak kalktı, tezgâhların ve vitrinlerin tozunu aldı, kimi saatlerin yerlerini düzenledi, en ertelediği ve sevmediği işleri bile zamanı geçirmek uğruna araya sıkıştırdı. İkili merdivenin yüksek basamağından çıkıp sandalyesine asılı kahverengi, kaşe ceketini bir çırpıda giyerken gözleri duvardakilere takıldı, epey vakit geçmişti. Esneyerek gerindi. Ömer'in garip isteğini tekrarlıyor, erken gitmemesi gerektiğini içine telkin edip duruyordu ama dayatmaya maruz kaldığını sandıkça bir ses "Eve git, eve git." diye dürtüklüyordu. Dayatma da olsa Ömer kötülüğünü isteyecek değildi, isteği muhakkak bir iyilik yüklüydü.

Rayına aşina olmadan ansızın duran her tren, zihinde ve ruhta usul usul ilerler. Dışarıdan görünen, bir kenara öylece saplanmış eski vagonlar olacaktır. Oysa içimizde onları süsleyip püslemiş, kocaman dağların içinden geçirmiş, nice duygularla beslemişizdir. Nihayetindeyse en kırık dökük tren bile bir yolunu bulup rayına oturur. Cahit hayatı boyunca pek az şeye saplanıp kalmıştı, iradesini her daim canlı tutup türlü tuzaklara karşı sırtını o canlılığa dayamıştı. Bazen fazlaca şüpheci olmaktan, her şeyin farkına varmaktan, dalgaların içine gönlünce atlayamamaktan sıkılırdı, o vakit kafasını şöyle bir sallayıp hayalinde düşüncelerini etrafa savurduğunu canlandırırdı. Sürüsüyle vagonu peşinden sürüklüyordu, tümü kendisine aitti ve makinist de kendisiydi, insan varlığını ve varlığının mahsullerini bata çıka, kırıla döküle de olsa taşır, alabildiğine uzaklara götürürdü.

Rüzgârınla KalWhere stories live. Discover now