Önce anneme aşağıdan kimin kapıyı çaldığını soracaktım ama kalbimin ne denli hızlı çarptığını ve kulak zarlarımda attığını hissettiğimi anlayınca sustum. Ter içinde kalmıştım bu soğuk kış gününde. Anneme hak vermek istemiyordum. Batıl inançlarına, kocakarı masallarına, çocukları korkutmak için uydurulan efsanelere inanmamasını söylerdim hep gönül rahatlığıyla.

Ama şimdi, Thompsonlar'ın verdikleri parti gecesinden beri, bunca sorunun bir açıklamasını ben de mantıklı şekilde getiremiyordum.

Babamın her zaman eksikliğini evde hissederdim. Oliver olmadığından beri fazlasıyla hisseder hale gelmiştim. Ama tam şu anda akıllı bir bilim insanının gerçekçi bir açıklama yapmasına ihtiyaç duyarken kesinlikle babamı yanımda, anneme bu saçmalıklara inandığı için dalga geçerkem istiyordum.

"Londra'ya dönmeli miyiz?"

"Sabahki duruma bakacağız. Bu saçmalık devam ederse burada kalamayız."

Babamın yanına gitme ihtimalimiz için ne kadar rahatladığımı ve sevindiğimi saklamaya çalıştım. Sonunda Misty Moor'dan uzaklaşmak, babamı görmek ve şehirde yaşamak her zaman istediğim olsa da en çok sevindiğim bu ormandan ve bana neler yaptığını hala kestiremediğim gölden uzaklaşmaktı.

Kasabada doğaüstü bir şey olsun ya da olmasın, sadece aklını kaçırmış bir delinin oyunları olsa dahi tehlikede olduğumuz açıktı. Özellikle de karanlıkları uzayan soğuk günlerde.

"Hükümete haber verilmedi mi? Bekçiler neden sadece gelip üstünkörü ilgilendikten sonra şehre dönüyorlar? Sırf küçük ve uzakta bir kasaba olduğumuzdan, değil mi?"

"Londra Polis Teşkilatı'na sonunda elbet haber edilecektir. Birilerinin burada olanları şehire götürmesi gerekiyor. Katil ya da deli. Suçlu her kimse asılmalı."

Bir şey diyemedim. Yalnızca kalbimin sakinleşeceği bir anı bekledim ama durmuyordu. Tekrar nasıl uykuya dalacağımı bilemiyordum. Annem de benimle aynı şekilde alnı kırışmış, dudakları büzülmüş, gözlerinin altı mosmordu. Bu tür bir korkuyla ikimiz de daha önce hiç karşılaşmamış olduğumuzdan öylecek kalakalmıştık. Tipper bile perdenin arkasından çıkmak istemiyordu.

Dışarıdaki yağmur aniden durdu. Belki aniden değildi ama ben ancak dakikalar sonunda sert rüzgarın yalnız kaldığını görmüştüm. Öyle hızlı ve güçlüydü ki ağaçların ve çimlerin üstündeki yağmur damlalarını adeta söküp, kurutuyordu.

"Kar yağacak," dedi annem de kısık sesiyle. "Hadi yat artık. Dışarıda insanlar nöbet tutuyorlar."

"Onca olanı nasıl duymadım?"

Annemi biraz gülümsetti bu. Başımı okşadı. "Son zamanlarda fazla derin uyuyorsun. Okulda, dükkanda ve evdeki işler arasında yoruluyor olmalısın. Hadi yat canım."

Ben başımı dizine koyarken aşağıdan ona baktım. "Ya sen? Uyumayacak mısın?"

"Sonra."

Çok uzun bir süre boyunca uykuya dalamadım. Bedenim zaman zaman pes edip kendini bıraksa da yalnızca birkaç dakika sonra tekrar uyandım. Güneş tüm evi aydınlatana kadar camı izledim. Kar çoktan birkaç metre tutmuştu bile. Beyazlığı güneşten bile daha çok içeriyi aydınlatıyordu şimdi. Misty Moor'da sırf bu yüzden kışları daha aydınlık olurdu da zaten baharlarına göre.

Sırtımı çevirip anneme baktım. Hiç uyumamıştı.

***

Sonunda öğleden sonra, kasabadaki herkes tamamen uyandığında kiliseye çağırıldılar. Normalde düzenimden bir saat bile daha erken kalksam ayakta duramazken, şimdi birkaç saatlik uykuyla dahi dimdiktim. Adrenalin ve korku beni günlerce uyumasam yine de enerjik tutacakmış gibi hissediyordum. Bedenim hayatta kalma içgüdüsüyle beni dinçliğe zorluyordu ama neden korktuğumu bilmeyen aklımın karmaşası her şeyi mahvediyordu. Nefte yürürken az daha önümde duran kadının eteğine takılıyordum.

Lake in the MoorOù les histoires vivent. Découvrez maintenant