9 | Parmaklar

16.7K 1.6K 1.9K
                                    



Nisan'ın yanımızdan ayrılır ayrılmaz "Al bu da sende dursun al, kamuya değil sana özel, dost kıyağı ;)" mesajı eşliğinde telefonuma gönderdiği fotoğrafa esefle kınayan bakışlar atıyordum.

Daha doğrusu fotoğrafı istesem de esefle kınayamıyordum çünkü fotoğrafa bakamıyordum.

Belki eve gidip tüm ışıkları kapatıp üç tane örtüyü de üstüme geçirdikten sonra bakmam mümkün olurdu. Hayır. O zaman da olmazdı. Fotoğraf, bakamayacağım şeyleri gösteriyordu. Ben, istemsizce büzülmüş dudaklarımla kameraya bakıyordum. Nisan, son derece istemli biçimde kısılan gözleri ve zapt edemediği için dişlerini geçirdiği gülümsemesiyle Baran'a bakıyordu. Baran ise ince parmaklarının arasına doladığı, on kadının sekizininkisi gibi uçları kırılmış, on kadının dördününkisi kadar elektriklenmiş, on kadının en aşağı altısınınkisi gibi doğal rengi kahverenginin en alelade tonu olan saçlarıma bakıyordu.

Belki de, bana bakıyordu.

Ama söz konusu fotoğrafa bunu bile ayırt edebilecek kadar uzun bakamayacağım için, bilemiyordum.

Telefonun ekranını derhal karartıp masaya koydum. Nisan gitmişti. Unuttuğu bir işi çıkmıştı. Zaten sonrasında da okuması gereken bir yığın sınav kâğıdı vardı. O 'gece kuşu Leyla' gibi değildi. Baran'ın uyku düzenini bilmiyordu ama onunla da ortak olmadığı nokta; odaklanacağı tek işi seçme lüksüne sahip olan seçkin zümreye mensup olmamasıydı. 'Odaklanacağı tek işi seçme lüksüne sahip seçkin zümre' tanımı Baran'ı oldukça eğlendirmişti. Nisan'a keşke kulağa geldiği kadar doğru olsaydı demiş, ama bunu muhakkak bir yerlerde kullanıp kulaklarını çınlatacağına söz vermişti.

Masadan yanağımdan aldığı makas, kaşla göz arasında bacağıma attığı hınzır çimdik ve Baran'dan kaptığı kulak çınlatma sözü ile ayrılan Nisan'ın, bize iyi sohbetler dilerken bahsettiği sohbet başlıklarını düşünmeye başladım.

Oysa Baran düşünmeyi hepten geride bırakmış görünüyordu.

"Siz de geliyorsunuz yani sürekli buraya?"

Arkama yaslanıp rahat bir tavır takınmaya çalıştım. "Eh... Benim evin dibi sayılır."

"Evet, tabii..." dedi. Ardından "Garip..." dedi ve sustu. Belki de kendi kendine konuşuyordu.

"Neden ki?" dedim. "Bizim buralarda birkaç tane gidilesi mekân var zaten? Öyle değil mi sence de, yani caddedekiler"

"Ben de hep buralardayım."

"Tabii... Bebeköy'e geliyorsan, haliyle... Hatta 'yolunun üstü' sözlük anlamı ile tam olarak bu"

"Ve hiç karşılaşmamışız."

Ansızın ağırlaşan sessizlik, aramızda sallandı.

"Belki de karşılaşmışızdır."

Dünya üzerinde, her gün kimleri görüp görmeden geçtiğimizi kaydedebilecek kadar geniş bir kolektif hafıza yoktu.

Zamanın hangi bilinmedik noktasında, hangi yıldız sisteminden kopup gelen hangi göktaşının yörüngemize gireceğini tahmin edecek bir tesadüfler haritasının çizilmesi de olanaksızdı.

Hayatta tek bilinebilecek, hatta tek emin olunabilecek şey; tesadüflerin daima, daima kaçınılmaz olduğuydu.

Kızıl saça, mutasyona uğramış MC1R geni neden olurdu. Dünya nüfusunun %2'sinden daha azında bulunan bu renkten Türk ırkına epey küçük bir pay düşüyordu. Buna rağmen, bu resesif fakat inatçı MC1R genine sahip bazı seçilmiş arkadaşların dünyanın en alakasız ucunda karşınıza çıkmasının da, burnunuzun dibinde olmadık anlarda bitmesinin de tek sorumlusu, yine adına 'tesadüf' dediğimiz hadiseler oluyordu. 

Ama gitme, Lavinia | RAFLARDA Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin