"İsmim Park Chaelin, buraya-" Konuşmamı bitirmeden duvar kenarında oturan bir çocuk hemen lafıma atlamıştı.

"Dersimiz ingilizce güzelim. İstiyorsan sana ingilizcede kendini nasıl tanıtabileceğini öğretebilirim." dediğinde, Jongseong ile aynı anda ona doğru döndük. Kaşlarımı çattım. Sınıftakilerden alaylı bir uğultu yükselince hem sinirlendiğimi hem de biraz sonra onu bozacağımın memnuniyetinin vermiş olduğu özgüveni hissettim. Konuşmak için ağzımı araladım ancak benden önce Jongseong konuşmaya başladı. İngilizce bir şekilde.

"On yedi yıl boyunca Washington, Seattle'da yaşadığımız için bunu bize öğretmene hiçbir şekilde gerek olmadığını düşünüyorum. İngilizce seviyemiz, sizin telaffuz bile edemediğiniz o dil, fazlasıyla üst düzeyde. Ha istiyorsan ben sana çok güzel şeyler öğretebilirim, İngilizce bir şekilde." Bakışlarım Jay'e doğru kaydı ve gülümsememi sıkıca bastırdım.

Daha sonra da Jay sınıfa döndü ve korece bir şekilde, "Ben Jongseong, o da ikizim Chaelin. İyi anlaşacağımıza dair bir şüphem yok, teşekkürler." dedi.

Bakışlarım az önce lafıma atlayan çocuğa doğru kaydı. Yüzünde ve dudaklarında memnuniyet dolu bir ifadeyle bize bakıyordu. Tepki vermedim ve başka bir şey dememe gerek kalmadı da zaten.

"Pekâlâ, Jongseong ve Chaelin... Boş yerlere geçin bakalım, dersimde aktif görmek istiyorum ikinizi de." Bir şey demeden boş yerlere bakındım. Jongseong önden ilerleyip duvar kenarında en arka boş sıraya oturdu. Bende orta sıranın en arkasına geçerek çantamı koymuş, ardından kendim de oturmuştum. Birkaç kişi arkalarını dönüp bize kısaca baktı ve sonrasında da yeniden önlerine doğru döndüler.

Gün, beklediğim gibi iyi geçmedi. Sebepsizce kızların, beni pekte iyi niyetle süzmeyen bakışlarıyla karşılaşıyordum. Onlara ne olduğunu sormak istesem de eksik korecemle pekte etkili bir konuşma yapamayabilirdim. Bu yüzden bir şey demeden önüme dönmüş ya da o an ne işle meşgulsem onu yapmıştım. Ondan sonra sınıftan bir çocuk bize okulu gezdirmişti. İsmi Taehyun'du ve oldukça da iyi birine benziyordu. Ama okulu bize gezdirse dahi sınıfımın olduğu bina dışında bir yere çıkacağımı hiç sanmıyordum.

Öğle arasında yemek için kafeteryaya inmiştik. Kafeterya ilk kattaydı ve bahçeye bakan tarafı full camla kaplıydı. Bu sebeple bahçeyi boydan boya görüyordunuz ve yerden ısıtmalı sistem olduğu için de hiçbir şekilde üşümüyordunuz.

Kafeteryadan bir şeyler aldıktan sonra zar zor bulduğumuz boş bir masaya geçtik. İnsanlar fazla ses yapmıyordu ve bu hoşuma gitmişti açıkçası. Amerika'da ki öğrenciler kafeteryalarda bu kadar sessiz değildi maalesef. Hatta bu yüzden yemeğimi ya sınıfımda ya da bahçede yerdim. Sese pek katlanabildiğim söylenemezdi çünkü.

Jongseong ile yemeklerimizi yiyerek bugün hakkında konuşurken yan tarafımdaki sandalye çekildi ve biri hiç sormadan oraya oturdu. İkimizin de bakışları bu sebeple ondan tarafı usulca döndü.

Sınıfta gördüğüm biriydi ancak ismini bilmiyordum.

"Selam," dedi, gülümseyerek. Karşılık vermek istesem de biz söylemeden oturmasını oldukça kaba karşılamıştım. "Sizinle oturabilir miyim? Başka yer yokta..."

"Oturdun zaten..." Diye mırıldandı Jongseong.

"Elbette, sorun değil." dedim, gülümsemeye çalışarak. "Adın neydi?"

"Jungwon, Yang Jungwon."

"Jung One mı?" Jongseong'a döndüm bu saçma esprisiyle. O ise sırıttı. "Şakaydı." Diyerek geri telefonuna döndü. Yan tarafımda oturan Jungwon gülünce boşverip geriye yaslandım.

"Ee, sizin olayınız ne?" diye sordu, sandviçinden bir ısırık almadan önce.

"Ne olayımız?" dedi, benim yerime Jongseong, hâlâ telefonuyla ilgilenirken. Jungwon'da ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra yeniden konuştu.

"Koskoca Seattle'dan neden bu dağ başına geldiniz?" Sorduğu soruyla beraber bunun ne kadar saçma olduğunu yeniden anladım. İnsanın aklı cidden almıyordu. Belki sınıftakiler yalan söylediğimizi falan bile düşünmüştür. "Yani özel bir sebebi yoksa diye sordum, cevap vermek zorunda değilsiniz."

Jongseong ile göz göze geldik. Bence ikimiz de bu soruyu ucu açık bırakmak istiyorduk. Ona kalkıp, annem ve babamın küçükken boşandığını ve bu sebeple de ortak karar ile bu yaşımıza kadar orada yaşadığımızı, daha sonrasında da babamın, bu son lise senemizi burada, Seoul'deki bir dağ başına bir sene boyunca yaşama şartıyla geldiğimizi açıkçası şu an hiç anlatmak istemiyordum. Bu yüzden Jungwon'a doğru döndüm. "Uzun hikâye ya, ailesel sebepler diyerek kapatalım bence konuyu." Jongseong'da onayladı beni.

"Anladım." dedi ve sandviçini yemeye devam etti.

Bir süre sessizleştik. Jongseong telefonuyla oynamaya devam ediyor, ben de küçük kraker paketinden birkaç tane kraker atıyordum ağzıma. Dersin başlamasına daha yirmi dakika vardı ve boş boş oturacaktık burada. Çok sıkıcıydı. Bu yüzden etrafa bakınmaya karar verdim ve insanları süzdüm. Kızlar genellikle renkli renkli tozluklar ve ayakkabılar giyinmişti, bir de hoş ve belirgin takıları vardı. Saçları için de baya uğraşmış olmalıydılar. Çünkü fazlasıyla iyi görünüyordu. Zaten, buradaki güzellik standartları ekstra büyük bir boyutta olduğu için buna pek şaşırmamıştım. Hayatlarını güzel olmaya adamışlardı. Ve başarıyorlardı da. Erkekleri de öyleydi biraz ama kızların aksine çok da belirgin bir özellikleri veya parlamaları yoktu. Saçlar aynıydı, sadece bazılarının saç renkleri farklıydı. Onlar da boyaydı. Şimdiye kadar sarı, kırmızı ve gri görmüştüm ama görmediklerim de vardı elbette.

Biraz sonra kafeteryaya uzun boylu bir çocuk girdi. Tam baktığım yönden, karşıdan geldiği için gözüm onun üzerine yoğun bir şekilde kenetlendi. Okul forması yerine siyahlara bürünmüştü -ki asıl dikkat çekici olan buydu. Siyah bir kazak, ceket ve geniş paçalı bir pantolon. Dağınık ve hafif metalimsi renkteki saçlarıyla, duvar kenarında oturan iki kızın masasına ilerledi ve sandalyeyi çekerek rahat bir şekilde oturdu. Üzerindeki siyah ceket oldukça ünlü bir markanın ceketiydi. Bunu biliyordum çünkü boş zamanlarımda markaların defilelerini izleyip yorumlamaya bayılıyordum.

Geri önüme döndüm ve içeceğimden başka bir yudum daha aldım. Bakışlarımı bahçeye doğru çevirdim. Hava eksi bilmem kaç dereceydi ve bu havada hâlâ dışarda olabilen insanlar vardı, bu benim bile içimi üşüttü. Onlara yüzümü buruşturdum.

"Okul kütüphanesi nerede?" dedim daha sonra, Jungwon'a dönerek.

"Şu bina." dedi, bahçedeki binayı göstererek. Pek bina sayılmazdı, tek bir kattan oluşuyordu. Kapısı, bir saray girişini andırıyordu. Tuhaf desenler ve kadife olduğunu düşündüğüm kraliyet kırmızısı kumaşlarla sarıp sarmalanmış ahşap bir kapıydı. Estetik bir görüntü sunmaya çalışmışlardı galiba.

"Bu arada korecen gayet iyi, on yedi yıl Amerika'da yaşamanıza rağmen." Jungwon'un dedikleriyle samimi bir şekilde gülümsedim.

"Birinden bunu duymaya kesinlikle ihtiyacım vardı. Şu şahıs korecemle alay etmekten başka bir şey yapmıyor." Diyerek Jongseong'u gösterdim.

"Ondan daha iyi konuşuyorsun, merak etme." Jongseong bunu umursamadı.

"Bir yıl sonra Amerika'ya geri gideceğim, koreceyi su gibi konuşmak zerre umurumda değil." Bu sözlerine göz devirdim.

"Üniversite sınavına burada gireceksin, bilmem farkında mısın Jongseong?"

"Biz zenginiz, bilmem farkında mısın Chaelin?" Ona yüzümü ekşiterek baktım ve sonra bakışlarımı geri çektim. O sırada gözüm tekrar şu siyahlı çocuğun üzerine doğru döndü. Kızlarla, oldukça ciddi bir yüz ifadesiyle konuşuyordu. Ya da ciddi değildi. Aurası böyleydi ama yine de öyle gözüküyordu.

Hâlâ ona bakarken geriye doğru yaslandı ve gözlerini etrafta kısaca gezdirirken gözleri bir anda benimle buluştu, sanki ona baktığımı hissetmiş gibi. Gözlerimi bununla geri çekmedim, aksine bakmayı sürdürdüm. Kaç saniye sürdü bilmiyordum ama o da herhangi bir tepki vermeden bana baktı ve sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi geri kızlara doğru döndü. Bu tuhaf ama rahatsız edici gibi olan kısa anın ardından ben de yeniden bahçeye doğru baktım.

Ethan's Heartache ⋆ ★ Lee HeeseungWhere stories live. Discover now