"Eskiden gülün rengi kırmızı değil, beyazmış. Bu beyaz gonca gül kendisi için yanıp tutuşan
bülbüle hiç yüz vermiyormuş ve her türlü cefayı reva gördüğü deli divane âşık bülbüle, o dillere
destan yüzünü göstermekte direniyormuş. Bütün bir kışı sevgilisinin açtığı, ona yüzünü
gösterdiği anı görebilmek ümidiyle geçiren bülbül, baharda gülün en üst dalına konup onun
açacağı zamanı beklemeye başlamış. Ama gül inat edip, bir türlü açılmıyormuş. En sonunda
zavallı bülbülü ağır bir uyku bastırmış. Dalıp da gülün açışını kaçırmamak için günlerce ve
gecelerce büyük uğraşlar veren bülbül, daha fazla engel olamayıp dalın üzerinde uykuya
dalıvermiş. Bir süre sonra uykusundan uyanıp gözünü açtığında gülün açıldığını, o dilleri
kenetleyen, gözleri mühürleyen güzelliğini başka bir âşıkla paylaşmakta olduğunu görmüş. Öyle
üzülmüş, öyle perişan olmuş ki, konduğu daldan kendini bırakıp büyük bir hızla düşmeye
başlamış. Düşerken gülün dikenleri yırtmış, parçalamış tüm vücudunu ve kan revan içinde gülün
dibine ulaşıp, oracıkta can vermiş.
İşte rivayet odur ki; o günden sonra bütün güller bülbülün
kanı nedeniyle kıpkırmızı açmaya başlamış."