İLK

2 0 0
                                    

Gün doğalı çok fazla olmamıştı, gün ışığı etrafı yeni yeni aydınlatır hâle gelmişti. İçeri izinsiz giren güneş dolapta asılı olan boy aynasından tüm odayı aydınlatmaya çalışıyordu. Pencerenin önünde, dalgalar hâlinde salınan perdenin arkasında kalmış çiçekler, sanki uzundur hasret kaldıkları arkadaşlarıyla buluşmuşçasına kollarını açıyorlardı. Işığı süzerek geçiren kumaşın savunma hattını, sağından solundan aşabilen güneş ışınları, gökte kurdukları hâkimiyeti o odada da kurmaya yeminli birer mızrak gibi derinlemesine giriyorlardı. E tabii, bu girişimi bitkiler kadar hoş karşılamayanlar da vardı.

"Zırrrr..."

Birçok sabah olduğu gibi sinir bozucu alarm sesi inletti tüm odayı. O, uyandı, eliyle yatağın sağ köşesini ısrarla yokluyordu. Onu kalkmak zorunda bırakan sabah dersine küfrederken, sımsıkı kapattığı gözlerinden birini yarı açtı, tek dirseği üstünde doğruldu. Cep telefonu işte ordaydı. Sonunda kafasının içinde yankılanan alarm sesi kapanmıştı, derin bir oh çekti.

Etrafına baktı, oda arkadaşları hâlâ uyuyordu. Sabah dersleri olmasa büyük ihtimal kendisi de uyuyor olurdu. Sağlıklı bir uyku düzeni olduğu söylenemezdi. Oturduğu yerde bir müddet kalakaldı. Banyo kapısının üstündeki saate baktı. Saatin kaç olduğu bir kenara dursun, bulanıklıktan yelkovanın yerini bile algılayamıyordu. Ranza yatağından indi ve bir aydır toparlamaya üşendiği için dağınık kalan masasına gözlerini kısarak bakmaya başladı.

Dizüstü bilgisayarı, bileği genişliğinde elektronik devre tasarımı kitapları, dibinde çay kalmış bir kupa, kalemler, kâğıtlar... Sonunda aradığını bulabilmişti. Gözlüğünü çabucak taktı. Gözlerini kısmaktan kurtulmanın verdiği huzurla gerindi. Günlük hazırlıklarını yaptıktan sonra monoton gününe başlayabilirdi.

Hemen solunda kalan kapıyı açtı. Klozeti banyodan ayıran paravanın kapısını açmak üzereyken gözleri karşısındaki aynaya takıldı. Yansımasına biraz daha yaklaştı. Parmaklarını iki haftadır kesmediği sakallarında dolaştırdı sonra da yanlardan açılmaya başlayan saçlarında. Genişleyen alnını ve seyrekleşen tepe saçlarına baktı. Üniversiteye başladığında üstten vuran lambaların kafa teninden yansımadığına emindi. Acaba annesinin mi yoksa babasının genleri mi bu seyrekliği uygun görmüştü diye merak etti tekrar ve kendi kendine gülümsedi. Arkasındaki kapıdan oda arkadaşı gözünü ovalayarak girdi.

"Günaydın, Serdar."

"Günaydın!" diye karşılık verdi elini incelen saçlarından çekip. Keşke daha önce ben girseydim tuvalete. Yurt kuralları belli ve kaçınılmazdı, önce davranan kazanırdı.

Dört senedir üniversitesinin yurdunda kalıyordu. Bu konuda arkadaşları kadar tasalanmıyordu çünkü küçüklüğünden beri yurt ortamında büyümüştü. Anne ve babasını hayatında hiç görmemiş, çocuk esirgeme kurumlarında yetişmiş biri olarak bu üniversitenin yurt odası hâlihazırda yaşamaya alıştığı evi gibiydi.

Hazırlandıktan sonra, her zamanki gibi, dersten önce kahvaltısını yapmak için yemekhanenin yolunu tuttu. Sabah akşam kullandığı için eski etkileyiciliği azalsa da hayranlık uyandıran gürbüz ağaçlar ve içinde insan canlısı hayvanların dolaştığı çimlerle çevrili yemekhane yolu, kampüsünün cezbedici yanlarından biriydi. Kiremit taşlarıyla döşenmiş dış cephelere sahip binaların arkasında genişçe yeşil alanların uzandığı bir yerde ikamet ediyor olması, Serdar'a ayrı bir haz veriyordu.

Gün, onun için yeni başlamıştı. Yemekhaneye gitmeyi seviyordu. Tek nedeni yemeğe olan düşkünlüğü değildi. Bir sene önce gelmiş olmasına rağmen, güler yüzüyle ve babacan tavırlarıyla kısa zamanda ahbap olmayı başaran yemek ustası, Gökhan vardı. Aslında ailesi göçmen olduğu için gerçek ismi farklıydı. Öğrenciler ne gerçek isminin yazılışını ne de nasıl telaffuz edeceklerini biliyorlardı. Usta bu sorunu, kendini, kendine yakıştırdığı isimle tanıtarak çözüyordu.

Gölge Savaşçı - ÇaylakWhere stories live. Discover now