"Elbette namını taşıyor," dedi arkamdan içeri girmeye çabalarken gıcırdayan koltuğa bir sebze çuvalı gibi yığılan Hans. Dengesini sağlayıp koltuktan kalkınca paltosunu düzeltti. "Burası yüzyıllardır süregelen bir geleneğin ürünü."

Lajos hiç de etkilenmiş görünmüyordu. "Züppelik geleneği mi?"

Koltuktan kalkan Hans üzerindeki tozları abartılı bir eda ile silkeledi. "Hayır," diye itiraz etse de kendini nasıl savunacağını bilemedi. Birkaç saniye boş boş raflara baktıktan sonra, "İşimize bakmak en iyisi," dedi.

"Evet," diye onu onayladım ben de yüzümü geniş odanın çoğunu yerden tavana kadar kaplayan raflara dönerken. "Ancak nereden başlayacağız?"

Lajos ofladı. "Açıkçası, bilmiyorum. Ne aradığımızı bile biliyor sayılmayız."

"Sanırım ben biliyorum," dedi Hans keyifli bir şekilde kollarını sıvarken. "Yakut'un nasıl bu arşivlerdeki bir şeyden haberdar olabileceğini ve neden ailevi bir şeyi isteyeceğini düşünüyordum da," derken raflara doğru önümüze bir adım atıp topukları üzerinde bize döndü. İki farklı renkte gözleri kurnazlıkla parıldıyordu. "Aslında kendine ait olanı geri istiyor."

Kaşlarım çatıldı. Hans'ın yüzündeki hınzır ve gururlu ifade tek bir şey anlatıyordu. "Yakut'tan bir şey mi çaldın? Nasıl?" diye sordum durumu anlamlandırmaya çalışırken.

"Çalmadım. Benim olanı geri aldım." Hans'ın dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı. "Ancak alırken bir iki ganimet de yürütmüş olabilirim."

Lajos inanmamış gibi görünüyordu. "Açıkla. Yakut'a ait bir şeyi nerden çalmış olabilirsin?"

Hans omuz silkti. "Henry'den. Babam öldükten birkaç yıl sonra kanıt ararken günlüğünün kayıp olduğunu fark ettim. Ve o günlüğü Gardner Malikanesi'nde Henry'nin eşyalarının arasında bulmuş olmak, bu cinayete dair ilk kanıtımdı."

"Yakut seni daha önce gönderdiğinde günlükleri geri mi istiyordu yani?" diye sordum Lajos'a.

"Belki," dedi Hans birkaç adım ötedeki bir rafın alt çekmecelerine ilerlerken. Alttaki çekmecelerden birini çekti ve biraz karıştırdıktan sonra içinden ufak bir kutu çıkardı. Doğrulan Hans kutuyu odanın ortasındaki bir sehpaya koydu. Kutunun içindeki kağıtlar hışırdadı. Bu ses, içlerinde sakladıkları sırlara birer davet gibiydi. Lajos'la beraber merak içinde yanına yaklaştık.

Hans kutuyu açtı. İçi mühürleri kırılmamış mektuplarla doluydu. Kırmızı desenli mühürlerin hiçbiri Yakut'unkine benzemiyordu. "Günlüklerle beraber yanlışlıkla bunları da almıştım. Ancak o zaman bunların önemli olabileceği aklıma bile gelmemişti, ben de bir kere bile bakmadan bir kenara atmıştım."

Lajos heyecanla ellerini ovuşturdu. Yüzünde mağrur bir sırıtış vardı. "Bu mektuplarda her ne varsa Yakut kesinlikle öğrenmenizi istemiyor."

Hans tek kaşını kaldırdı. "Yani bunu öğrendiğimizde tehlikede olacağız?"

Lajos homurtuyla karışık bir kahkaha attı. "Zaten tehlikedesiniz, budala. Bunu öğrenmek demek Yakut'un bir adım ötesine geçebiliriz demek. Ona karşı kozumuz olması demek."

İkisine gözlerimi devirip kutudaki mektuplardan birine uzandım. Hans beni dikkatle izlerken kırmızı, sert mühürü kırıp zarfın içindeki sararmış kağıdı çıkardım. Eğik, temiz bir el yazısıyla yazılmış bir mektuptu. İlk kontrol ettiğim şey alt köşedeki imza oldu.

Henry Gardner

Gerginliğimi bastırıp sesli bir şekilde okumaya başladım. "9 Mart 1814," diye başlıyordu mektup. Daha ben doğmadan önce yazılmıştı. Mektubun hitap cümlesi ise, birkaç günde yaşanmış hayatımı değiştirecek şeylere yeni bir tane eklemişti. "Ebedi aşkım, Nefise'ye..."

Elimdeki, babamın evinden çalınmış ve onun tarafından yazılmış bir mektupta Nefise Hanım'ın adını görmek üst üste yaşanan olaylardan koca bir karmaşa olan aklımın alacağı bir şey değildi. Bir elimi açık kalmış ağzıma götürerek devamını içimden okumaya başladım.

Satırları okudukça dizlerimin bağı çözüldü, midem bulandı, nefesim kesildi ve kendimi yerde buldum. Mektupta babam, Henry Gardner, Nefise Hanım'dan sevgilisi olarak bahsediyordu. Ona duyduğu özlemden, onu görmeden kaç gün geçtiğinden ve onun hayatına nasıl anlam kattığından... Bir hışımla ayağa kalkıp başım dönse de kutudaki mektuplardan bir başkasını açtım. Hepsi Nefise Hanım'a yazılmış, ama hiç gönderilmemiş mektuplardı.

Hepsi babam tarafından beni yetiştiren, bana kendimi bildim bileli kol kanat germiş kadına yazılmış mektuplardı.

Nefise Hanım gerçekte kimdi? Beni ne için yetiştirmişti?

Sorular, şüpheler ve ihtimaller kafamın içinde bir fırtına olmuş, etraftan gelen bütün sesleri bastırıyor ve beni yankılarının içinde mahsur bırakıyordu. Lajos bana endişe ile, Hans ise çatık kaşlarla ve şaşkın bir ifade ile mektuplara bakıyordu ama ben ona şaşkınlığının nedenini soramayacak kadar sersemlemiş haldeydim.

Lajos beni omuzlarımdan tutup ayağa kaldırdı. "Hazel! Kendine gel, bu kadın da kim? Bize bir faydası olacak mı?"

Onun ciddi haline birkaç saniye gözlerimi kırpıştırarak baktım. Kusmak istiyordum. "Bu kadın... Bu kadın beni yetiştirdi. Beni o büyüttü. Ben... hiçbir şey anlamıyorum."

Hans kocaman olmuş gözlerle baktı. "Nefise seni mi büyüttü?"

"Evet," dedim titreyen sesimle Neden onu tanıyormuş gibi konuştuğunu çözememiştim. "Bu ne demek bilmiyorum, o benim güvendiğim tek insandı, her şeyimi ona borçluyum. Ben... Ya babamın beni bulmasına o yardım ettiyse? Ya o..." Sözlerin ağırlığı boğazımı acıttı. Ellerimle yüzümü sıvazladım. Kontrolü bir daha kaybedemezdim. Boğazımı temizleyip derin bir nefes aldım. "Mektupları alıp buradan çıkacağız. Ve sonra bütün bunların ne demek olduğunu tartışacağız."

Lajos başını salladı ve mektupları kutuya geri koyup geri cama yöneldi. Hans ise benim gibi sarsılmış görünüyordu. Lajos aşağıya inmeye başlayınca Hans da yüzünde çözemediğim bir ifade ile bana döndü. "Kulübeye geri döndüğümüzde seninle bu işi çözeceğiz," dedi ondan hiç duymadığım türde bir ses tonuyla. Bu ifadenin arkasında ne olduğunu çözemeyecek kadar afallamış durumdaydım.

"Ne demek istiyorsun?" dedim kuru bir sesle.

Hans iç çekti ve farklı renklerdeki gözlerinde anlamakta güçlük çektiğim duygular peydah oldu. "Bu mektuplar... Göründüklerinden çok daha fazla şey açıklıyorlar."

Viyana'nın FısıltılarıWhere stories live. Discover now