Bölüm 1

263 35 40
                                    

-Baba, ben okula ne zaman gidecem?

-Seneye yiğidim.

-Keşke diğer çocuklar gibi okula gitsem. Oyunlar oynasam ne güzel olurdu.

-Seneye yiğidim seneye. Gel sana sevdiğin kabak tatlısından alayım.

-Tamam; ama ben işe gitmek istemiyorum. Sabah Zeydan kalfa, suyu soğutmadan getirdim diye bana çok kızdı.

-Ben ona kızarım yiğidim. Hem sen oyuncak araba almak istemiyor musun? Bugün haftalık günün. Biraz sabret.

-İstiyorum; ama ipleri keserken parmaklarım çok acıyor. Bak kızarmışlar bile.

-Alışırsın yiğidim. Bak orada ne var.

Umut'un körpe eli, babasının nasır tutmuş işçi eli arasında terleye dursun, su arklarından sefalet akan Enneplik Çıkmazlarında baba-oğul birlikte dolaşıyorlardı. Nispeten daha dar sokaktan pastanenin yer aldığı genişçe sokağa geçerken babasının işaretiyle Umut'un gözleri, hemen köşedeki fırının mavi ahşap vitrinine takıldı. Fırıncı çırağı un bulaşığı beyaz önlüğüyle odun ateşinden yeni ayrılmış Antakya'ya özgü simitleri, kahkeleri yanan ellerini arada ovuşturarak müşteri adaylarına sergilemek için istifliyordu. Baba-oğul ağır adımlarla, sağdan soldan akan insan seli arasından, bir-iki kişiye de hafiften dokunarak yarıdan üstü açık fırın vitrini önüne güç bela varabilmişlerdi. Fırıncı çırağının, karınlarının açlığını bastırmak isteyen onca insan arasından ilgisini çekmek, Umut'un hayat yolunda öğrenmesi gerekenlerdendi. Çırak unlu elini birkaç kez çırptı. Oradakilerin ciğerleri undan nasiplerini alınca:

-Mangırları görelim abiler-ablalar.

Bir hengâme koptu toplasan üç beş adımlık ekmek teknesinde. Zorlasan bu kadar adamı tıkıştıramazsın böyle bir yere. Yaz sıcağına fırının odun ateşi de karışmıştı zaten. Sıcak, nem, ter kokusu hepsi bir olmuş insanları dışarı çekiyordu ama nafile. Çıkanın yeri iki katıyla doluyordu yine de. Çırağın baktığı yere uzatılan binliklerden ikisi Umut'un elindendi.

-Abi dört simit. Dört tane abi. Dört.

Babası en gevreklerinden dördünü, gürültü bulutunun içinde cılız çalan Umut'un sesinin tezgâhtara ulaşmasından az önce titizlikle seçmişti bile.

-Aldın mı paranın üstünü?

-Yok, dedi.

-Neyse gel, zamlıdır.

Cebindeki kıt paradan çıkan her kuruşun hesabını yapmasına rağmen üstelemedi. Alışıktı. Tam karşıdaki mermer çeşmenin yanında yer tutan simit ve ayran satan seyyara doğru Umut'u çekiştirdi babası. İnsan seli bu kez kendilerinden taraftı, çok sürmedi varmaları.

-Soğuk mu ustam?

-Soğukta ne demek? Buz, buz. Buzzzzz.

-Bir bana bir de yiğidime doldur o zaman. Köpüklü olsun ha! En meşhurundan.

-Simitte vereyi mi abim?

-O işi hallettik de sen bize az tuzla az kimyonu gazeteye dök de ver.

-Bizimki de sıcaktı ya neyse. Gevrek simit. Gevrekkkkk.

Böldükleri simidi ellerinde tuttukları tuza, kimyona bastırıp ağızlarına götürüyorlar, soğuk, yağlı ayranla da simidi boğazlarından lokma lokma yuvarlıyorlardı baba-oğul. Azıklarını bitirdikten, karınlarını doyurduktan, üst dudaklarına bulaşan köpüğü kollarına sildikten ve göz göze geldiklerinde de gülüştükten sonra nihayet pastanenin yolunu tuttular. Sokağın sağında solunda hatta ortasında seyyar satıcılar, tezgâhlar, renk renk fistanlar, sahte markalı kotlar, bağırışlar, oradakini buradakini çağırışlar, kasaptan gelen ağır bir koku, göz göze gelmekten çekindiğin, dükkân önünde fırsat kollayarak müşterisini bekleyen esnaf, hepsi, bir çarşıyı çarşı yapan her şey vardı bu sokakta. Güneş yanığı esmer, terliksiz bir-iki çocuk, ayaklarının altına aldığı kuş tüyleri üstünden, satıcının önüne koyduğu boyasız ağaçtan kafesteki güvercinleri inceliyor, az ötede duran şerbetçi-limonatacı ise buz diye bağırarak insanların ilgisini çekiyordu bu bunaltıcı yaz gününde. Sokağa erişen çıkmazlarda tek katlı taş evlerinin önünde misket yuvarlayan, topaç çeviren çocuklar ilişti Umut'un ela gözlerine. Aralarından bir kaçını tanıdı hemen. Birden yüzünde bir tebessüm göründü belli belirsiz. Babasını durdurmak için, kurumuş renk renk duvar boyalı pantolonunu çekiştirdi gücünün yettiğince.

