“Tamam, o zaman hadi annenin yanına gidelim.” Dediğinde gözlerimi açarak ona baktım.

“Aslında sen sadece beni oraya bırak. Annem bugün nöbetçi, yani eve geç gelir. Sen beni hastaneye bırak o yeter” annem bir hemşireydi. Bu iyi bir şey yani ben hastanede büyüdüm denilebilir. Babamın olmadığı geceler hastanede annemin yanında kalırdım. Bütün doktorlar benimle ilgilenirdi. Beş yaşımdayken bütün çalışan kadınlar gelip beni severdi, adamlar da şeker çikolata falan alırdı. Orada insanların nasıl öldüğüne şahit olduğum zamanlar olurdu.  Aslında hastaneler insanların tuhaf hikâyelerine konu olan yerdi. Farklı insanların farklı hikâyeleri. Bazen de bize hayatın ölümlü olduğunu hatırlatıyor. Kısacası her insanın hastanelere sadece hastalık için gitmemesi gerekiyor. Oradaki insanları ziyaret amacıyla da gitmeli.

“Peki, ben seni bırakayım. Sonra ararsın gelip alırım.” Demesiyle kendime geldim. Tamam, bu cazip bir fikirdi. Hemen aşağıya kata inip motora atladık. Yolda giderken aklımdaki düşünce sadece annemin kararıma vereceği tepkiydi. Her ne kadar annem ile aramız kötü olsa da sonuçta benim annem. Ben de onun tek evladıyım.

“Aradığın anda yanındayım melek” al işte valla kendimi Nora gibi hissediyorum. Patch’im benim başmeleğim.

“Oldu bil abilerin en yahuşuhlusu.” Onu öpüp hastanenin danışmasındaki Meltem ablanın yanına gittim.

“Selam Meltem abla annem nerede?” kafasını bilgisayardan dışarı çıkartıp bana baktı ve gülümsedi.

“Annenin bir hastası var, sanırım yarım saate çıkar” kafamla onaylayıp asansörün gelmeyeceğini bildiğim için es geçip merdivenlerden 4. Kata çıktım. Hastaların olduğu kat. Burada bir sürü tanıdığım insan vardı. Ama bir tanesi benim için çok özeldi. Onu 3 haftadır ihmal ettiğim aklıma gelince tekrardan merdivenlere yöneldim ve 5. Kata çıkıp 324 numaralı odaya yöneldim. Kapı açıktı ve Mert gözlerini pencereye dikmiş oraya boş boş bakıyordu. Bir zamanlar bu gözlerin anlamla baktığına eminim.

İçeri girip yanına kadar gittim.

“Selam Mööört” diye bağırdım. Mert kafasını sağa sola çevirip,

“Buse? Sen mi geldin” dedi. Mert’e hiçbir zaman acımadım. Çünkü acınacak bir halde değildi. O da hep böyle söylerdi. Mert görme engelli ve bu teşhis ona 6 yaşında konulmuş. Gözlerindeki tümör gittikçe büyümüş ve onu kör etmiş. Doğuştan değil ve o bunun çok büyük bir nimet olduğunu söylüyor.

“Evet, ben geldim nasılsın?” elimi elinin üstüne koydum. O ise gözlerini tekrardan pencereye çevirdi.

“3 haftadır beni ekiyorsun. Fark etmiyorum zannetme, körüm ama haftaları sayabiliyorum.” Oturduğu koltuğun yanına oturdum ve kolumu omzuna attım.

“Hiç eker miyim ben seni? Sen de biliyorsun Mert ben acil bir işim olmazsa her hafta geliyorum yanına” dedim samimice. Gülümsemesi bütün suratına yayıldı.

“Annen bir şey anlatmadı. Her gelişinde seni sordum ama cevap bile vermedi. Benimle konuşmuyor. Bir şey mi yaptım?” Mert bazen çok saf olabiliyor. Benimle yaşıt ama bazen bebek gibi temiz ve saf olabiliyor. Onu bu yüzden seviyorum. Asla ümidini kaybetmiyor ve her zaman çok iyi biri olmuştur. Kimseye hiçbir kötülüğü dokunmamıştır.

“Hayır, Mert sen neden her şeyi üzerine alınıyorsun ki. Şey sana anlatmıştım ya hani abim var diye…” başladım ve bütün olanları anlattım. Şimdi siz diyeceksiniz ki bu çocuk abimin olduğunu nasıl biliyor. Ve Buse açıklar ‘Ben Uluç’a bile söylemediğim abimi Mert’e söyledim’ sakın bana öyle bakmaya kalmayın. Uluç kör ve bir hastaneye bağlı değil. Mert’in buradaki neredeyse tek arkadaşı benim ve benim de konuşmaya ihtiyacım var. Mert de hayatımı dinlemeyi çok seviyor. Hatta başkalarının hayatlarını dinlemeyi çok seviyor. Burada yapacak başka bir işi yok ki. Men de her geldiğimde okulda olan olayları, evde olan olayları ve hayatımda olan her şeyi anlatıyorum. Bir tür günlük gibi düşünebiliriz bu durumu. Mert benim günlüğüm. Eğer ben ölürsem biyografimi yapabilir. Ya da hayat hikâyemi yazıp bastırabilir. Evet, sanırım bunu yapar, neden yapmasın ki ben de ünlü olmuş olurum.

Egoist ♕Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin