prologue

5K 330 52
                                    

''

Migren. Onu ilk, ikinci ve üçüncü hatta dördüncü görüşümde hissettiğim o ağrıyı migren olarak adlandırmıştım. Eh, doktorlar da bana olan bu şeyin tam olarak ne olduğunu çözememişlerdi ancak onlar doktorlar; kendilerini aşan hastalıkları daha olağan bir hastalığa bağlayarak hastalarını başlarından savarlar, değil mi? Tam olarak öyle yaptılar tabi. Tıpkı migreni tutan insanlar gibi beynimde tümör varmış da bu beni öldürecekmiş gibi hissettiriyordu ama sadece o insanı görünce nasıl birden başım ağrımaya başlayabilirdi ki?

Onu gördüğüm zaman gerçekten son anlarımı yaşıyor gibi hissediyordum. Rengim soluyor, ağzım kuruyor, inanılmaz keskin bir ağrı en başta başım olmak üzere tüm bedenimi etkisi altına alıyor ve bacaklarımdaki tüm gücü çekiyordu. Bütün bunlara sebep olan o insanı ilk olarak kasvetli bir mart akşamında görmüştüm. En yakın arkadaşımın doğum günüydü. Kara bulutlar tepemizde dikildiği için Han Nehri'ne gidip içmek yerine kapalı bir mekanda daha fazla içmeyi tercih etmiştik. Daha fazla içmiştik çünkü ben yağmurdan nefret ederdim ve bu nedenle de onları bara gitmeye ikna eden kişi de bendim. "İki katı bira ısmarlayacağım." demiştim çünkü gerçekten yağmur en nefret ettiğim şeydi. Şimdi ise düşünüyorum da...Bir şeyleri farklı yapsaydım şu an daha mutlu olur muydum? Belirsiz. Çektiğim acıyı ve bana yaşattıklarını düşününce o gün Han Nehri'ne gitmeyi kabul etseydim kesinlikle daha mutlu olurdum ama bir de işin 'hissettirdikleri' kısmı vardı. "Nasıl hissettiriyor?" Evet, bu soruyu kendime binlerce kez sordum ve her defasında sadece düşündüm. İyi hissettiriyor, bazı zamanlarda o kadar iyi hissettiriyor ki çektiğim tüm o acıyı unutuyorum. Hepsi bu.

Gülümsüyorsun. Muhtemelen merak ediyorsun. Eh, lafı epeyce uzatacağım en azından girişi kısa tutmalıyım.

Şöyle başladı...

"Byun Baek Hyun geliyor...geliyor...ve...sokuyor!" Etrafımdaki iki üç beyinsizin sesleri yükselip adıma tezahüratlar savurmaya başlarken iç çekerek deliğe giren topun ardından son bir kez baktım ve istakayı masanın üzerinden çekerek geri çekildim. Birkaç gündür yalnızca dört saat uyuyabilmiştim ve işten zaman bulup dinlenebileceğim tek gün bugündü ancak şu an yoğun sigara dumanının hakim olduğu kapalı mekanda en yakın arkadaşlarımdan birisinin doğum gününün hatrına bilardo oynuyor ve altıncı bardağımı içmeye gidiyordum.

Paytak adımlarımı düzeltmek için çaba sarf ederek istakayı masaya dayadım ve sırtımı dönüp bar masasının üzerine dizilmiş dolu bardaklardan birisini kafaya diktim. Hatırladığım kadarıyla az daha düşüyordum ancak masaya sıkıca tutunarak son anda kurtulmuştum. Birkaç bardak mı düşmüştü ne? Ayakkabımın içine usulca giren sıvıyı göz önünde bulundurursak...evet.

Masanın kenarlarını sıkıca kavrayan uzun parmaklarımdaki son gücü de kaybedip yere düşen cam bardakların üzerine usulca düşmüştüm. Daha doğrusu yere düşen bardakların kırık enkazlarının üzerine. Uyku ve içki sarhoşu olsam bile o an bir iki masa dışında herkes böyleydi. Benim gibi, bizim gibi deli divane sarhoş...

Tam olarak hatırlamıyorum nasıl yaptığımı ancak bir anda kendimi dışarıda bulmuştum. Doğum günü çocuğu olan en yakın arkadaşımı ve diğerlerini arkada bırakmış, otuz bir katlı bir binanın otuz birinci katındaki bardan zemin kata inerken kabine kusmuş ve nasıl olduysa girişteki güvenlik görevlilerini tedirgin edecek bir şey yapmadan(?) kendimi Seul'ün en kalabalık caddelerinden birinde bulmuştum. Gözlerim fırıl fırıl dönüyor, bacaklarımın beynimin zorlamasıyla bedenimi ayakta tutmaya çalışıyordu. İki bin on sekiz yılında Seul sokaklarında, veya caddelerinde hiç fark etmez, benim gibi sarhoş insanlar görme olasılığınız yüzde doksan dokuz nokta dokuzdu. Yanisi tam şu an yere serilsem ve uyuklasam kimse garipsemez, hatta üzerime zavallı cılız bedenim üşümesin diye peçete atan bile olurdu. Bu yüzden daha fazla dayanamayan bacaklarıma 'her şey iyi olacak' dedikten sonra kendimi yere bıraktım. Dizlerim yerle buluşur buluşmaz bir şey oldu. Ne mi? Bir şey işte. Parmak uçlarımdan başlayan dayanılmaz bir sancı yayılarak omurgama, oradan da beynimdeki sinir uçlarına kadar ulaştı. Hayatımda ilk defa nefes alamamıştım. Yaşadığım panik ve acı dayanılmaz ölçüdeydi. Kafamı hareket ettiremiyordum. Önümden geçen bir kız dönüp bakar gibi olmuştu ancak sevgilisinin çekiştirmesi ile uzaklaşıp gitmişti. Konuşamıyordum bile. Vücudumun üst kısmı da diğer yarısı gibi etkisiz hale gelince bedenim sert zemine tosladı. İçimdeki acıdan dolayı düşüşün verdiği o sızıyı hissetmemiştim. Belki de kafam da yere çarpmıştı, emin değilim. Gözlerim doğruca karşıya bakıyordu ancak tek görebildiğim yüzlerce ayaktı. Bazıları diğerlerine göre daha hızlı ilerliyordu, bazıları sağa ve diğer bazıları sola gidiyordu. Kolumu hareket ettirebilseydim yakınımdan geçen birisini yakalayıp yardım istemek için elimden geleni yapabilirdim ama şu an ruhum bedenimi terk etmiş gibiydi. Kontrolü tamamen kaybetmiştim.

Sonra onu gördüm. Tam karşımdaydı. Yani ayakları tam olarak gözümün hizasındaydı. Bir çift airmax giyen ayaklar aynı hizada sadece duruyordu. Bir şey bekliyor veya bir şeyi izliyor gibiydi. Kafamı doğrultup o insanı görmek için ne kadar çaba sarf ettiğimi hatırlayamıyorum bile. Son saniyelerim bulanıktı. Kafamı kaldırabilmiştim kaldırabilmesine ancak görüşümü kaybetmek üzereydim. Etraftaki uzun ve görkemli binaları, caddeyi aydınlatan tabela ışıklarını ve sokak lambalarını birbiriyle iç içe geçmiş bir şekilde görüyordum. Ancak bir çift göz gördüğümden emindim. Çekik ve iriydiler. Hayal mi görüyordum yoksa gerçek miydi bilmiyordum ancak şu bir gerçekti...Bayılıp gitmememi sağlayan ve beni esir alan ağrının daha da güçlenmesini sağlayan şey o gözlerdi.

Ve sonra kulağımda yankılanan korkunç çınlamayla birlikte göz kapaklarım tamamen kapandı.

Enchanted | ChanBaekWhere stories live. Discover now