1. Bölüm

251 64 84
                                    

Işıklar şehrinde yürüyorum. Ve ben bir gölgeyim, kaldırım taşına oturmuş, bir tutam yıldız tozuna muhtaç... Yukarı baktığımda uzayı gören gözlerim, gökyüzünün maviliğinden muaf. Oysa renginde binlerce gemi yolcu...

Bu yolculukta beklenmedik durumlar söz konusu. Ufuk çizgisine yaklaştıkça bir enerji tüm yolcuları geri itiyor. Öteye gitmek imkansız... Orada bilinmeyen mevcut. Kara deliğin aksi yönünde eve geri dönmek istemeyen gemiler çarpışıyor. O an gözlerimin önünden bir kuyruklu yıldız geçiyor. Ancak onu görebilmek için karanlık bir dünyada olmak gerekir. Işıklar şehrinde gözler görmez, size gösterileni görürsünüz. Ne zaman ki lambalar söner, birileri de ancak o zaman görünür. Tıpkı ben gibi...

Belki bir ateş, belki de su. Belki ikisi çarpışınca çıkan, dumandan ruh gibi... İçinde olduğum ve içimde boğulduğum dünyam beni bir gün bu dumana dönüşterecek. O vakit gökyüzüne yükselip yeryüzüne ağlayacağım. Gemileri batırıp ufuk çizgisine kadar tüm maviliği yırtacağım. Bu çizdiğim yol, hakikatin henüz kaldırım taşlarıdır. Ufuğun bir çizgi değil, resme başlamamız için bize sunulan bir perspektif olduğunun kanıtıdır. Bu yüzden geçmişe bakmadan geleceği göremezsiniz. Maviye bulanmadan siyah, siyaha bulanmadan mavi nedir bilemezsiniz.

Bulutsuz bir gece, dolunayın ışığı odadaki tüm mumları söndürüyor. Dışarıda uğuldayan baykuşlar gecenin şarkısını söylüyor. Balkon duvarına dayanmış onları dinlerken bir kara kedi de bu keyifli anı benimle paylaşmak istercesine duvarın üstüne kuruluyor. Elimi yumuşak tüylerinde gezdiriyorum. Siyah bir pamuk tarlasının üzerinde süzülüyor gibiyim. Soğuk bir rüzgar çıkıyor dudaklarımın arasından. O an bazı tüyler yuvalarından firar edip karışıyorlar bu karanlık resmin en koyu tonlarına. Kedi usulca ilerleyip bir çatıya göç ediyor. Baykuşlar da şarkının daha sonuna gelmeden ağaçların arasına dalıp beni burada yalnız bırakıyorlar.

Üzerime aldığım lacivert gökyüzünden hırka ile bahçeye iniyorum. Yörüngemde seyir eden tüm o diğer yıldızlar aralarında fısıldaşıyor. Işıklarının yavaşça söndüklerinden habersiz. O an hafiften sırıtıyorum. Uzay sonsuz bir melankoli, zaman kavramından yoksun. Astronotlar burada kendilerini yalnız hissediyor, oysa insanı kendi atmosferi sıkıştırıyor yeryüzüne. Ayaklarımıza yerçekimi zincirlenmiş. Hala hür duygularla koşup duruyorlar renkli bir haritanın içinde. Onları izliyorum işte buradan. Fısıltıları ile zamanları tükenmekte, ışıklarını karanlık sömürürken sessizce...

Arada uzaya uğrayan bir astronot var bildiğim. Bir türlü alışamıyor bu diyara. Koşamıyor, yürüyemiyor ancak uçabiliyor istediği gibi. Kendi gezegeninde hep hayalini kurardı oysa, şimdi gerçek olsa da farkında değil. Ve şimdi ondan birkaç ışık yılı uzaktayım. Uzay tam anlamıyla boşluk gibi geliyor.

Bu boşlukta bir düşünce kafesine hapsoluyorum bazen. İçinde yer alan soru işaretlerinden zincir ile dudaklarıma demir dikişler atılıyor. Ancak gözlerime indirilen siyah perde ile karanlıkla temas kurmam kolaylaşıyor. İşte o an gerçek anlamda özgürleşiyor, bu karanlığı kendi hayal gücümle aydınlatıyorum. Düşünüyorum...

Düşüncelerimi büken bir metafor sanatıyla çiğniyorum bütün kavramları. Yutunca yok olacağını sanıyorum. İçimde birikip parçam haline geldiğinden habersiz... Sadece varsayıyorum.

Ya uzay başka varlıkların gökyüzü ise? Astronotlar kuşsa, yıldızlar Oort bulutunun yağmur taneleriyse? Herhangi bir çarpışmada ortaya çıkan ışık patlaması atmosferimizi delen şimşek olarak yeryüzünü lazerlediyse? Şu an olduğu gibi. Bizi de... Çağın yanık bedenlerinde kayıp ruhlar. Kendilerini bulabilmek için zamana karşı yarışıp etrafta deliler gibi koşuyorlar. Oysa benliğimizi başka aynalarda aramak bize sadece o yanık tenlerimizi geri yansıtır. Ancak yüreğinle parçalayıp bakmalısın ona, çünkü üzerine kan serpilen keskin kırıklarda kendi rengini görmüş olacaksın.

Sanırım şimdi etrafımdaki tüm o yıldızların neden fısıldaştıklarını anlıyorum. İçine sığamadığım hayal gücü dünyamda kaybolmuştum ben. Sadece düşünüyorum. Ancak ipin düğüm kısmında öylece kalıyor, onu çözmeye uğraşmıyorum. Korkuyorum belki de. İpin diğer kısmıyla yüzleşmekten, en çok da kendi zihnimden...

