Bölüm 20: Gidiş.

Start from the beginning
                                    

Bizim yumruklarımız vardı, onların gaz kapsülleri, plastik mermileri, koca zırhlı akrepleri vardı...

Sonuç ne oldu, peki? Biz çok şey kaybettik bu zamanda. Kazanamadık onlarca... Unuttukları şey şudur ki, biz hiçbir şeyi kazanmaya çalışmadık. Kazananın olmadığı bir savaşta, kaybeden olur mu? Olmaz, tabii.

Sende düşün bunları. Oku. Çok çok oku. Gerçeği göreceksin, arkadaş. Kendine iyi bak, günün birinde dışarıda elini sıkmak umuduyla...

E.A. Sağanak

* * *

İyileştim. Ulaş, bir dakika olsun ayrılmadı yanımdan. Ne zaman yardım için elimi uzatsam, tam da yalnız olduğumu düşündüğüm o anlarda hem de, karanlıktan fırlayarak elimi sımsıkı tuttu. Yardım etti bana.

En rezil hallerimi gördü, en berbat sesimi işitti, bu bana utanç verirken o, bir gram uzaklaşmadan her daim yanımdaydı.

Sırf yüzünden hiç eksilmeyen o minnettar tebessümü için bile sevebilirdim onu. Sırf o tebessümü için bile saatler boyu izleyebilirdim yüzünü.

Fakat hayatın bizim için oynadığı bir oyun vardı. Nahoş bir oyun. Hem benim, hem onun yaşantısını saptıracak bir oyun... Kendimi, sosyal konulara kaptırmış gidiyordum. Binmiştim, trenine emekçilerin, saçlarımı rüzgarda savura savura ilerliyordum, sonunu düşünmeden.

Dediğim gibi, gençtim işte. Kanım kaynıyordu, annemin değimi ile. Nerede bizden bir türkü duysam, yumruğum sıkılırdı hemen. Nerede siyasi bir gönderme görsem tüylerim diken diken olurdu; meydanlara dökülmek, bağırmak, haykırmak ve hatta tutuklanmak isterdim...

Evet, isterdim.

Elit ile birkaç defa daha mektuplaşmıştık, bir gün babam yakaladı mektubunu; kızdı, bağırdı bana. Başımı belaya mı sokacakmışım, bu yaşta ne siyasetiymiş, kendimi düşünmüyorsam onları hiç mi düşünmüyor muşum, bacak kadar boyumla düzeni mi değiştirecek miş mişim! Söylendi de, söylendi. Bağırdım bende. İlk defa bağırdım, babama. O an öyle geliyordu ki, düşüncelerim uğruna tüm dünyayı karşıma alabilirdim.

Lakin zordu, yapamazdım, bilmiyordum. Babama:

"Bu yaşta ölmeye, öldürülmeye tamam da, düşünmeye mi hayır?" Diye bağırışım hala kulaklarımda. Sonrasında, yasakladı. Bir daha mektup yazmayacaktım, ona.

Yazmadım.

Yaz sonuna doğru, bir haber aldık ki, dedem vefat etmiş. Annem, perişan, biz perişan... Apar topar Mersin'e gittik. Ölümlerin ne denli fazla, ne denli yakın olduğu bir defa daha dank etti kafama.

Bunun siyasetle, direnişle, devrimle bir alakası yoktu, hem de! Bilgisayar başında izlediğim, yakın zamanda yaşanan direnişin görüntüleri, yiten canlar... Hayır, hiçbiri bu denli gözümü korkutmamış, bu denli yıpratmamıştı duygularımı. İşte o zamanlarda, tekrar düştü aklıma o soru... Neydi kötülük?

Kötülük neydi! Kötü olan neydi?

Ölüm.

Ölüm müydü, yoksa ölümün getirdiği kaybetmişlik duygusu muydu? Yoksa ikisi de mi kötüydü?

Cevabı olmayan sorular silsilesini elimle bir kenara ittim; dedemin kırkında, gittim saçımı kestirdim, kısacık. Neden, bilmem. Kesilen her bir saç telim iyi geldi bana sanki...

Kulak hizasında, belki biraz aşağısında dalga dalga salınıyordu, bir avuç saçım. İki gün sonrasında, gittim yine kuaföre, boyattım, saçımı.

SONWhere stories live. Discover now