SAAT PERİSİ

19 5 14
                                    

        İtalya'nın Floransa şehrinde, küçük bir kasabada yaşayan, genç ve yakışıklı bir delikanlı olan piyanist Luna, Chiara adında güzeller güzeli bir kıza âşık olmuştu. "Chiara", İtalyanca'da "ışık" anlamına geliyordu, "Luna" ise ay. O'nu, ilk kez Ponte Vecchio Köprüsü'nün üzerinde görüp hayran kalmıştı. Ayın on dördü gibiydi. Üzerine peri tozu serpilmiş gibi etrafına ışık saçıyordu. İnce, narin yapılı bir kızdı, Ay'ı kıskandıracak kadar bembeyaz bir teni, Alpler'i aratmayacak kadar uzun iri dalgalı kahverengi saçları, tertemiz de bir kalbi vardı.

        Luna ve Chiara'nın aşkı dillere destan olmuştu. Her gün, aynı sââtte eski köprünün üzerinde buluşup saatlerce sohbet eder, manzarayı ve güneşin batışını birlikte izlerlerdi. Buraya, en çok yıldızların net bir şekilde seçilebilir olduğu bulutsuz günlerde ve dolunayda gelmeyi seviyorlardı. Öylesine mutlulardı ki bu mutlulukları, "büyücü" olarak tanınan, kasabanın en yaşlı, çirkin, yalnız ve mutsuz kadının kulağına bile kaçmış, ona rahatsızlık vermeye başlamıştı. Büyücü, onları ayırabilmek için türlü türlü büyü denemiş ama bir sonuç elde edememişti. Kendini, genç ve güzel bir kadın görünümüne sokup Luna'yı âşık etmeyi bile denemişti ama nâfile. O, Chiara'nın önce etrafa saçtığı ışığa, sonra da temiz kalbine âşık olmuştu. Aralarındaki aşk o kadar güçlüydü ki hiçbir büyü, onlara işlemiyordu. Yaptığı sevenleri ayırma büyüleri bir sonuç vermeyince, büyücü kadın çok öfkelenmiş ve son çare olarak Luna'yı hapsetmeye karar vermişti. O'nu hiçbir zaman Chiara ile buluşacakları saati göremesin diye akrep ve yelkovanı sökülmüş, Roma rakamlı, gümüş rengi bir köstekli sââtin içerisine, piyanosu ile birlikte sonsuza kadar hapsetti. Luna piyanosuyla, bu sââtin çarkları arasında Beethoven'ın Piano Sonata No. 14 "Quasi una fantasia" adıyla bilinen "Ay Işığı Sonatı"nı çaldı, çaldı, çaldı... İnsanların duyamayacağı kadar düşük bir frekansta piyano çalmak ile lanetlenmiş, sonsuza kadar yalnızlığa mahkûm edilmişti. Büyüyü ancak bu çok düşük frekanstaki sesi duymayı başarabilen biri çıkıp gelirse o bozabilecek, ancak o zaman serbest kalabilecekti.

                                                                                           *

Chiara her gün aynı sââtte köprüye gidip, âşığını bekledi ama O, hiç gelmedi. Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı... Chiara'nın ışığı sararıp soldu, hiç evlenmedi ve aşkına sadık bir şekilde öldü.

                                                                                           ***

          Mehtâp, İstanbul'un meşhur bit pazarlarından birinde gezerken, birden gözüne gümüş renkli bir köstekli saat ilişti. Tepesindeki düğmeye basarak açtı, pırlanta tozu dökülmüş gibi ışıldayan masmavi kadranının tam ortasında, "Made in Firenze" yazıyordu. Akrep ve yelkovanı yoktu. Gayriihtiyâri, sââti salladı. Sonra kulağına doğru yaklaştırdı. Bit pazarının olanca uğultusu arasında, çok derinden bir melodi işitti, duyar duymaz onu hemen tanımıştı. Sââte baktı, altın rengi Roma rakamları ve ışıl ışıl kadranıyla adetâ büyülenmişti.

         "O sââte bakabilir miyim?" dedi, biri. Başını kaldırdığında, karşısında uzun boylu, esmer, yakışıklı bir adam duruyordu. "Tabii ama ben satın almayı düşünüyorum" dedi, Mehtâp. "Tamam, bakmak istedim sadece. Çok güzel görünüyor" dedi. İnce ve uzun parmaklarıyla köstekli sââti eline aldı, "Çok iyi bir parça" deyip geri verdi. Mehtâp, tezgâhtar kadına ne kadar olduğunu sordu. Kadın, O'nu baştan ayağa süzdü, üzerindeki kıyafetleri gözüyle hızlıca taradı. Saati de çok beğendiğini fark ettiği için o kadar yüksek bir fiyat söyledi ki Mehtap çok sinirlendi, yanında o kadar parası yoktu. Sinirden gözlerinin doldu. Tezgahtar kadın, kısa boylu, şişman, çirkince bir kadındı. Çenesinin altına doğru, suratını daha da çirkin gösteren kocaman bir et beni vardı. "Eski çağlarda olsa cadı diye yakarlardı bu kadını, ruhunun kötülüğü yüzüne yansımış" diye düşündü, Mehtâp.

           Adam, henüz yanından ayrılmamıştı, "İzin verirseniz, size sââti ben satın alabilir miyim?" diye sordu. "Yok, hayır olmaz, kabul edemem" dedi. "O zaman şöyle yapalım; sââti benim satın almama izin verin, ben de çok beğendim" diye ısrar etti. "Peki, madem" diye cevap verdi, hüzünlü bir ses tonuyla. Adam, sââti Mehtâp'ın elinden nazikçe alıp ödemeyi yaptı, sonra yeniden O'na doğru uzattı, "Hediyem olsun, kabul edin, lütfen" dedi. Mehtâp şaşırmıştı, içinden bu devirde böyle centilmen erkek kaldı mı diye düşündü. Kendini çok mahcûp hissetmişti. Gözlerini hiç kaldırmadan sââti adamın elinden yavaşça aldı. Kısık bir sesle "Teşekkür ederim" diyebildi. Bu durumu gören adam "Tamam canım, siz de bana bir kahve ısmarlarsınız, ödeşiriz" diyerek gülümsedi. "Kabul, o zaman" dedi, Mehtâp, hem adamdan hoşlanmış hem de borcunu ödeme fırsatı doğduğu için rahatlamıştı.

                                                                                          *

          Tezgâhtan ayrılıp yan yana yürümeye başladılar. Adam elini uzatıp "Adım Kamer, bu arada" dedi. "Mehtâp" diyerek elini uzattı. Bu sefer birbirilerinin gözlerinin tâ içine bakmışlardı. "Kamer ne demek?" diye söze devam etti. "Arapça'da 'ay' demek. Mehtâp da ay ışığı demek, sanırım. İlginç bir tesadüf" diye yanıtladı. Bu sefer ikisi de gözlerini kaçırıp gülümsedi.

           Kamer, piyano hocasıydı. Mehtâp ise çocukluğundan beri piyano dersleri alıyordu. Bir süre sessizlik oldu. Mehtâp "Hangi kafeye gidelim?" diye sordu. Kamer "Siz seçin" diye yanıtladı. "Çok güzel bir kafe biliyorum, oraya gidelim, o hâlde. Boğaz Köprüsü'nü tam karşıdan görüyor, mükemmel bir manzarası var. Gün batımını oradan izlemeye bayılıyorum".


                                                                                      -SON-


                                                                                                                                                             Beril Öke Gülen

SAAT PERİSİWhere stories live. Discover now