"Kızıl'ın Derdi Çok Olur"

3 0 0
                                    

"Dedektif Baker!"
Kulaklarımın dibinde gür bir sesin adımı anmasıyla olduğum yerden adeta zıplayarak kalktım, "Yüzbaşım!" Kendime gelmek için gözlerimi ellerimle ovarken bir yandan da yığılıp kaldığım masadan oturuşumu düzelterek doğrulmaya çalışıyordum.
"Anlaşılan gece vardiyası oldukça yoğun geçiyor dedektif?" O kibirli bakışlarından birini fırlatarak söylemişti.
Bu adam, yani Yüzbaşı Keller, adı üzerinde karakolun yüzbaşısıydı. Her zaman dakik, her zaman mükemmel, her koşulda kuralcıydı. Sözünün üzerine tek söz söylenmez, dediği her şey harfi harfine uygulanırdı. Yaşı büyük bir gizem olsa da, 99. bölgenin karakolunda yüzbaşı olabildiğine göre yeterince yıllanmıştı. Eh, beyaz saçları da bir işaretti.
"Pek sayılmaz Yüzbaşım." Dağılmış kızıl saçlarımı düzeltmeye çalışırken gözlerim arkada bana bakarak gülmemeye çalışan Simon'a kaydı. Keller, derin bir iç çektikten sonra aynı monoton sesle yeniden döndü, "Dosya 8732'de bir gelişme var mı? Önemini bileceğini düşünerek dosyayı en başarılı dedektifime verdim ama o mesai saatleri içerisinde masada sızıp kalmayı tercih ediyor. Bu yüzden, genç hanım, bana güzel haberler versen iyi olur." Bir anlığına dosyanın hangi dosya olduğunu düşündüm çünkü Keller dışında hiçbir sosyopat her dosyanın seri no'sunu bilmezdi. Sonrasında aklıma geldi, bir seri katil dosyası. "Herhangi bir şebeke ile bağı olup olmadığını araştırmaya çalışıyorum, cesetler için ise adlî tıptan hâlâ dönüş gelmedi. Anlaşılan gidip biraz sıkıştırmam gerekecek." Dememin ardından iğneleyici bir tonda, "Hah! Demek ki uyumaktan başka yapabileceğiniz şeyler de varmış Dedektif Hanım, bu dosyanın bir an önce kapatılmasını istiyorum. Gerekirse ek mesaiye kalın," dedi ve tıpkı bir robot gibi masamın yanından uzaklaşıp ofisine doğru yol aldı.
Yüzbaşının kapısının kapanmasıyla hemen solumdaki masadan alaycı bir kahkaha yükseldi. Derin bir nefes verip kendi kendime göz devirdim, "Hadi ama Baker! Keller karakoldayken de uyuyakalmazsın!" Başımı yanımdaki adama çevirip ona ölümcül bakışlarımı takdim ettim, "Yardımsever iş arkadaşım Simon beni uyandırma gibi küçük inceliklerde bulunabilseydi uyuyakalmazdım." Simon'ın tekerlekli sandalyesi benim masama doğru kayarken ben de önümdeki monitörü yeniden açmaya çalışıyordum, "Yorgun görünüyordun...Uyandırmadım. Kaç gündür robot gibisin zaten, tek yaptığın şey çalışmak." Monitör mavi bir ışıkla açılınca bitkin suratımı adama çevirdim, "Bu dosya önemli...Hükûmetten adamlar öldürülüyor. Üstelik Keller'ı da durmadan sıkıştırıyorlar ve dedektif olarak ilk yılım olduğu için bu dosyayı başarıyla rafa kaldırmam önümü çok açacaktır- Ah, bugünün tarihi ne?"
