Kara Orman Manastırı

29 2 12
                                    

"Burası ne ilginç bir orman." diye düşündü Lucy. Kara yeşile çalan koyu yapraklar o kadar genişti ki saat tam öğle olsa bile orman kapkaranlık gibi olurdu. Ne var ki onlar bir de akşam saatlerinde gelmişti. Lucy, Stephen'a döndü, "Bay Kasvet, neden getirdiniz bizi buraya acaba? Hele bu saatte...". Stephen, Lucy'nin alaycı ifadesini görmezden gelerek ona ve Henry'e döndü, "Buranın şehrin kalabalığından ve gürültüsünden uzaklaşmak için en iyi yer olduğunu düşündüm. Kara Manastır Ormanı'na internetten rastladım." Henry'nin yüzündeki hafif sinir ve şaşkınlık çok belli oluyordu. "Ne? Bizi bu senin gibi kasvetli ormana getirdin ve burayı bilmiyor musun?" Stephen, "Evet, ne ol-" derken Henry, "Canım başka yer bulamadın mı? Koca internette burası mı gözüne geldi?" Stephen, "Ne olmuş ki?" bakışı attı. Kısa bir atışmanın ardından ormana girmeye karar verdiler.

Orman, kara yeşil ağaçlarından dolayı karanlıktı. Ağaçlar o kadar büyüktü ki hiçbir şey göze çarpmıyordu. Sadece koca koca ağaçlar vardı. Ormanın içine doğru yürürken ara ara sesler duyuyorlardı. Kimisi bir yılanın sesine benzetirken kimisi ise sadece dört ayaklının birisi diyordu. Bülbüllerin cıvıl cıvıl sesi yerine kargaların göğse korku, melankoli oturmasına sebep veren sesi geliyordu. Orman tekin bir yere benzemiyordu. Rüzgar bir yok bir vardı.Var olduğunda çok güçlüydü ama rüzgarın çarptığı tek şey yapraklar olduğu için, o kadar ağaç vardı ki, ağaçlar sinirlenmiş gibi görünüyordu.

Artık geri dönülmesi göze gelmeyen bir yere kadar geldiler. Sesler duyuluyordu. Bir kadın... Bağırıyordu. Henry tiksinti ile konuştu, "Birileri iş pişiriyor anlaşılan.". Sesin ters yönüne doğru yürümeye devam ettiler. Bir ev görüldü. Daha doğrusu bir kulübe. Çatlak, çürümüş, üflesen yıkılacak olan bir kulübeydi. Burada birinin yaşıyor olabileceği düşüncesi onları şaşırttı. Kulübeye yaklaştılar. Kulübe tahta desteklerle yükseltilmişti. Pencerelere boyları yetmiyor ve içeriyi göremiyorlardı. Ama burada birinin yaşamasını pek mantıklı bulmuyorlardı. Çünkü ormanın kasvetten aşırı basık bir havası vardı. Burada biri 2 gün dursa melankolik bir şekilde depresyona girer. İçlerinden biri eve girip girmeme hakkında konuştu. Aralarındaki küçük tartışma sonrası kulübeye girmeye karar verdiler, sonuçta buraya kadar gelmişlerdi. Kulübenin havası da ormandan payını almıştı ve içeri girince bir soğuk, bir ürperti... İçeri girdiler ve etrafa bakındılar. Kulübenin duvarlarına dayandırılmış oturaklar vardı. Ortada da bir masa. Masanın üstünde, beyaz üstüne siyah üçgen desenler bulunan porselen bir sürahi ve bardaklar vardı. Kulübede ısınmak için hiçbir şey yoktu ve içeri tatlı bir soğuk giriyordu. Yavaş yavaş kendini hissettiren vücut ısınızı arttıran ürpertici bir rüzgar usulca çürük duvarlardaki deliklerden kapıdan ve hafif aralık bırakılmış pencerelerden usulca giriyordu. Bir süre sonra zayıf ve kansızlığı olan Lucy, kendisini titriyor bulacaktı. Stephen, masadaki sürahiye yaklaştı ve eline aldı. "Garip bir sürahi gerçekten... Bu sürahiyi anca bir melankolik kullanır." dedi. "Bunu diyen sen misin Bay Kasvet?" diye atıldı Henry. Çünkü Stephen, kasvetli, gotik, melankolik kişiliği olan garip biriydi. Giydiği koyu kıyafetler ve beyazlarla uyuşturması, zayıf bir vücuda ve soluk beyaz bir teni olması onu cidden gotikleştiriyordu. Bazen Henry, nasıl arkadaş olduklarına şaşırıyordu.

O sırada Lucy soğuğun etkisiyle titremeye başlamıştı. Henry, ceketini çıkarıp ona verdi. Henry'nin üstünde yine iki parça bir şey olduğu için sorun değildi bu. Lucy teşekkür ettikten sonra gözü bir şeye takıldı. Bir kağıt parçasına... Gazete gibi bir şeydi bu. Ama daha önce hiç böyle bir gazete görmemişlerdi. Yine aynı bildikleri gibi bir kağıt dokusu vardı ama içeriği ilginçti. Böyle bir gazete yayıncısı olduğunu daha önce duymamışlardı. Daha da ilginç olan yazdığı haberler. Buz tutmuş, parçalanmış bedenleri anlatıyordu manşet. Bu biraz ürperticiydi. Lucy ve Henry'nin içine bir sıkıntı girdi. Göğüslerinin üstüne bir şey oturmuş gibiydiler. Boğazları stresten yanmaya başladı. Bu ortam hiç hoş değildi. Kasvetli, ışığın teğet geçip girmediği kaprakanlık bir ormanda, çürük tahtalardan yapılmış olasılıkla terk edilmiş bir kulübe, daha önce hiç görmedikleri bir yayından buz tutmuş parçalanmış bedenler haberi hiç ama hiç hoş değildi. Henry, "Yeter bu kadar durduğumuz gidelim." dedi. O sırada birden Henry'den acı çektiğini gösteren bir çığlık duyuldu. Bacağından kan geliyordu. Derin üç dört santimlik bir delik vardı. Yerde başka kan damlaları da vardı. Gözleri, elinde keskin gümüş gibi ayın ışığıyla parlayan bıçak tutan Stephen'a çevrildi. Stephen, korkutucu ve ürpertici şekilde sırıtıyordu. "Hayır, hiçbir yere gitmiyoruz." dedi Stephen. Lucy ve Henry, şaşkın ve belirsizliğin verdiği korkuyla Stephen'a bakıyordu. Stephen, "Karnım aç. Biraz et yesek fena olmaz, hı, ne diyorsunuz?" dedi. Henry, "Ne saçmalıyorsun lan?" şeklinde karşılık verdi. "Diyorum ki, insan kanının akışı beni büyülüyor, adeta kendimi kızıl galaksilerin içinde dolaşıyormuş gibi hissediyorum. İnsan eti ise bir başka..." Stephen, onları öldüreceğini, daha sonra parçalayacağını ve etlerini çiğ çiğ yiyeceğini söyledi. Kalanı da dondurmak üzere toprak altına kar ve tuz kaplı bir mezarlığa gömeceğini, ziyanın pek yazık olduğunu belirtti. Lucy, korkudan ağlamaklı olmuştu. Henry ise gitgide sinirleniyordu. Birden Stephen'ın üzerine atıldı ve Stephen çevikliğiyle bıçağı doğrudan kalbine sapladı. Henry oracıkta ölmüştü. Lucy tek kaldı ve elleriyle kalkan misali ilkel kendini koruma içgüdüleriyle kendine sarıldı. Stephen adım adım ona yaklaştı. "Acaba önce senden biraz haz mı alsam?" dedi. Lucy, yaşayacaklarını düşünüp ağlayarak "Uzak dur!" diye bağırdı. Ona iyice yaklaşan Stephen onu tuttu ve duvar oturaklarının birine yatırdı. Bıçağını Lucy'nin kürek kemiği bölgesini delerek Lucy'i oturağa sabitledi. Lucy, çok can çekişiyordu. İstismar ve tacizin verdiği yetersizlik ve değersizlik hissi, çektiği fiziksel acıyla birleşince oracıkta ölmeyi istedi. Canı yanıyordu ve kıpırdadıkça en ufak kıpırtıda canı daha çok yanıyordu. Stephen üstünü çıkardı. Bir adım attı... Çaresizlik...

Birden alarm çaldı. Lucy, nefes nefese yatağından kalkıp doğruldu. O sırada odaya annesi girdi. "Kızım kahva-" derken "Lucy, noldu? Betin benzin atmış?" dedi. Lucy, hala çalmakta olan alarmını kapatmak için telefonunu eline aldı. Bildirim bölümünde mesaj simgesi vardı. Stephen'dandı mesaj, "Nasılsın? Bugün Henry'i de alıp yürüyüşe çıkalım diyorum. Ne dersin? Bir orman buldum. İnternetten araştırdığımda yani. Ormanın adı, bi' dakika, Kara Manastır Ormanı." Lucy'nin kalbi küt küt atıyordu. Korkudan andan kayboldu. Kafası sadece rüyasındaydı. Düşünceler... Soğuk... Çaresizlik... Ölüm...

BÜTÜN ÖYKÜLERİMHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin