Bora'nın ağzından

Start from the beginning
                                    

Babamı kendim öldürmüş kadar canım acıyordu. Acıdan buna neredeyse inandırmıştım kendimi. Ceza vermiştim. O çok çalıştığın ve yükseldiğin meslekten mahrum kalmak ve kendini bir dükkanın içine kapatmak benim hakettiğim bir cezaydı. Fazlasını haketmiyordum ben.  İdeallerinin peşinden koşan o adam yoktu. Bunlar bana fazla gelirdi.

Bu düşüncelerin hepsi son iki yılda beni bir zindana hapsetmişti. Çok okumuştum. Elime ne geçtiyse okumuş, babamdan bir iz aramıştım. Bazen bir sayfanın içinde unuttuğu bir kağıt parçası bile bana bir şey anlatmıştı.

Hayatım dümdüz bir rayda hiç yalpalamadan giden bir tren gibiydi. İnsanlardan öyle soğumuştum ki vagonumda bir tek ben kalmıştım. Hakkımda söyledikleri tek bir şeyi duymaya tahammülüm yoktu. Çekilmez bir adama dönüştüğünü görüyordum ama beni hiçbir şey hayata bağlayacak kadar etkilemiyordu.

Ona kadar öyleydi en azından. Dümdüz bir adamdım işte. Hayatımda renk yoktu. Ona kadar öyleydi. Gül güzeli kendi rengini benim o dümdüz ve sıkıcı hayatıma bulaştırmıştı. O gittikten sonra o damlayan boyalardan kurtulmayı da becerememiştim zaten. İzi silinmemişti. Sonra bir gün zaten o izi hiç silmek istemediğimi farkettim. Aksine,daha çok bulamalıydı o rengi. Gül kokusu dükkanın her bir köşesine sinmeliydi. Dükkanın tam sağ köşesinde olup söylediğim şeylere itiraz etmeliydi. Hep bilmiş bilmiş konuşmalıydı. Oynadığı oyunun farkında değilmişim gibi aklınca beni kandırmalıydı.

Ama hiçbir zaman, bu dükkandan en son çıkışındaki gibi solmuş bakmamalıydı yüzüme. Gül güzeli solmak yerine hep daha çok yaprak açmalıydı.

Gittiğinin birinci haftasıydı. İçimdeki kızgınlık yavaş yavaş tarifini bilmediğim bir duyguya dönüşüyordu. Onu görmek istiyordum ama görünce ne söyleyeceğimi de bilmiyordum. Neden bu yazıyı yazmıştı,aklım almıyordu. Ben hayatımın uzun bir döneminden sonra ilk defa konuşmuştum,anlatmıştım. Anlattığım kişi oydu ve anlatırken neden onu seçtiğimi bile bilmiyordum. Tuhaftı ama güven veren bir yanı vardı. Hem de düpedüz beni kandırıyor olmasına ve benim de bunu bilmeme rağmen. Bir kez daha kanmıştım galiba. Ama hiç bu kadar rahatladığımı hissetmemiştim. Sanki sırtımdaki yükün bir kısmını yüklenmeye canı gönülden hazırdı.

O yazıyı yazmasını yediremiyordum kendime. Beni dinlerken ağlaması da mı yalandı?

Mahalle tuhaf yerdi. İnsanının tek derdi içinde yaşayanlar olurdu. Kim nereye gitti ne yaptıdan başka bir şey düşünmezler,hep takip ederlerdi. Sırf bu yüzden benim hakkımda yazılan bir yazının herkesin diline düşmesi de uzun sürmemişti. Gözlerindeki bakışlarda görüyordum. Sanki herkes suratıma "baban senin yüzünden öldü" diye haykırıyordu günlerdir. Haklı olduklarını bildiğimden sesim çıkmıyor, daha da dibe gömülüyordum. Bir de, özlüyordum.

Bana yalan söylemişti. Beni kandırmıştı. En zayıf noktamı kullanmıştı. Bunca şeye rağmen ben onu özlediğimi hissediyordum. Bu his, korkunçtu. Kabul etmem imkansızdı. Kabul etmemek için de elimden geleni yapmıştım.

Ta ki dükkanın kapısı bir gün çalınana kadar. Müşteri zannettiğim genç bir kadın girmişti içeri. Saçları kıvırcık ve kısaydı.

Mağarama birinin dahil olmasının verdiği huzursuzlukla yerimden kıpırdanmış ve ayağa kalkmıştım. "Buyrun,hangi kitaba bakmıştınız?"

"Şey,ben aslında kitaba bakmadım. Siz Mehmet Bora Sancak mısınız?"

Anında çatılan kaşlarım kızı ürkütmüş olmalıydı. Bir gazateci olduğunu düşündüğüm için tereddütle onaylamıştım ismimi.

Kız elini çantasına soktu. Oldukça tedirgin duruyordu. Çantasından bir defter çıkarıp yüzüme bakmadan bana uzattı. Bu benim defterimdi. Şafak'ta olduğunu zannettiğim defterim.

You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: Sep 09, 2023 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

Toz Pembe YalanlarWhere stories live. Discover now