"30 Kasım 1992"
Duyduğum tarihle bir anlığına duraksadım, "Tanrım, Aralık'a giriyoruz...Neredeyse Noel geldi." Ekrandaki ilgili kısıma tarihi girdikten sonra sistemde dosya hakkındaki bilgilerde dolaşmaya başladım. "Biliyor musun MJ, bence birazcık ara vermelisin. İki haftadır durmadan bu masanın başındasın, iki gün önce neredeyse ölüyordun!" Son cümleyle dudaklarımdan derin bir nefes dışarıya döküldü, beynim bir anlığına iki gün önceki geceye gitti ve geldi, "İki gün önce neredeyse onu yakalayacaktım...Tanrı aşkına! Nasıl kaçırabildim!?" Ellerimi klavyenin tuşlarından çekip avuç içlerimi gözlerime bastırdım, çok küçük düşürücüydü, kendimi bunu başarabileceğime o kadar inandırmıştım ki... "Hey...Senin suçun değildi Kızıl Bomba. Sadece yakalamaya çalıştığın adam fazla kurnaz, kimse iki haftada senin şu anda gösterdiğin ilerlemeyi gösteremezdi, geceni gündüzüne kattın yahu!" Yeniden doğrulup bir şey demeden önce mavilerimi saatin akrebine çevirdim, "Ah, mesai bitmiş. Sen çık Simon, ben bu gece de buradayım." Genç adam hemen olduğu yerden sitemle doğruldu ve azarlar bir ses tonuyla konuştu, "Kime konuşuyorum ben burada ya! Hayır, mesaini uzatamazsın küçük hanım, bu kadarı da fazla. Evine gidip güzelce dinleneceksin." Aynı sitemli ses tonuyla, "Anlamıyorsun! Uyuyamıyorum da, dinlenemiyorum da," dedim. "Öyleyse bir bara gir, bir şeyler iç ve kafandakileri at. Ama daha fazla burada kalamazsın. Ben de eşlik etmek isterdim de, Sharon..." İç çektim, bu adamın haklı olması beni sinirlendiriyordu. "Hayır, hayır, Sharon'ı daha fazla bekletme zaten gece mesaisinde seni özlüyor... Sanırım dediğini yapacağım." Karşımdaki kumral adamın suratına bir gülücük yayıldı, "Aferin... Yarın görüşürüz Mary Jane." O masasındaki dosyaları kucağına alıp apar topar karakoldan çıkarken sadece gülümseyerek arkasından izledim. Ben ise saate şöyle bir baktıktan sonra olduğum yerden kalkıp usulca kendimi New York'un ışıltılı sokaklarına bıraktım.

Akrep yelkovanı kovalarken kendimi bir bar taburesinin üzerinde şarabın kadehte bıraktığı kırmızı izi takip ederken buldum. Kulaklarım kalabalık sayılabilecek insan topluluğunun gürültüsünü es geçmiş ve sadece arka tonda oynayan Jazz'in melodisini dinliyordu. Etrafımdaki bir sürü güzel kadına kıyasla bitmiş bir teneke gibi gözüktüğüm için beni rahatsız etmeye çalışan herhangi bir abaza da yoktu, ki bu en azından benim açımdan güzel sayılırdı.
Altımda siyah bir pantolon, üzerimde ise ilk birkaç düğmesini açtığım beyaz gömleğim vardı. Kızıl, fönlediğim saçlarım şeklini şemalini kaybetmiş ve doğal formu olan kıvırcığa doğru evrilmişti. Boynumdan çıkarttığım dedektif rozetim bar tezgahında, kadehimin yanında öylece duruyordu. Buradayken bile öylesine dalgın, öylesine düşünceliydim ki sanırsam dinlenme olayını pek gerçekleştiremiyordum. Kadehimden son yudumu da aldıktan sonra barmene doğru seslendim, "Bir-"
"İki kadeh daha, hanımefendiye ve bana."
Topluluğu duymama olayı solumdan gelen tok ve derin ses ile bozulmuştu. Bir anlığına duraksayıp kaşlarımı çattım ardından ise usulca başımı sesin merkezine doğru çevirdim.
Bir adam; siyah bir tişört, mavi bir kot, dövmeli ve geniş kollar, yapılı bir vücut, boynunda zincire geçirilmiş ve tişörtün içerisine atılmış bir künye... Gözlerim yavaşça adamın yüzünü de buldu; yeşil gözler, kumral saç, kirli sakal, kendinden emin bir bakış...
"Ne de centilmen. (!)" ben bunu söyledikten sonra küçük bir kahkaha patlattı. "Demek yarım saattir yanınızda oturduğunu fark etmediğiniz adamın şarap teklifiyle centilmen olduğunu çözebildiniz Dedektif Hanım? Oysa kötü bir dedektif olduğunuzu düşünmeye başlamıştım." İlk başta dedektif olduğumu nereden biliyor diye düşünsem de sonradan tezgahın üzerindeki rozeti hatırladım. "Bakın, Clyde Barrow bozması beyefendi, ben gayet iyi bir dedektifimdir. En azından amacınızın nereye bağlanmak istediğini çözebilecek kadar iyi bir dedektif. Bu yüzden iki kadeh şarabınızı da alıp buradan uzaklaşın, bu bir rica değildi." Sonrasında kafamı yeniden önüme çevirdim ve barmenin önüme koyduğu kadehi ona doğru ittirdim. O ise söylediğim şeyin ardından yeniden sarkastik, sinir bozucu bir kahkaha attı. "Hey, hey, hey...Sakin olunuz dedektif hanım, bir amacım yok. Sadece hayatı en az saçları kadar turuncu olan insanlarla bir kadeh kadar zaman paylaşmayı severim." Kısa bir sessizlik bizi kaplarken o kendi şarabından bir yudum aldı, "Beni tanımıyorsun bile, hayatımın rengini nereden bileceksin?" Olduğu yerde biraz kıpırdanıp biraz daha bana döndü, "Pekâlâ, düşünceli görünüyorsun, Dedektif."
"Kızıl'ın derdi çok olur."
"Yani bu tezimi kanıtlıyorsun mu demek?"
"Hayır, bu sadece eğer bir sanatçı olsaydın boktan bir renk teorin olurdu demek."
Güldü, ama bu gülücük diğerleri gibi değildi. Hayran bırakıcı türdendi...Ya da ben çok sarhoştum. İki olasılıkta da dudaklarıma bir gülücük yayıldı, iki olasılıkta da saklamak için başımı öne doğru eğdim.
Ben her olasılıkta o kadehi onunla paylaşıyordum.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum, zaman algım çoktan kaybolmuştu bile. Tek bildiğim şey paylaştığımız şeylerin tek kadehle kalmadığıydı. Bir sürü insan gelmiş, bir sürü insan gitmişti fakat ben bu tanımadığım adam ile o taburede oturmaya devam ediyordum. "Aah, Dedektif, bana gerçekten Clyde Barrow bozması dediğine inanamıyorum. Onurum kırıldı. Ben yeni nesil Clyde Barrow'um."
Dediğine kocaman bir kahkaha patlattım, "Bu gidişle gecenin sonuna kadar tutuklatacaksın bana kendini. Hem, madem öylesin, Bonnie'n nerede yeni nesil Clyde?" Şöyle bir durup düşündü, belki de sarhoş olduğu içindi ama gerçekten düşündü, "Bilmem, belki sen olursun?" Dediğiyle ben de bir süreliğine duraksadım, "Hayır, ben Bonnie değilim. Senin Bonnie'n? Hiç değilim." Dediğimle başını öne eğip aptal bir tonda kıkırdamaya başladı.
Bu koca adamı dışarıda görseydim kesinlikle tehlikeli biri olduğunu düşünürdüm, gerçi onu tanıyor sayılmazdım, ama en azından sohbeti iyi geliyordu.
"Bağımsız olmayı gerçekten seviyorsun, ha?" dediğiyle yeniden gözlerimi ona çevirdim, "Birilerinin özgürlüğünü elinden almak bana ne kadar kıymetli olduğunu fazlasıyla hatırlatıyor, Clyde." Dediğimle bir süreliğine sustu ve başını önüne çevirdi, şarabının son yudumunu da mideye indirdi.
"Ben artık kalkayım," dedim oturduğum tabureden zar zor bedenimi kaldırmaya çalışırken. "Bırakmamı ister misin?" Biraz yalpalayarak kapıya yönelirken omzumun üzerinden, "17 yaşında değilim ben, evimin yolunu kendim bulabilirim. Ama...Şarap ve sohbet için teşekkürler bayım." Nihayet artık neredeyse boş kalmış barın kapısına varınca arkadan yeniden sesi yükseldi, "Reşit olduğunu bildiğim iyi oldu, Dedektif!"
Kapıyı araladım, gözüme yeni yeni ağaran tandan kopan birkaç güneş hûzmesi vururken bir kaplumbağanın kabuğundan çıkması misali yeniden koşuşturmaya attım kendimi.

Like a TattooWhere stories live. Discover now