Anlamsız. Hepsi bu! Soyut şeyler anlamsız geliyor onlara. Oysa düşlemek, somut şeylerin başlangıcıdır. "Düşünme, sadece yaşa." gibi bir hayat felsefesi ile peşin olarak ruhlarını teslim ediyorlar. Ancak ben tam anlamıyla yaşamak istiyorum. Kendi uzay gemimin galaksiye açılan penceresinden...

Odanın duvarını kaplayan o uzun, dar pencereden şehri izliyorum. Evin fayansına boydan boya yansıyan kırmızı ışık dışarıdaki cehennemi anlatmaya yetiyor. Neyse ki hiçbir çığlığa şahit olmayacak kadar uzağım. Ancak azap kurbanlarının gölgesi her gece evin içini dolduruyor. Bazen yatağıma uzandığım yerden saatlerce sırf onları izliyorum. Gölge oyunu gibi sahneleniyor duvarımda. Konu ise hep aynı. Melekler ve şeytanlar arasındaki savaşta kaybolan ruhlar... İnsanlar. Bizi mıknatıs gibi ölüme çeken zamanın arkamızdan sürüklediği artı ve eksiler... Ve şahit olduğum tek huzur, ızdırap öncesi okunan ölüm marşının son hecesinde biter. Günün ağırmasına yakın gözümün önünden siliniyor ruhlar. Sahne sıramı merak ederek perdeyi kapatıyorum.

Daha sonra birkaç mum ile aydınlatılmış dar koridorda sessizce yürüyorum. Peşimde beni takip eden gölgem ile koridorun en sonunda kalan kapıyı hafif bir ıslıkla aralıyorum. Aynalar odası... Asimetrik olarak yer buldu duvarlarda çarpık aynaların hepsi. Buraya her yıl bir kere uğruyor, geldiğimde saatlerce bir noktadan kendi yansımamı izliyorum. Eski kıyafetlerimi giyip geçmişi anımsıyorum. Düz, eğri, ters, yan... Hangisi benim? Kendimi görmek istiyorum. Kıyafetin ne kadar eski olduğunu hatırlayabilecek kadar taze mi hafızam? Ya da yeni beni fark edebilecek kadar ben miyim şu an? Öğrenmenin tek yolu var. Yapboz parçaları gibi etrafa dağılmak... Sonra onu tamamlamak için kendine karşı boyun eğmek. İpleri elinde tutan zamanı delmek için yumruğumu bir aynaya savuruyorum. Çıkan sesten irkilen kara kedinin gölgesi perdenin ardından hızla kayboluyor. Parmaklarımdan damlayan kan ile kendi içimdeki belirsizliği arındırıyorum. Üzerinde gezindikçe çıtırdayan keskin parçalardan birini alıp arkamda boş kalan bir duvara yapıştırıyorum. Bu yapbozun, gelecekte tamamen ortaya çıkacak olan benliğimin ilk parçası. Her yıl bir ayna kırıldığında onu bu duvara sabitleyeceğim. Kırdığım aynada öldürdüğüm hangi parçamsa, bütün halde bir gün hepsini göreceğim. O gün yapboz tamamlanmış olacak ve ben de zamanı yenmiş, artık onun tutsaklığından kurtulmuş ve bir kuş kadar özgürce bu galaksiden göçeceğim.

Elimi yıkarken lavabo kenarlarına bulaşan kan, suyun rengini de kendine katıyor ve girdap halinde akıp gidiyor. Havluyu da lekelemeden önce karşımda duran aynaya kısa bir bakış atıyorum.

Gözlerimin altındaki morluklar uykusuzluktan dövüldüğüm gecelerin hatırası. Tenim hala bir ölüye meydan okur gibi beyaz. İçine dalarken ruhların nefesini tuttuğu mavi gözlerim, tek yaşam belirtisi.

Ve saçlarımdan dökülen yıllar birkaç telin rengini de alıp götürüyor. Zaman geçtikçe solan portreler gibi siliniyoruz hayatın tuvalinden. Fakat ressamın üstüne bulaştırdığımız renkler hep yerini koruyacak. Nihayetinde fırçanın bizi gıdıklamasıyla gülerek geçirdiğimiz, palette boya kalmadığında üzüldüğümüz saatlerin hiçbir önemi kalmayacak.

Bu ıssız şafağın ortasında dinlediğim kafamın boşluğundaki sessizlik, atmosferden sıyrılmış bir anafor. Hayatım boyunca hep onu bekledim ancak şimdi zorla atan kalbimi bana daha çok hatırlatıyor. İçimdeki bu güneş sadece etrafını ısıtıyor. Kendi yapı taşında donmuş bir kristal tanesi... Bu tezatlık yıldızlararası yolculuğumda beni eksantrik bir havaya buluyor. Kendimi bu karanlık kuşağın kollarına teslim edip sakince ilerliyorum etrafta. Ancak o an bir şey fark ediyorum...

Ruhumu boğumundan sökecek bir asteroit doğrudan bana yaklaşıyor. İçimdeki tüm atomları sarsacak kadar etkili olabilir mi? Ben buna karşı koyacak kadar güçlü müyüm? Gitgide yaklaşıyor, beni bir girdap gibi kendine çektiğini hissediyorum. Aslında hiçbir engelin suçu yoktur. Gelişini izleyip olduğumuz yerde kalan bizler kadar... O yüzden şimdi üzerimden lacivert hırkamı çıkarıp onu gökyüzüne teslim ediyor, rüya bekçisine biletimi kestiriyorum.

Işıklar şehrinde lambalar yanmak üzere...

*Oort bulutu, güneş sistemimizi çevrelediğine inanılan ve tamamı kuyruklu yıldızlardan oluşan bir bölgedir.

SüpernovaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin