2.Bölüm

40 4 2
                                    

Kulübemi aydınlatan feri sönmüş bir mumdu. Bir elim başımın altında uzandığım yerde ahşap tavanı seyrediyordum. Aslında izlediğim bugün yaşananlardı. Sinema perdesi gibi önüme seriliyordu.

Sefonya ile uzun süredir ilk defa karşılaşmıştık. Özel bir okulda okuyordu. Beş parmağım ile birer birer saydım. Hesaplamalarıma göre tahsili daha bitmemişti. Kasabaya dönmesinin sebebini bilemiyordum.

Düşündüm, düşündükçe gıcırdayan ahşap tavanı aşındırmaktan korktum.

Ayaklarım biraz sızladı.Raun ile sabahtan akşama kadar dükkanların yollarını eskitmiştik bu merhametli bir sızıydı.

Yer yatakta bir oraya bir buraya dönerken hışırdayan samanlar bir ninni gibi kulağıma fısıldıyordu. Uyu diyordu bir yarın muhakkak vardır.

Uyanmama az kalmış, gece deminden sıyırılan göğün yüzünün ağarması yakındı. O sırada rüyayı andıran bir hayal gözüme ilişti.

Rutubetsiz, ılık ve güzel bir odadaydım. Odada neredeyse deliksiz uyayabileceğim konforda bir karyola vardı. Perdeler kirsizdi ve penceresinden tatlı bir gün ışığı vuruyordu. İncelemeye devam ederken, gözümün içine parlayarak ilişen garip bir eşya gördüm. Eşya demek tam doğru olmazdı. Ona daha da yaklaştım.

Tarif etmekte zorlanıyordum. Makineye benzer eşya daktiloya çok benziyordu. Ama bir farkı vardı.

Sağında kutuya benzer bir çıkıntı vardı. Çıkıntı daktilo ile bağlantılıydı. Elimi tereddüt etmeden içi açılabilen kutuya uzattım.

Kapağını yukarı kaldırdığımda tanıdık bir sistemle karşılaştım.
Geçen panayırda gizemli bir tezgahtarın getirdiği ama çoğunun ne olduğunu merak etmeden yanından geçip gittiği o müzik kutusuydu.

Makineye karşı merakım git gide artıyordu. Daha çok incelemeliydim. Ama fırsatın kaçmasına sebep olan yüksek bir takırtı sesiydi.

Ve oda, perdeler, konforlu yatak ve o garip makine birden karanlığa büründü.

Yerimden sıçrayarak gözlerimi açtım. Ben az önce neye şahit olmuştum.

Gözlerim irice açıldı beynimde dönen çarklar beni bir sonuca götürdü. Kalbim yerinden fırlayacaktı neredeyse.

İlhami hayali neden bir buluşa çevirmiyorduk?

Soluk soluğa kulübeden kendimi attım. Dünyanın sırrını çözmüştüm sanki o kadar mühimdi. Sokaklardaki irili taşlara iki de bir takılıp kendimi toparlıyordum. Önüme bir dağ serilse ona tırmanacak kadar güç vardı içimde.

Raun'un çalıştığı un fabrikasına ulaştım. Kasabaya çok uzak değildi. Ama at arabası ile gidilmezse yarım saatlik bir yoldu.

Sırtlarında kendi bedenleri kadar un çuvalı taşıyan aynı işçi kıyafeti giymiş, terli ve yorgun yüzlerin arasında tandık bir yüz bulmaya koyuldum.

İşlerine mani olmadan kenardan köşeden fırıl fırıl koşuyordum. Bir fabrikanın en fazla kaç işçi bulundurması gerektiği yasalarımızda yazıyordu. Kasabalının ağzından düşmeyen, burada açılan tek un fabrikasının sahibinin yasaları çiğnediği hakkında söylentilerdi. Demek söylenti değildi.

Belki de dedim buraya halktan birisinin gelmesinin yasak olması ve işçi sayısının bir sır gibi saklanması bu söylentide haklılık payı olduğunu gösteriyordu.

O sırada Raun'u iki çuvalı birden sırtlanırken gördüğümde birden duraksadım. Geçen sene beli incinmişti. Bana şehirden gelen arkadaşlarıyla at yarışı yaparken düştüğünü ve ufak bir yaralanma olduğundan bahsetmişti.

Gururlu bir adamdı. Onun bir an bile kimseye boyun eğdiğine şahit olmamıştım. Ne söz konusu olursa olsun o güçlü biriydi.

Buraya gelmekle ne kadar bencillik yaptığımı farkettim. Benim yüzümden kovulmakla kalmaz bir ton ağır söz de işitebilirdi. O güçlü adamı o halde görmek istemiyordum.

Arkamı dönmek üzereyken iri bir elin sırtımdan kavrayışı ile birden çevrildim.

Kızgın bir elma kadar kırmızı ve sert, iri kıvrımlı kırşıklıklarla dolu bir yüz ile burun buruna geldim. Düz bir çizgi halindeki çillerle dolu dudaklarından, mağaradaki kayaların birbirine çarpıp yere çakılması gibi bir ses çıktı.

"Sen de kimsin?!"

Ne diyeceğimi bilemedim. Raun'dan bahsedip bu aptal fevriliğe onu da dahil etmek istemiyordum. En makul cevabım bir müddet susmak oldu.

"İzinsiz bu fabrikaya tek bir adım dahi atanın başına ne geldi haberin yoktur...Yürü! Düş önüme, şimdi kapana sıkıştın tarla faresi seni!"

Paçalarım yerlere sürünüyordu, o iri el beni çekip çeviriyordu. En sonunda fabrikanın arkasında yer alan bir binaya geldik. İçeriye beraberinde beni de soktu. Ve ortaya fırlatmadan önce arkamdaki birisine emir verdi.

"Kelpçele şunu, yarına kadar öğütme işinde çalışacak."

Nereye geldiğimi, o iri kıyım fabrika sahibinin önümden çekilmesi ile anladım. Buğdayların öğütüldüğü yere sürüklenmiştim. Arkamdaki kişi elinde ağır demir kelepçelerle geldi ve bunları ellerimi ve ayaklarıma geçirdi.

Direnmenin daha büyük sorunlara yol açacağı durumlardan birindeydim. Ve bana işaret edilen yere, karşı koymadan ilerleyip bu on kişilik gruba katılan on birinci oldum.

"Aramıza hoş geldin delikanlı."

Pek hoş gelmemiştim.

Zaman bir ihtiyar kadar ağır adımlarla ilerliyordu. Devamlı bir daire çizip yürümek başımı döndürüyordu. Her an düşüp kalacaktım. Takatim tükeniyordu.

"Fredric?"

Você leu todos os capítulos publicados.

⏰ Última atualização: Mar 28 ⏰

Adicione esta história à sua Biblioteca e seja notificado quando novos capítulos chegarem!

MelafonOnde histórias criam vida. Descubra agora