-Baba bak Kenan.

-Yiğidim şimdi olmaz, akşam oynarsınız.

Umut'un ela gözleri nemlendi. Dudağı titrer gibi oldu, sıktı kendini. Babasına ısrar etmenin faydasız olduğunu çok önceleri öğrenmişti. Kenan ile göz göze geldiler. Kenan elindeki misketi, gitsin de nereye giderse gitsin dercesine dizili duran diğerlerine rastgele fırlattı. Yavaşça ayağa kalktı. Dost sıcaklığındaki çaresiz bakışları, insanlar arasında kaybolan Umut'un sarı saçlarına takıldı. Bugün oynadığı oyunlardan artık o kadar da keyif almayacaktı.

Sokağın sonuna geldiklerinde köşedeki son dükkân Mavi Pastaneydi. Umut'un padişah kavuğuna benzettiği beyaz, devasa bal kabakları, pastane kapısının iki yanında yığılı duruyor, Umut'un en sevdiği tatlı olacağı günü bekliyordu. Hilal şeklinde dilimli, altın renkli kabak tatlıları, komodinden uydurma camlı dolabın içinde ışıl ışıl parıldıyor, görenlerin ağzını sulandırıyordu. Baba-oğul birlikte aynı ayakla içeriye girecekken, Umut'un aklına yapması gereken bir iş takıldı, girmesine engel oldu.

-Kırmızı arabaya bakayım mı?

-Tatlı?

-Sen söyle. Hemen geliyorum. Satılıp satılmadığına bakmam lazım.

Tam karşıdaki derme çatma kulübeye, neşeli adımlarıyla sek sek oynayarak gitti. Tentenin üstüne asılarak sergilenmiş çıngıraklı tekerler, gökkuşağı gibi renkten renge giren stres yayları, birbiri içine girmiş lak-lak'lar, demet demet tahta ve plastikten sapanlar arasından geçerken Umut'un bu dünyadan ayrılması çok zor olmadı. Parlak, göz alıcı renkler başını döndürmüş hayal dünyasının kapısından içeri tepe taklak düşmüştü. Bu harabenin utanılacak yüzünü, çocuk kandırmacalarıyla ustalıkla örten, yaşlı adamın önüne düşmüş başını görünce, fırsat bu fırsat deyip boyasız ahşaptan bilyalı arabanın üstüne atlayıverdi. Gidonu sıkıca tuttu. Bir ayağı yerde bir ayağı arabanın üstünde, bir teker bile hareket etmemesine rağmen sokağının en bildiği yerlerinde bir oraya bir buraya gitti sessizce. İniş aşağı salıverirken kendini, iki ayağını da arabaya çekti. Rüzgâr erkek çocuklarınkine nazaran uzunca saçlarını arkaya doğru salıyor, araba hızlandıkça zevki daha da artıyordu. Şu hayaller de olmasa babasına rağmen bunu nasıl yapardı ki. Bir öksürük sesi, en hızlandığı anında hayallerini duraklattı. Aklına ilk babası geldi. Hayalinde dahi olsa yasaklanan bir iş yapmanın korkusuyla ürperdi önce. Dizindeki eski yaralar sızlaya verdi. Kim bilir aklına ne geldi. Kafasını öne eğip bekledi. Bir zaman bağrış gelmeyince rahatladı. Kafasını yavaşça kaldırdı.

Oyuncakçı yaşlı adam nerdeyse aynı boyda iki büklüm tam karşısında duruyordu. Göz göze geldiklerinde kan ve sıcaklığın Umut'un yüzünü sarması çok zaman almamıştı. Siyahı az beyaz kaşları o kadar uzun ve çatıktı ki; Umut'un utandığından kızaran yüzü korku dolu bir hal aldı. Yetmiş yaşlarındaki adam, çocuğu korkuttuğunu anlayınca yüzüne zoraki bir gülümseme verdi önce. Gerilen kaşlarını da yumuşatınca alnındaki çizgiler de yavaşça belirsizleşti.

-Ciğerim arabayı beğendin mi?

-Hayır beğenmedim. Sadece bakıyordum.

-Niye bıre? Yapmak için çok uğraştım. Diğer akranların binmek için can atıyor. Peh!

Omuzlarını silkti.

-Bilmem.

Gözleri yerde bir şeyler aradı.

-Boyası yok bunun. Renksiz bir şey var mı ki hayatta? Mesela kırmızı. Kırmızı olsa daha iyi olurdu.

- Hiç yoktan iş çıkaracaksın bana.

-Ben aslında başka bir oyuncak bakacaktım.

-Hangisi de bana.

-Burada değil içerde.

-Göster! Daha ne duruyorsun.

Kırmızı ArabaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin