Evan hızla gözden kaybolduğunda ne yapacağımı düşünüyordum. Ona asla güvenmemem gerektiğini bilsem de bir yanım doğru söylediğini düşünüyordu. Eğer gerçekten Vera'yı tanıyorsa kardeşimi kurtarmama az kalmış demekti. Aklımdan tüm olasılıkları geçiriyordum. 

Alex'ten Kızıl Tılsım'ı almak kolay olmayacaktı, biliyordum. Alex kendine ait en ufak bir şeye dahi çok dikkat ederdi, onu öldürebilecek bir şeyi sakladığı yeri Teo'nun bile bilmediğine emindim. 

Düşüncelerimle boğuşurken sol tarafımdaki binadan gelen ayak seslerini duyar duymaz oradan uzaklaştım. Her ne kadar gerçek kimliğim ifşa olmayacak olsa da dikkat çekebilirdim. Saklandığım yerden etrafı gözetlemeye başladım. Topuklu ayakkabının hızla yeri dövmesinden gelen kişinin bir kadın olduğunu anlamıştım. Ayrıca burnuma hoş bir bayan parfümü dolmuştu. Fakat gelen her kimse acelesi olmalıydı, çünkü ayak sesleri kısa süre sonra uzaklaşmıştı. 

Sesin kesildiğine emin olduğumda derin bir nefes aldıktan sonra saklandığım yerden çıktım ve hızlı adımlarla yürümeye başladım. Ne kadar süredir dışarıdaydım bilmiyordum fakat Mila'nın telefonuma bıraktığı çağrılara bakılırsa uzun süredir buralarda olmalıydım. Daha fazla oyalanıp Alex'in dikkatini çekmek istemiyordum. 

Hızla eve ulaştığımda kapıdaki nöbetçilerden başka hiçkimse yoktu etrafta. Evin içerisinden de pek ses geldiği söylenemezdi. Nöbetçilere sevimli bir gülüş atıp kapıyı açmalarını bekledim. Nöbetçilerden biraz daha kilolu olanı beni uzun bir süre inceledikten sonra soğuk bir sesle "Yemek en arka salonda." dedi ve kapıyı büyük bir gürültüyle açtı. 

İçeri girdiğimde merdivenlerin yanında bekleyen hizmetçilerden başka kimseyi göremedim. Herkes salonda olmalıydı. Kabanımı hizmetçilerden birine uzattıktan sonra salona girdim. Salonda upuzun bir masa vardı ve masanın bir ucunda Alex, diğer ucunda ise Teo oturuyordu. Alex'in hemen yanındaki boş sandalyenin benim olduğunu anlamam uzun sürmemişti.

Adımlarım salonda yankılanırken Alex'in alaycı bakışları bana döndü. "Alexandra, yemeğe yetişebilmene sevindim." Bunu öyle bir tavırla söylemişti ki asıl soruyu anlamam için dahi olmama gerek yoktu. Neredesin Alexandra? 

Teo adımı duyar duymaz ayağa kalktı ve bana doğru birkaç adım atıp elime ufak bir buse kondurdu. Ona hafifçe gülümseyip elimi kurtardım ve hızlı adımlarla yerime geçtim. Geçen gün boğazıma yapışan o değildi sanki, bu kibarlığı ondan korkmama sebep olmuştu. 

Yemek masası öylesine ihtişamlıydı ki kraliyet ailesindenmiş gibi hissetmiştim. Sandalyenin sırt kısmı o kadar uzundu ki arkamı görebilmem mümkün değildi. Sandalye tahtadandı fakat oldukça kaliteli duruyordu. Ayrıca kol koyma yerlerindeki pırlantalar basit bir tahta parçasını dünyanın en önemli şeyine çevirmiş gibiydi. Rahat bir pozisyona kavuşunca bakışlarımı masanın üzerinde duran küçük kutuya çevirdim. Bir çeşit mücevher kutusuna benziyordu. Kutu en az masa kadar ihtişamlıydı.

Alex gösterişi seviyordu.

Alex bakışlarımı yakalamış olacaktı ki kutuyu çevik bir hamleyle parmaklarının arasına aldı ve ayağa kalktı. Yüzündeki ifadeden kutuda ne olduğuyla ilgili bir sonuca varmak mümkün değildi. Bu yüzden merakla Alex'in sözlerine odaklandım. 

"Savaş başlamak üzere." dedi Alex herhangi bir şey söylermiş gibi. "Bu yüzden tüm dostlar bir aradayken bir ricada bulunmak istiyorum." Dostlar kelimesini vurgu yaparak söylemesi dikkatimden kaçmamıştı. Alex, bir süre bizi inceledikten sonra elinde tuttuğu küçük kutuyu açtı. 

Kutunun içinde bir taş vardı. Taş kırmızı renkteydi fakat bu kırmızı öyle bir kırmızıydı ki insanın gözünü kamaştırıyordu. Küçük bir taştı, bir insan kolayca avucunda gizleyebilirdi. Fakat kesiminden dolayı olsa gerek, birine zarar verebilir gibi duruyordu. Kısa süre sonra Alex kutuyu kapatıp ceketinin cebine özenle yerleştirdi. 

İçgüdüHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin