Dürbüne yaklaştığımda görüş alanımı Emir doldurunca ani bir rahatlamayla silahı belimin arkasına yerleştirdim ve ıslak saçımı arkaya savurup derin bir nefes vererek kapıyı açtım. "Kanka n'aber?" dedi Emir kapıyı benim aralamamı beklemeden kendisi itekleyerek.

"İyi, sen?" Kapıyı örtüp koltuğa montunu çıkarmadan oturan arkadaşıma döndüm. Soğuk havanın kokusu üzerine sinmişti. "Sıcak bir şeyler ister misin?"

"Daha yeni içtim." Birkaç saniye kadar soluklandı. Sanki yan taraftaki evden buraya koşarak gelmişçesine yorgun görünüyordu. "Bak ne diyeceğim. Akşam bir şeyler içmeye gidelim mi?" İsteksizliğimi görünce, "Vallahi Melda yok," diye ekledi.

Göz devirdim. "Emir çocuk muyum ben? Olsa ne olacak?"

Gözleri şüpheyle kısıldı. "Kavga? Kaos?" Ardından cilveyle gülümsedi. "Hadi, akşam bir şeyler içmeye gidelim."

Son zamanlarda sürekli itiraz eden taraf olmak istemediğim ve biraz da kafamın dağılmasını istediğim için, "Tamam," deyiverdim. "Ama eğer o asalak erkek kankaların gelecekse bir saniye bile durmam." Aptal arkadaşları gözümün önüne geldiğinde neredeyse öğürecektim. Sürekli bel altı şakalar yapan, bomboş konuşan ve hayvan gibi gülen ve buram buram testosteron kokan iğrenilesi bir gruptu ve içlerinde yalnızca Emir adam akıllıydı. Bir tek onların arasındayken Emir'in parlayan bir yıldız kadar değerli olduğunu düşünürdüm.

"Hayır hayır, onları getirirsem bu defa hepsinin götüne füze takar uçurursun diye korkuyorum. Sadece sen, ben, Ecmel."

Emir'e dik dik baktım. "Aslında füze fikri hiç de fena fikir değilmiş, aklımın köşesine yazdım," dedim karşısındaki koltuğa kendimi yavaşça bırakırken. Banyodayken ayakta kalmak dizlerimi yormuştu ve bunu ancak şimdi oturunca fark ediyordum.

Kıkırdadıktan sonra suratı ağırca ciddileşti. "Merve, karnındaki yara nasıl oldu? İyi misin?" Omuz silkti. "Eğer anlatmak istemiyorsan sorun değil." Dün Melda ile bu konudaki tartışmamız gözünü korkutmuş gibiydi.

Melda beni anlamıyordu. Erkek kardeşim için bana yüklenen ağır suçluluk duygusu varken acımı paylaşamadığımı da anlamamıştı. Her anlattığımda, konusu açıldığı her an o korkunç sahne gözlerimin önüne geliyordu. Birlikte hazırlanıp dışarı çıktığımızı, elinden tutup alışveriş merkezinde alacağı oyuncakları planlarken yüzünde beliren mutluluğu ve heyecanı, güzel bir gün olmasını dilerken, hiç beklemediğim bir anda sımsıkı tuttuğum elimden kurtulup önüne engel konulmamış asansör boşluğuna doğru koştuğu ve sonrasında olanlar hala daha aşmayı başaramadığım bir acıydı. Küçücüktü, henüz beş yaşındaydı. Kardeşim gözlerimin önünde böyle öldü. Her ne kadar gözüm kulağım gibi baksam da bir anlık boşluk, işte böyle bir faciaya yol açmıştı.

Bunu kendime bile hatırlatmaya cesaretim yokken birilerine nasıl anlatabilirdim ki? O kadının aylarca bana katil diyişini, babamın sessiz kalışını ve içten içe benden uzaklaştığını nasıl dillendirebilirdim? Birinin ölümünden sorumlu tutulmanın ne demek olduğunu bilmeden konuşmamı istemek bencillikten başka bir şey değildi.

Hayatım boyunca çoğu kişi tarafından hataların, günahların, kötülüğün sebebi olarak görülürken kendimi yetiştirmeye çalıştım. Etiket yapıştırılan, nefret edilen, iblis yerine konulan o insanlardan biriydim. Bir yılan kadar sinsiymişim. Önce sinsice insanların hayatlarına sokuluyor, ardından da onları zehirliyormuşum. Çınar'ı bıçakladığım günün ertesi, fakültedeyken polislerle birlikte yanıma gelen üvey annem herkesin içinde böyle söylemişti. Görünen o ki, insanlar bu benzetmeyi çok yerinde bulmuş, dillerine pelesenk etmişlerdi.

Papatyalar Karanlıkta Büyür Onde histórias criam vida. Descubra agora