1. Çağrı

147 21 75
                                    

*

'Sehun... "

Parmaklarımın altında sert, neredeyse elimi kesebilecek kadar sert ve kabuksu bir doku vardı ancak bedenimi saran soğuk esintinin aksine sıcacıktı. Keskin rüzgar saçlarımın arasında dolanıyor, tişörtümün içinden bedenime sızıyordu ama avuç içlerim... Avuç içlerim ılık güneş ışığı ile sarmalanmış gibiydi.

'Herkes bir ruh eşi ile doğacak kadar şansı değildir. Bazı ruhların sınavı tek başına kalmaktır, bazıları ise hiçbir zaman eşlerini bulamaz. Pek çok ruh kayıptır ama sen... Benim ruh eşim sensin, Hun. Beni hissetmiyor musun?'

Duyduğum kelimeler kulaklarıma ulaşmıyordu, buna duymak diyebilir miydim onu bile bilmiyordum ama hissetmek... Söylediği şey bu muydu? Kalbim garip bir ritimle atarken ellerimin arasındaki sıcaklık kalbimden de yayılıyordu. Sözleri, söylediği kelimeler içimdeydi, beynimde var olup ruhuma kadar sızıyorlardı.

Bu neydi bilmiyordum, ne demem gerektiğini bilmiyordum ama biliyorum, diye düşündüm ağlamaya başlarken tam aksi bir şekilde ve bu çok doğru hissettirdi.

Biliyorum, Jongin.

Benim ruhum sensin.

*

Kirpiklerimin birbirine yapışmış olduğu gözlerimi açtığımda karanlıkla karşılaşmış, yavaşça ve aynı zamanda ses çıkarmadan doğrulmaya çalışırken bir yandan da körmüşüm gibi ellerimle telefonumu yoklamaya başlamıştım. Yattığım yerde baş hizamın hemen yanında elime çarpan soğuk ekranın ışığı gözlerimi yakarken saat gece yarısını çoktan geçmiş, neredeyse gün doğumuna yaklaşmıştı.

Çadırın fermuarını telefonumun ışığı sayesinde bulup yavaşça açarak kendimi dışarıya attığımda serin hava bedenimi titretmişti, hırkamı yanıma almadığım için hemen pişman olmuştum ancak içeriye tekrar girmem çadır arkadaşımı muhtemelen uyandıracaktı, bu yüzden hemen girişte duran çantamı gördüğümde onu dışarı çekip sonra fermuarı yeniden kapattım.

Sönmüş ateşin etrafındaki çadırların arasında bir fare gibi yürüyerek biraz uzaklaşıp ağaçların arkasına çöktüğümde telefonumu dişlerimin arasına sıkıştırmış, ışığı çantaya tutmaya çalışırken içini aramaya başlamıştım. Sevdiğim bir kitap, fotoğraf makinem, günlüğüm ve bir ışıldak bile çantanın içinde duruyordu ama hırkam burada değildi. "Ne kadar da şanslıyım böyle." Kendi kendime söyledikten sonra ayaklanıp ışıldakla yoluma devam etme kararı aldım. Yarım saat sonra güneş kendisini yavaşça gösterecekti ve bu güzel fotoğraflar çekmek için müthiş bir fırsat olabilirdi.

Buradaki insanlar, hepimiz doğa kulübü adı altında bir araya toplanmıştık ama günün en güzel saatlerinde herkes bir çadırın içine girmiş uyuyordu. Kimse de yakın zamanda uyanıp beni merak edecek gibi değildi, bu yüzden ben de onları fazla umursamadan parkın içinde ilerledim.

Midemde garip bir his vardı, yüzümde gözyaşları ile uyandığım için huzursuzdum ama bunları yediğimiz konserve yemeğe ve kendi huysuzluğuma bağlayarak geçiştirdim. Kamp yapmayı her ne kadar çok seviyor olsam da her an her şeyden mutsuz olma potansiyeli olan biri olarak kendimi şaşırtmıyordum.

Geldiğimiz yer bir orman değil, doğal yaşam parkının uzak olmayan köşelerinden biriydi bu yüzden ağaçların arasında işimi halletmekten daha medeni bir şekilde lavaboları ve çeşmeden akan suyu kullanabilirdim. Ne var ki ne yöne gitmem gerektiğinden bir an için emin olamadım. Elimi kaldırıp kafa karışıklığı ile etrafa doğrultum. "Bu taraf... Hayır hayır, bu taraf..."

Telefonumun şebekesi kamp alanında çalışmaya devam ediyordu, en kötü ihtimalle kaybolur ve öğretmenlerimden birini arardım, içimden geçen yöne dönüp ilerlemeye başladım. Vahşi hayvanlar olmadığı için şanslı sayılırdım, buraya geleli yalnızca bir kirpi ve birkaç küçük tavşan görmüş, hatta birinin fotoğrafını çekmeyi başarmıştım. Elimdeki ışık ile bastığım yerlere bakarak ilerlerken yarın birkaç güzel fotoğraf daha çekmenin planlarını yapıyordum.

Blackfire | SeKaiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin