Başımı Yiğit'e çevirince gözlerini kısmış bir şekilde yanımıza gelen adamı incelediğini farkettim. Adam da bizi farketmiş olacak ki, "Aa merhaba merhaba, siz Esra'mın arkadaşlarısınız herhalde?" demişti. Yiğit benden önce konuşmaya başlayıp, "Gitmemiz lazım, size iyi eğlenceler." demişti.

Ben ne olduğunu anlayana kadar çoktan Yiğit koluma girmiş, merdivenlerde beni ardından sürüklemeye başlamıştı. Merdivenleri indikten sonra Yiğit'in kolundan çıkarak sinirli bir şekilde, "Ne yapıyorsun?" diye sormuştum.

Yiğit, "Sakin ol, arabaya binince anlatırım. Şimdi gitmemiz lazım." demişti.

"Acaba beynim ne zaman pes edecek çok merak ediyorum, hep sonra anlatırım, sonra şöyle yaparız diye diye beni saf dışı bırakıyorsunuz, her şeyi bilmeye benim de hakkım var." diye mızmızlanırken bir anda kendimi havada buldum. Yiğit beni kucaklamış arabaya götürüyordu. Ben "Napıyosun!?" diye bağırdığım anda, "Sessiz ol yere atarım seni." dedi. Bu tehditten korkup sesimi kısmıştım. "Tamam artık yere indir konuşmayacağım arabaya varana kadar." dediğim zaman tek kaşını kaldırıp, "Emin misin?" diye sormuştu. Bense Kim Milyoner Olmak İster' de yarışıyormuşum gibi havaya girerek, "Son kararım." demiştim.

Bunun üzerine Yiğit beni yere indirip hızlıca yürümeye başladı. Ben ona yetişmeye çalışırken sol ayakkabımın topuğu kırıldı. Sinirlenip ayakkabıları ayağımdan çıkararak yalınayak yürümeye başladım. Yiğit ise göz ucuyla bana bakıp hafif bir tebessüm etmişti. Ona, "Ne gülüyorsun be ?" diye sorunca, "Konuşmak yok demiştik." dedi. Aklıma beni yeniden kucaklayabileceği düşüncesi gelince hemen susmuştum.

Biraz daha yürüdükten sonra arabaya ulaşmıştık. Johnson bizi görünce gülümseyerek, "Birinci aşama tamam." demişti. Yiğit Johnson'a, "Düşer gibi olduk ama yara almadık." diye karşılık vermişti. Johnson arabayı çalıştırırken, "Bende onu soracaktım, son konuşmalar da neyin nesi?" demişti.

Yiğit emniyet kemerini bağlarken, "Sansar'la karşılaştık." dedi.

"Sansar da kim? " diye sorduğumda beni yeni farketmişler gibi ikisi de arkasına dönmüştü. Johnson, "Sansar, Amerika'dan birisi. Asıl adı Bryant. O da yetenekli bir kaç insan içinde, tek sorun o kötülerin tarafında." diye cevap verdi bana.

Yiğit devam etti, "Büyük ihtimalle Sansar konukları izlemek için davetten biriymiş gibi davranıyordu."

Ben Sansar dedikleri kişiyi düşünürken Johnson'ın zihninde onun çok aptal birisi olduğunu duydum. Ama yine de bir anda beklenmedik yerden de çıkabiliyormuş. Sanırım bu yüzden Sansar diyorlardı. İyi de ben tüm gece Yiğit'in yanındaydım, bu Sansar dedikleri kişiyi nasıl farkedemedim? Bunun üzerine Yiğit'e, "Sansar'ı bende gördüm mü acaba?" diye sordum.

Yiğit gülerek, "Şu Esra isimli iş arkadaşının sevgilisi desem. Büyük ihtimalle kızı kullanıyor. Gerçi nerden buldular birbirini o da merak konusu. Neyse ki beni tanımadı. Hiç zihninde farklı bir şey duydun mu Sansar'ın Buğlem?" diye bana bir soru yöneltti.

Zihnimi tararken Sansar dedikleri kişinin düşüncelerini dinlemenin hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Onunla ilgili tek hatırladığım şey ilginç gülüşü ve konuşması olmuştu. O da bu yetenekli insanlar arasında ise onun yeteneği neydi acaba?

"Bu Sansar dediğiniz kişinin ne yeteneği var?"

"Kendisi uçabiliyor."

"Nasıl yani?"

"Kuş gibi uçuyor işte nasılı mı var."

Johnson'ın zihninde gerçekten de Sansar'ın, kuşa dönerek uçabildiğini duymuştum. Uçmak insanoğlunun yüzyıllardır istediği bir şeydi. Hezarfen Ahmet Çelebi'nin döneminden günümüze çoğu kişi uçmayı denemiş, sonraları bunun için uçaklar, helikopterler ve jetler yapılmıştı. Demek ki Bryant, takma adıyla Sansar bunu yapabiliyordu. Artık bu tarz şeyleri duyduğumda şaşırmıyordum. Alışmıştım çünkü. Belki de daha nelerini duyacaktım ama yine de şaşıracağımı sanmıyordum artık.

Ben bunları düşünürken aklıma Esra geldi. Ya yanındaki adama bizi anlatır da oyunumuz anlaşılırsa? Bunun üzerine bu düşüncemi Yiğit ve Johnson ile paylaştım. Yiğit gülerek, "Sansar bu kadar zeki değil. Yeteneğinden olsa gerek, kuş olabilir ama beyni de bir o kadar kuş gibi. Arkadaşına bizi sormak aklına gelmez ki arkadaşının da bizden bahsedeceğini hiç sanmıyorum. Kızın aklını okumak için seninki gibi bir yeteneğe sahip olmak gerekmiyor. Kız biz gittiğimiz anda bizi unutmuştur bile. Zaten Sansar'ı yeniden Amerika'ya yollarlar bir iki güne. Türkçesi pek iyi değil, onu Perfman'ı hayata geçirecekleri güne kadar yanlarında tutacaklarını sanmıyorum."

Yiğit'in yaptığı bu açıklama beni yeteri kadar tatmin etmişti. Sanırım fazla paranoyaktım. Bu geceyi bir süre düşünmek istemiyordum. En azından uykumu güzelce alıp yeni güne başlayana dek...

Yolun kalanında Yiğit pek konuşmamıştı. Johnson ise bir sonraki davete kadar planlar yapmamız gerektiğinden bahsetmişti. Bir ara Annabella'yı sormuştu ama daha sonra kendi kendine konuyu değiştirip yetenekli diğer kişilerden bahsetmişti.

Kendim de dahil olmak üzere 5 yetenekli kişi tanıyordum. Yiğit, nesneler ve duygular üzerinde hâkimiyet kurabiliyordu. Selim, zamanda bir kaç saniyelik oynamalar yapabiliyordu. Annabella, beden değiştirebiliyordu. Sansar yani Bryant, kuşa dönerek uçabiliyordu. Ve ben, düşünceleri duyabiliyordum. Yakında diğerlerini de tanıyacaktım bu yetenekli kişilerin. Gerçi hepsinin amaçları kötüydü. Onların karşısında ise Yiğit, Selim, Johnson ve Annabella vardı. Ha bir de ben.

Annabella'nın her ne kadar yüzünü görmemiş olsam da içten içe bir anti sempati duyuyordum ona. Tanımadığım daha doğrusu tanışmadığım birisi için böyle ön yargılıca hisler taşımak yanlıştı ama engel olamıyordum kendime. Belki de benimle hiç iletişim kurmamış olduğu için kızgındım ona. Gerçi o da haklıydı, daha aralarına katılalı az zaman olmuşken bir anda benimseyemezdi beni.

*****

Yaklaşık gece 3'e doğru dağ evine varabilmiştik. Selim ise bir saat sonra yeni çıkacaktı işten. Valeleri davet bitene kadar orada tutuyorlardı. Bu gece en çok yorulan bariz bir şekilde Selim olmuştu. Bir kaç gün dinlenmeyi hakediyordu.

Biz de Yiğit ve Johnson ile eve girer girmez mutfağa dalmıştık. Tüm gecenin verdiği açlık ile Selim'in bir gece önceden hazırlayıp dolaba koyduğu yemeklerden yemiştik. Sessiz geçen yemek faslından sonra anladığım kadarıyla kimsenin uykusu yoktu. Johnson ve Yiğit  arka bahçedeki eski ahşap taburelere oturmaya gitmişti. Bende hepimize kahve hazırlayarak onların yanında yerimi almıştım.

Güneş doğana kadar bahçede oturmuştuk. O sırada Selim de eve gelmişti ve o da muhabbetimize ortak olmuştu. Gerçi genelde konuşanlar Johnson ve ben olmuştuk. Yiğit her zaman ki bizi dinleyip arada bir de gülümseyerek orada olduğunu belli etmişti. Selim ise tüm gece ki maceralarını anlatmıştı bize.

Hepimiz konuşmaktan yorulup dinlenmek üzere odalarımıza çekilmeye karar vermiştik ki beklenmedik bir şekilde telefonum çalmaya başladı. Sabah sabah kim arayabilirdi ki? Üşüyünce üzerime geçirdiğim ince haki rengi ceketin cebinden telefonumu çıkardığımda arayanın Cemre olduğunu gördüm, hayırdır inşallah?

Bekletmeden telefonu açıp cevap verdim, "Alo sarışın bir şey mi oldu? "

"Sürpriiiiz!"

Cemre heyecanlı bir şekilde cevap vermişti. Sesinin mutlu geldiğini duyunca biraz olsun içim ferahlamıştı.

"Noldu sarışın sabah sabah ne sürprizi?" diye gülerek cevap verdim. Ama Cemre'nin cevabı ile gülüşüm yerini şaşkınlık ve korkuya bıraktı: "Bir kaç gün için izin alıp bende Amerika'ya geldim, şimdi havaalanındayım, kaldığınız otele gelip sürpriz yapacaktım ama bulamam diye burda beklemeye karar verdim. Hadi beni almaya gel Budi, seni bekliyorum."

Seni Duyuyorum!Where stories live. Discover now