Boz Enik

1.1K 57 3
                                    


Erkek kardeşlerinden de, kız kardeşlerinden de farklıydı o. Onların üzerinde analarından miras kızılca ton varken o ise özellikle bu konuda tamamen babasına çekmişti. Yavrular arasındaki tek boz enikti. Kurtlara ait ne özellikler varsa onlarla birlikte dünyaya gelmişti. Aslında fiziksel olarak yaşlı babasına ait ne özellikler varsa onlarla doğmuştu ve bunun tek istisnası, kendisinin iki, onunsa bir gözünün olmasıydı.

Boz eniğin gözleri açılalı azıcık bir süre geçmişti ama yine de gayet berrak bir görüşü vardı. Zaten gözleri kapalıyken de dokunuyor, tadıyor ve kokluyordu. İki erkek, iki de kız kardeşini gayet iyi tanıyordu. Kardeşleriyle zayıfça ve acemice itişip kakışmaya, hatta coşkuya kapıldığında gırtlağından hiçbir şeye benzemeyen, gıcırtı gibi (gürlemenin habercisi) bir ses çıkararak onlarla hırlaşmaya bile başlamıştı. Daha gözleri açılmadan uzun zaman önce dokunarak, tadarak ve koklayarak sıcaklık, sıvı gıda ve şefkat kaynağı annesini tanımayı öğrenmişti. Küçük ve yumuşak bedeninin üzerinden her geçtiğinde kendisini yatıştıran ve sokularak kıvrılıp uyumaya iten yumuşacık bir dili vardı annesinin.

Hayatının ilk ayının büyük kısmı bu şekilde uyuyarak geçmişti. Artık gayet iyi görebiliyor, daha uzun süreler uyanık kalıyor ve dünyasını gayet iyi öğrenmeye başlıyordu. Loş bir dünyası vardı ama henüz bunu bilmiyordu çünkü başka bir dünyadan haberi yoktu. Dünyası yarı karanlıktı ve gözleri herhangi bir ışığa uyum sağlamak zorunda kalmamıştı. Hayatı yuvanın duvarlarıyla sınırlıydı. Henüz dışarıdaki koca dünya hakkında hiçbir şey bilmediği için varoluşunun dar sınırlarından asla bunalmıyordu.

Dünyasının duvarlarından birinin, diğerlerinden farklı olduğunu çok erken keşfetmişti. Burası inin girişiydi ve ışığın kaynağıydı. Bu duvarın diğer duvarlardan farklı olduğunu, kendine ait düşüncelere, bilinçli bir iradeye sahip olmadan çok önce anlamıştı. Daha gözleri açılmadan ve oraya bakmadan bile o duvar kendisi için dayanılmaz bir çekim merkezi olmuştu. Oradan gelen ışık mühürlü gözkapaklarına vurur, gözleri ve göz sinirleri o küçük, ılık renkli ve tuhaf bir haz veren kıvılcımlı parıltılarla nabız gibi atardı. Vücudundaki canlılık, bedeninin her bir dokusundaki yaşam, bedeninin asıl özü olan ve kişisel tecrübesinden başka bir şey olan hayat bu ışığı istiyor ve bitkilerin mahir kimyası onları nasıl güneşe doğru iterse, bu ışığa doğru çekiyordu vüducunu.

Başlangıçta, bilinçli yaşamı başlamadan önce, hep inin ağzına doğru yuvarlana yuvarlana ilerlerdi. Kardeşleri de öyle yapardı. O dönemde aralarından hiçbiri, asla arka duvarın karanlık köşelerine doğru gitmedi. Sanki birer bitki gibi çekerdi ışık onları, kendilerini oluşturan hayatın kimyası, varoluşun bir zorunluluğu gibi ihtiyaç duyarlardı ışığa. Küçücük yavru bedenleri, asma filizleri gibi körlemesine, vücut kimyalarının gereği o tarafa sürünürdü. Sonradan ayrı bireyler olup her biri güdülerinin ve arzularının bilincine vardıktan sonra ışığın çekimi daha da arttı. Sürekli emekleyip sürünerek ona doğru gitmeye çalışıyor ve anaları tarafından hep engelleniyorlardı.

Boz enik, annesinin yumuşak ve yatıştırıcı dili dışındaki özelliklerini de böylece öğrendi. Işığa doğru gidişinde bu kadar ısrarcı olduğu için annesinin sertçe bir dürtüklemesiyle kendisini nasıl azarlayabildiğini ve sonra da pençesinin yumuşak ve ölçülü bir vuruşuyla nasıl onu yere indirip yuvarlayabildiğini keşfetti. Böylece acıyı ve bununla birlikte acıdan kaçmayı öğrendi; öncelikle acının ortaya çıkması tehlikesine meydan vermemeyi, sonra da bu tehlike doğmuşsa, hızla oradan uzaklaşarak veya geri çekilerek acıdan kaçmayı... Tüm bunlar bilinçli eylemlerdi, dünyaya ilişkin ilk genellemelerinden çıkardığı sonuçlardı. Bu sonuçları çıkarmadan önce, nasıl kendiliğinden ışığa gidiyorsa, o şekilde, kendiliğinden kaçardı acıdan. Ama bundan sonra acıdan kaçtı çünkü artık acının acıttığını biliyordu.

Beyaz DişHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin