7. BÖLÜM

6.5K 523 47
                                    

Hani insan bazen kendini hem kazanan, hem kaybeden gibi hissederya... İşte şuan, tam olarak bu duyguya hapsolmuş durumdayım. Oyunun galibi de, mağlubu da ben oldum. Ezkaza girdiğim denizden, çıkmaya çalıştıkça daha çok dibe batıyorum. Zaten bulanık olan suyu çırpınışlarımla, daha da bulandırıyorum. Ve şimdi, kendimi akıntıya bırakıp kaderime razı mı olmalıyım, yoksa rüzgara direnip kıyıya mı yüzmeliyim hiç bilmiyorum. Hangi ihtimal beni boğar, hangisi karaya çıkartır kestiremiyorum.

O gün, üvey kardeşim Brice'ın parmağında gördüğüm yüzük, aklımı başımdan almaya yetmişti. Onunla olan kısa sohbetimiz boyunca sürekli, bu mücevheri daha önce nerede gördüğümü düşünmüştüm. Saraydan ayrıldıktan sonra ise, iç güdümün iteklediği ayaklarım, beni kalın surlara sürüklemişti. Taş duvarın tepesinde, o gün adamın üstünde ki pelerinden gözüme ilişen şeyi ararken, bir yandan da hiç bulmamayı diliyordum. Yanılmış olmayı, bunun bir serap olmasını diliyordum. Ta ki yerde, tıpkı ilk günkü ışıltısıyla bana göz kırpan mücevheri görene dek.

Yıkılmıştım, yerle bir olmuştum. Her ne kadar yargısız infaz benim yöntemim olmasa da, ihtimaller canımı yakmıştı. Ağabeyimi öldürmek isteyen adamın taşıdığı sembolün aynısını küçük kardeşimde görmek, beni dipsiz bir kuyunun içine acımasızca fırlatmıştı. Her ne kadar Brice'ın nasıl bir karaktere sahip olduğunu bilsem de, ona bu denli büyük bir ihaneti konduramıyordum. Ve şimdi yalnızca umut ediyordum, tüm bu yaşananların birer rastlantıdan ibaret olması için çaresizce umut ediyordum.

Kışlada ki mütevazi odamda oturmuş, elimde ki sırlarla dolu olan mücevheri inceliyordum. Bunun görsel amaçlı kullanılan bir takı olmadığı apaçık ortadaydı. Bu süslü taşın ardında, hayati öneme sahip bilgiler yatıyordu. Ortaya çıktığında, birilerini idam sehpasına kadar götürecek olan bilgiler... Ama sıradan bir süvarinin tek sözüyle, hanedan kanına mensup bir soylu, hiç bir zaman zan altında bırakılmazdı. Asker vasfım tek başına, ağabeyimi kurtarmama yetmezdi. İnsanlar bir prensese itimat ederlerdi. Ama prense iftira atan bir askeri asla affetmezlerdi. Bu gizemli broş, acı gerçekleri yüzüme bir tokat gibi çarpmıştı. Arasında hapsolduğum duvarlar, yine daralmaya başlamıştı.

Ben beynimi meşgul eden düşüncelerle boğuşurken, odamın kapısı tıklandı. "Alex, içeri gelebilir miyim?" Mücevheri yastığın arkasına sokuştururken seslendim. "Hayır!" Kapı açıldığında o tarafa dönüp, davetsiz misafirime en sinirli bakışlarımı yolladım. "Hayır dedim, duymadın mı?" Umursamazca omuzlarını silkti. "Duymamazlıktan geldim diyelim." Kaşlarımı çatarak; "Müsait olmayabilirdim Ac!" diye onu azarladım. O ise, aynı umursamaz ses tonunu koruyarak mırıldandı. "İşime gelirdi." Bu sefer duymamazlıktan gelme sırası bendeydi.

Karşımda ki koltuğa kurulup, sehpada duran kurabiyelerden birini ağzına attı. "Agatha bu işte bir dünya markası Alex, gerçekten." Ona boş gözlerle bakınca devam etti. "Eee, ne var ne yok?" Şuan, mükemmel yalnızlığıma çomak soktuğu için ona sinir olsam da, yanımda olduğunu bilmekte bir o kadar güzeldi. Onunla sohbet etmek, dertleşmek hatta atışmak bile her zaman iyi gelirdi. "Dediğin gibi ayıcık. Ne var, ne de yok. Yani kısacası, hiç bir şey olduğu yok." Beni acıyan bakışlarla süzdü. "Vah vah, çok üzüldüm bu haline sıska. Ne yapsak ki? Bak ne diyeceğim. İstersen dışarı çıkıp, şu uzun süredir kaçtığın çalışmaları yapalım ha ne dersin?" Oflayarak arkama yaslandım ve; "Hayır." Dedim. "Ne demek hayır?" "Hayır işte Ac. İstemiyorum."

Yavaşça nefesini bıraktı ve oturduğu yerden kalkıp yanıma ulaştı. Ona yer açmam için eliyle işaret etti. Biraz kenara kayıp bağdaş kurdum. Yanıma oturdu ve yüzüme şefkatle baktı, yumuşak bir ses tonuyla söze başladı. "Konuş benimle Alexandra." Öylece suratına baktığımda devam etti. "Bir sorunun var biliyorum ama bu yetmez, ben sorunun ne olduğunu da bilmek istiyorum. Anlat bana, anlat ki birlikte üstesinden gelelim."

KAYIP PRENSESHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin