Mektup ♣ ♣

91 13 4
                                    

Mektup ♣ ♣

Geceye kadar uyumanın çok doğru bir seçim olduğunu fark ettim. Aslında her şey kutup ışıklarında gizliymiş. Anlamam için sızmam gerekti ama bunu öğrendim. Kutup ışıklarının yaydığı ışık, Antarktika'nın yuvasını oluşturuyordu.

Belki de Antarktika soğukluğu kendisi seçmişti ve halinden oldukça memnundu.

Her şeyi geçtim, asıl garip olan şey yerde üç tane yaprağın olmasıydı. Bu havada, buzun altında üç tane yaprağın olması ilgimi çekmişti.

Yaprağı elime çekiştirmeden yerleştirdim ve bir anda elimden kaydı, bir bütün olarak havaya zıpladı. Ben de onunla birlikte kendimi geriye fırlattım. Neredeyse Antarktika'nın buz gibi sularına -kutup ışıkları yüzünden her şey mor renkte parıldıyordu- düşüyordum. Kafasında üç tane yaprağı olan bir havuç paytak paytak bana yürüyor ve zıplayıp garip bir ses çıkartıyordu. Anlamak için biraz dikkatli dinledim ve sanırsam kulağım sağırlık tehlikesiyle yüzleşti.

Zıplayıp önceden hiç duymadığım bir ses çıkartıyordu. Türkçede bunu karşılayabilecek bir kelimenin olduğunu sanmıyordum.

Onu uzun bir süre dinledikten sonra susmayacağına karar verip geri yattım. Antarktika'nın buz gibi soğuğundan çıkan tatlı bir havucun parıldayıp zıplaması galiba ilgimi çekmemişti.

Ve havuç bana omuz attı. Hayır, saçmalama diye bakma; gerçekten, sağlam geçirmişti karnıma. "İlk önce anne, sonra arkadaşlar, sonra da sevgililer, bir senin tribin eksikti havuç!" diye mırıldanarak havuca döndüm.

Ama ne dönüş...

Önce havuca, sonra benim bilmem kaç katım olan ve yine mor renkte parıldayan şeye baktım. Bunu hakikaten nasıl görmemiştim ben? Önümde ucu, kuzey ışıklarına yolcu götürürmüşcesine uzanan bir yılbaşı ağacı vardı. Işıklandırmadaki led lambalar bile benim kadar bir şeydi, büyüklüğünü sen düşün artık.

Havuç yine bir yere koşuyordu, koşmak denirse. O kadar paytaktı ki... Bir havucun bu kadar tatlı yürüyebileceği aklıma gelmemişti. 

Bir şey alıp bana getirmeye başladı ama getirdiği şeye bakmıyor, ayaklarının yerle buluşmasına göre kafamı sağa sola hareket ettiriyordum. Kendimce ritim yapmıştım, ta ki havuç kafama getirdiği şeyi atana kadar.

Ya çok güçlü şekilde fırlatmıştı ya da gerçekten sivriydi çünkü o cisim kafamda nereyle temas ettiyse oranın kanadığına emindim. 

"Ya gözüme gelseydi?" diye bir annelik yaptım havuca. Elimde mor renkte parlayan ve kafamın dört katı büyüklüğünde bir yıldız vardı. Yine takılmamam gereken şeyler çekti ilgimi ve gözümü yıldızdan çekip havuca yönelttim.

"Bu kadar ağır bir şeyi nasıl taşıdın?"

Son 2 dakikadır garip garip sesler çıkartıp zıplamıyordu da ayrıca. Aklım biraz dinlenebilmişti. Yıldıza çevirdim yine dikkatimi.

Raylar oturmaya başladı yavaş yavaş. Yılbaşı ağaçlarının üstünde sarı bir yıldız olurdu her zaman. Hatta o sarı yıldız oraya takılana kadar neler yaşanırdı neler... Birbirine açılamayan aşıklar bu âna dua ederlerdi.

Galiba ben de bu yıldızı ağacın tepesine takmalıydım. Aklıma ilk gelen şey buydu.

Yarın yapmam gereken şey, uyandığımda havucun, ağacın ve yıldızın orada olup olmayadağını kontrol etmekti. Hazır bir bahane de bulmuşken kafamı buza vurup gözlerimi kapattım ama uyuyamadım. Gökyüzündekilerin yaydığı ışık gözlerim kapalıyken bile o kadar gözüme çarpıyordu ki beynim kalk ne var orada bak diyerek tepiniyordu içimde. Gözümü açtım tekrardan.

Çam Ağacı'nın KızıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin