İki kardeş, "Merhaba, George, nasılsın?", "Merhaba, John, iyiyim, sen nasılsın?" diye tam İngiliz usulü selamlaştılar. Aralarındaki derin sevgiyi, ilgisizliğe pek benzeyen bir serinkanlılık perdesi ardına gizleyebildiler.

Mr. Woodhouse sevgili Isabella'sıyla rahat rahat konuşabilmek için iskambil masasını kurdurtmadı. Böylece akşam da çene çalmakla geçti. Bir köşede baba ile büyük kız, öbür köşede iki erkek kardeş baş başa vermişlerdi. Konuştukları konular birbirinden olabildiğince ayrıydı. Emma ise arada birinin, sonra öbürünün sözüne karışarak ortada dolaşıyordu.

Kardeşler, kendi iş güçlerinden konuşuyorlardı, daha çok George Knightley konuşuyordu. Yaradılış olarak, kardeşinden daha konuşkan, daha girişkendi. Bir yönetici olarak her zaman John'a danışacak bir işi ya da anlatacağı meraklı bir olay olurdu. Sonra kardeşine çiftlik işleriyle ilgili bilgi vermesi gerekirdi. Ömrünün büyük bölümünü Donwell'de geçirmiş olan John, baba yuvasına hâlâ çok bağlıydı. Bir kanal tasarısı, parmaklıklardan birinin değiştirilmesi, bir ağacın kesilmesi, tarlalara neler ekileceği uzun uzun konuşulurdu. Çiftlik konusu açılınca John heyecanlanır, coşardı, sanki.

Beri yandan Mr. Woodhouse ile büyük kızı da mutlu pişmanlıklar ve tatlı ürküntülerle dolu bir söylentiyi paylaşmaktaydılar.

Mr. Woodhouse kızının elini almış, "Vah, benim zavallı Isabellacığım!" diye baş sallıyordu. "Buraya gelmeyeli kaç zaman oldu. Kim bilir yolculuk seni nasıl yormuştur. Erken yatman gerek, evladım. Yatmadan önce de az bir çorba içsen, derim. Seninle karşılıklı birer tas çorba içelim. Emma, hepimiz şöyle birer tas sıcak çorba içsek, ne dersin?"

Emma, Knightley kardeşlerin de bu konuda kendisi gibi düşündüklerini bildiği için yalnızca iki tas çorba söyledi. Mr. Woodhouse yatmadan önce çorba içmek huyunu bir süre övüp salık verdikten sonra gene Isabella'ya döndü:

"Yaz tatillerinizi burası yerine Southend'de geçirmeniz pek iyi olmadı, evladım. Deniz havasını eskiden beri pek tutmam, ben."

"Ama Mr. Wingfield özellikle salık verdi, babacığım. Yoksa gider miydik? Bütün çocuklara iyi gelir, dedi ya, hem deniz havasının hem de banyoların en çok küçük Bella'nın boğazına iyi geleceğini söyledi."

"Evet, ama bizim Perry boğaz hastalıklarına denizin iyi geleceğini pek sanmıyor. Ben zaten deniz havasının kimseye yaramayacağına eskiden beri inanırım. Hele bir seferinde az daha ölümüme neden oluyordu."

Lafın tehlikeli bir geçide girmiş olduğunu sezen Emma hemen atıldı: "Kuzum ne olur kesin şu deniz konusunu. Kıskançlıktan çatlıyorum, çünkü. Ben daha denizin yüzünü bile görmedim. Bundan böyle Southend konusunu izninizle yasaklıyorum. Isabellacığım, geldin geleli bir kez bile Mr. Perry'yi sormadın. O ise seni hiç unutmaz."

"Ah, iyi yürekli, akıllı Mr. Perry. İyidir ya umarım?"

"Eh, kötü değil ama pek iyi de değil. Zavallı Perry safra kesesinden rahatsız. Kendisine bakacak vakti yok ki. Her derdi olan ona koşuyor. O kadar hatır sayan bir adam ki."

"Ya Mrs. Perry ile çocuklar nasıl? Yavrular büyüyordur, elbet. Ben Mr. Perry'yi eskiden beri severim. Umarım yakında gelir. O da benim çocuklarımı görmek ister, sanırım."

"Yarın geleceğini umuyorum. Kendi sağlığım konusunda sormak istediğim birkaç önemli sorum var, zaten. Geldiği zaman Bella'nın boğazına bir baksa iyi olur, evladım."

"Aaa, babacığım, Bella'nın boğazında hiçbir şey kalmadı, artık. Ya gerçekten deniz banyoları iyi geldi ya da Mr. Wingfield'in ilaçları."

"Deniz banyosunun bir yararı olacağını hiç sanmam. İlaca ihtiyacınız olduğunu bilseydim hemen..."

Emma, "Mrs. Bates'le Miss Bates'i de unutuyorsunuz, Isabella," diye araya girdi.

EmmaWhere stories live. Discover now